16 Şubat 2012 Perşembe

Bücürlerim UK'da

Bunca zamanki yokluğumun mazereti iki adet bücürün ziyaretidir efenim. Aslında boylarına bakarsanız pek de bücür değiller ama benim elimde büyümüş oldukları için onlar benim bücürlerim.

Ufaklıklar gelince tabii ki önceliklli olarak gözlemevi turu yaptırdık. Sonrasında minik şehrimizin haritası ellerinde Armagh County Museum ve Fusiliers Museum'u keşfettiler ve tabii ki St. Patrick Kilisesi'ni. 

Geldiklerinin daha 3. günü benim BBC Radio Ulster'la olan canlı radyo röportajım için Delemont Park'a gittik. Hem onlardan destek alarak iyi bir röpörtaj verdim hem de bu sayede İrlanda'da güzel bir gökyüzü görme şansımız oldu. Ha sahi bir de 2 yaşında bir yarasa gördük bu arada!



Haftasonu güzel bir turla Belfast'tan yola çıktık, sahil yolunu izleyerek Giant's Causeway'e vardık. Öncesinde ipten köprü Carrick-A-Rede Rope Bridge, sonrasında da mutfağı düşen kaleyi gördük. Ve yol boyu solumuzda sıralanmış tepelerin ardının da Güliver'in maceralarının geçtiği yer olduğunu öğrendik. Bir de hızlıca Games of Thrones'un "meşhur" duvarını gördük ama ben GoT bilmediğim için bana pek birşey ifade etmedi.

Belfast'taki ikinci günümüzde, şehrin olmazsa olmazı "black-cab tour" yaptık: her yıl haberlerde gördüğümüz çatışmaları gerçekleştiren insanların mekanlarına gittik; akşam vakti gelip de hava kararınca kilitlenen ve şehri ikiye bölen duvarlardan geçtik. IRA meselesini anlattı bize tur rehberimiz, taksi şöförümüz. Ve hatta bu tura daha önce katılmış olduğumu duyunca benim de ilgimi çekmek üzere ekstra yerlere de götürdü bizi. Taksi turu öncesinde de "Belfast City Hall" turu yaptık. Belediye mi valilik mi, ne olduğunu tam olarak kestiremediğim bu yerde şehrin tarihi hakkında güzel bilgiler edindik. Çıkışta da binanın üzerindeki web cam'den Karacin'e el salladık =)

Armagh'a ayrılan ikinci günümüzde Saint Patrick's Trian'daydık. Gülliver'in macerasına özel bir sergi vardı müzede; bunca zaman burnumun dibinde duran bu güzel şeyi nasıl görmediğime çok hayıflandım, çok da sevdim. Aynı zamanda bir de "Armagh'ın tarihi" sergisi vardı ama ona sevdicekle birlikte gideriz diye sonraki bir tarihe erteledik. Ne yazık ki bir türlü gerçekleştiremedik onu.


Haftasonu arabası olan ama birlikte gezecek kimsesi olmayan Bugi bizi "Newgrange Stone Age Passage Tomb"e götürdü. 5200 yıllık bir anıt mezarın içine girmek gerçekten çok farklı bir hissiyat.

Çıkışta da hazır altımızda araba varken Dublin'e inelim dedik. Wax Museum'da epeyce eğlendikten sonra şehrin ünlü mekanı Temple Bar'a gittik.

Dublin'de geçirdiğimiz ikinci gün inanılmaz derecede soğuk bir otobüs yolculuğuyla başladı. Otobüsten iner inmez, doğru James Joyce Center'a gittik. Tesadüf bu ki 6 Şubat JJ'un doğum günüydü ama buna özel herhangi bir etkinliğe denk gelmedik. Ordan çıkınca kendimizi Writers Museum'a attık. Burası da JJ Center kadar etkileyici bir müze. Eğer vaktiniz varsa ve edebiyatla ilgileniyorsanız kesinlikle gitmelisiniz derim.

Öğle yemeğimizi yedikten sonra sırada Leprachaun Müzesi vardı. Çok eğlenceli bir etkinlik oldu bizim için. Ücreti belki biraz pahallı gelebilir (kişi başı 8.5 Euro) ama bence değdi. Üstelik çıkışta yaptığımız resimlerle yarışmaya da katıldık, resimler internet üzerinden oylanıyor ve en çok beğenilen resmin sahibine bir hediye çantası veriliyormuş. Şubat ayı resimleri henüz oylamaya açılmadı ama yine de gözünüz üzerinde olsun. - Pek güzel bir resim olmadı ama elimden geleni yaptım valla -


Günden maksimum verim alabilmek ümidiyle burdan Kilmainham Gaol'e doğru yola koyulduk. Yolumuz üzerindeki JJ Köprüsünün de tadına varabilelim diye yürüyelim dedik ama sanırım 50dk yürüdük ve vardığımızda hapishane kısmı ve turlar bitmişti, sadece müze kısmını gezebildik. Ama müzesi bile çok etkileyiciydi. İlk fırsatta tekrar gitmem gerek!

Dublin'den sonra sırada Liverpool vardı. Planlarımıza göre önce Anfield'e gidecek, ordan Albert Dock'a geçip Beatles Muesum ve International Slavery Muesum'u görecektik ama uçağımız rötarlı kalkınca Anfield'ı plandan çıkarmak zorunda kaldık. Bir de üstüne salak WhatsCooking adlı gerzek restorantta vakit kaybedince müzeler de kapanmıştı çoktan. sonrasında şehirde gezindik, Cavern Club'ı da gördük derken zaten Birmingham'a tren saatimiz geldi.

Türkiye'de olduğum zaman kar yağacağına çok emindim ama sevgili kar yağmak için bizim İrlanda'ya dönmemizi bekleyince çok bozuldum. Bu seneki kar şansım Birmingham'da bekliyormuş beni meğersem. Her ne kadar trenlerde kar nedeniyle biraz bekleme, aktarma falan olduysa da çok ciddi bir sıkıntı olduğunu söyleyemem. Birmingham'a varınca evinde kalacağımız arkadaşımın bizi metro durağından almasını beklerken bu gördüğünüz şaheseri inşa ettik biz de.




Eve gidip eşyaları bıraktık ama kara doyamayınca geri çıktık dışarı =) doya doya oynadık karda, yuvarlandık, savaştık, boğuştuk, hatta dev bir kartopu ile yolu bile kapattık!


Ertesi gün kar kış yağmur kar demeden ver elini Warwick Kalesi! Daha önce yazın gitmiş olduğum bu kale kışın daha da güzel göründü gözüme. Kale merakı olan herkesin gitmesi gereken bir yer bence. Yolunuz İngiltere'ye düşerse ne yapın edin bir gününüzü bu harikalar diyarına ayırın derim. Yırtıcı kuşların gösterileri mi dersiniz, sarayda dolaşan prens ve prensesler mi, yazın ortaya çıkan okçu ve tavuskuşları mı? Daha neler neler...



Birmingham'dan sonraki durağımız Londra oldu. Gider gitmez valizlerden kurtulduk ve koşa koşa Biritish Museum'a yollandık. -Tamam yol üstünde bana bi ayakkabı aldık ama valla acele ettim.- Daha önce nasıl gitmemiş olduğuma çok hayıflandım doğrusu. Bir değil birkaç gün ayrılması gereken harika bir yer! Ha İngilizlerin heryerden arakladığı tarihi eserler çok sinir bozucu ama o kadar farklı uygarlığa ait onca güzel ve değişik şeyi birarada görebilmek de harika doğrusu. Neyse ki giriş ücretsiz de, adamlara bir de o yönden kızmak nasip olmadı. Bir de son dakika golü olarak Tower Bridge'e gittik ama hem benim hem de Eşkiya'nın baş ağrısı nedeniyle akşamı erken bitirmek zorunda kaldık. Yine de gün boyu boşu boşuna taşıdığımız sıcacık çayımızı ve elmamızı dönüş yolunda karşılaştığımız evsiz gençle paylaşmayı ihmal etmedik.



Londra'da ikinci günümüz sadece yarım gün olduğu için pek fazla yer gezemedik ama yine de Hyde Park üzerinden Buckingham Sarayı'na gittik, ordan Saint James Parkı üzerinden, yol boyu sincapları besleye besleye BigBen'e* vardık.



Üstelik bu arada bir de bando takımı ve atlı süvarilerle karşılaşınca onları takip ederek Horse Guards Parade'e vardık ki pek bir atraksiyon olmasa da ilginç bir sahneydi bizim için.



Ve sonrasında da onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine miydi neydi nasıldı bilemiyorum şimdi ama onlar Türkiye'ye doğru ben de Belfast'a doğru uçaklarımıza bindiiik.

Bu arada söylemeden edemiyciiim, Heathrow Havaalanı'na hem Avrupa hem de UK'ya uygun bedava şarj üniteleri koymuşlar. Adamları ne kadar takdir etsem azdır valla.

*Big Ben'in twitter hesabının sadece saat başlarında dong'layan bir hesap olduğunu biliyor muydunuz? =)

1 yorum:

  1. çok yoğun bir yazı olmuş
    her şeyden kısa kısa
    güzel olmuş.

    Başkalarına genel bir şekilde yol gösterir, bize de bu günleri hatırlatır... Tam kıvamında sevdicek eline sağlık!

    YanıtlaSil

İki kelam etmeden gittiğinde üzülüyorum ben.