4 Eylül 2013 Çarşamba

Bir toplantı uğruna - Bölüm 2

Hostelde güya oda fiyatına kahvaltı da dahildi. Zaten çok bir şey yemem sabahları, en sevmediğim şeydir kahvaltı ama en azından bir iki lokma bir şeyler atıştırıp ilaçlarımı içmem, güne başlayabilmem için kahveye dalmam gerek. Önce çarşafları ve anahtarı iade edip 10£'umu geri alıyorum sonra da kahvaltı mekanı olduğunu tahmin ettiğim masalardan birine doğru yöneliyorum ki yoook, orası ayrıca bir cafe imiş, bizim gibi ezikler alt katta bir yerde kahvaltı yapacakmış. İniyorum ki ekmek, reçel, sıcak su ve süt. Tüm olay bundan ibaret. Neyse zaten ben de yemeye niyetli değildim. 1 dilim ekmek kızartıp bir fincan kahve yapıyorum kendime. Tuvalete gidip elimi yüzümü yıkayayım diyorum ki tuvalet Alman kızlar tarafından işgal edilmiş durumda. İnsan bilmediği bir dil konuşulup gülüşüldüğü zaman üstüne alınır ya mutlaka,anlıyorum kızların konuştuklarını, ve bu durum geliyo aklıma. İnsanoğlu ne garip. Kızların tek derdi ne renk ruj sürecekleri. Saat sabahın körü olmasına rağmen inanılmaz bir makyaj ve parti kılıklarıyla "hazır" oluyorlar. 

Kahvaltımı yapıp yola koyuluyorum. Randevum 10:45'te, saat daha 9:30, yolum Hyde Park'tan geçiyor. Parkta bisiklet istasyonunu görünce "neden olmasın?" dedim, zaten ne zamandır istiyordum, hem belimde de biraz sancı varken 20dk yürümektense 10dk bisikletle gitmeyi tercih ederim dedim. 


Bisiklet alabilmek için banka kartınız olması gerekiyor. Üyelik sisteminde durum farklı olabilir ama benim gibi yoldan geçen biriyseniz kart şart. Temel bir miktar olarak 2£ çekiyorlar kartınızdan, bu ücret dahilinde 24 saat boyunca istediğiniz kere yarım saatlik sürelerle ek bir ücret ödemeden binebiliyorsunuz. İstasyondan aldığınız bisikleti şehrin her yanına dağılmış istasyonlardan herhangi birine bırakabiliyorsunuz. Eğer bisikleti bir saate kadar alı koyarsanız 1£, bir buçuk saat için 4£ vb. miktar kartınızdan ayrıca çekiliyor. İlk başta ödediğiniz 2£'dan daha fazla ödemek istemiyorsanız yarım saat kuralına sadık kalmalısınız. Ödemeyi yaptığınız zaman makine size bir bilet veriyor, üzerinde bisikleti yerinden çıkarabilmeniz için gerekli kod yazılı. Kodu 10dk içinde tuşlayıp bisikletinizi almanız gerek. Ne var ki benim gibi narin narin davranmayın, tüm gücünüzle asılın bisiklete, çünkü yerinden çıkarmak pek de kolay değil.

Telefondan google maps'e bakıyorum. Bisikletle kısa bir zamanda hedefime varacağımı söylüyor. Tamam diyorum, zaten bu bisikletleri ilk defa sürmek için en uygun yer bir park olacaktı, ben de parkı boydan boya geçerek alıştırma yapmış olurum. Günün geri kalanında da şehirde bunlarla gezerim.
İlk hedefim Belçika Büyükelçiliği.


Şansım mı yoksa Barclay's'in bu bisiklet ağını süper bir şekilde organize etmiş olması mı bilemiyorum artık, tam elçiliğin önünde bir istasyon bulup oraya park ediyorum bisikletimi. Ama elçiliğin önü bomboş. Tamam herkes koşa koşa Belçika'ya gitmiyordur elbet ama bu kadar boş olması biraz şüphe uyandırıcı. Kapıya iyice yanaşıp panoyu okuyorum. "Vize başvuruları xxx adresine yapılacaktır" yazıyor. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Tekrar tekrar okuyorum. Evet yanlış gelmişim. Ben neden bakmadım ki başvuru yeri neresi diye? Bu hiç benim yapacağım bir iş değil. Offf of, aklım nerde benim? Ben nerdeyim? 


Saat 10:15. Hemen haritayı açıyorum yeniden, nerdeymiş gitmem gereken bu yer, en hızlı nasıl giderim diye bakıyorum. Meğer boşuna geçmişim parkı, kaldığım yer gayet de yakınmış oraya. Metro ile 38, yürüyerek 36, bisikletle 17 dakikada gidersin diyor google amca. Hemen atlıyorum bisiklete. Şarjım az kalmış olmasına aldırmadan sesli takip sistemini de açıyorum. Kulaklıklardan biri kulağımda, o tarif ediyor, ben ilerliyorum; arada huylanıyorum acaba yanlış mı gidiyorum diye durup kontrol ediyorum. Bisiklet üzerinde o kadar rahatım ki, arada Zerrincim arıyor, bir yandan bisikleti sürüp bir yandan onunla konuşuyorum, tabii kısa kesiyorum. Derken bakıyorum ki google amca sapıtıyor, bana daireler çizdirmeye başlıyor. Aynı yerden ikinci geçişimde emin olamıyorum ama üçüncüde ayılıyorum ve bisikleti bırakabileceğim bir istasyon arıyorum. En yakın yer St. Marie Hastanesi'nin arkasında. Hızlı hızlı gidip, bisikleti bırakıp kurtuluyorum. Bu arada süre yarım saati geçiyor ve benim kartımdan 1£ daha çekiliyor muhtemelen. 



Yolun geri kalanını yürüyerek gideceğim, google amca 8dk sürer burdan diyor. Saat çoktan 10:45 olmuş bile. Koşarcasına bir hızla yürüyorum. Bu arada öğreniyorum ki Bizans bana destek göndermiş, ama her zamanki hesabıma değil de ek hesabıma, yanımda bankamatik kartı yok o hesabın, parayı ordan çekemem. Telefonun interneti ile de bankaya giriş yapamıyorum. Sevdiceği arıyorum, telefondan anlık şifre üretip sevdiceğe söylüyorum nefes nefese, o benim yerime girip elimde bankamatik kartı olan hesaba aktarıyor parayı. Yürüyorum ama yollar sanki hiç bitmeyecek ve ben geç kaldığım için beni almayacaklar gibi geliyor. Ter içindeyim. Sonunda binayı buluyorum ama otopark var aramızda ve yüksekçe de bir duvar. Duvarın etrafından dolanıyorum, dolanıyorum, bitmek bilmiyor o duvar, ben iyice geç kalıyorum. Saat 10:55.


Sonunda buluyorum kapıyı, bakıyorum ki içerisi tıklım tıklım dolu. Derin bir oh çekiyorum. Çift soyadı problemi nedeniyle sistemin bana gönderemediği, telefonla öğrenmiş olduğum onay kodumu söylüyorum, sıra numaramı alıyorum. Bir de ek bilgi notu veriyorlar. Pasaportun temel bilgiler sayfasının fotokopisi gerekiyormuş. Fotokopi makinası var ama 50penny ile çalışıyor. Neyse ki var bozukluğum, çektirip hallediyorum. Derken vize ücreti geliyor aklıma. Ben para çekmedim ki gelirken! Neyse ki kartla ödeyebilirsin diyor ordaki görevli, rahatlıyorum, sıramı bekliyorum. Şimdi en önemli mesele, pasaportumu geri alabilmek üzere adamları ikna etmek. Edemezsem o günün akşamına Londra-Belfast uçuşu bulmak zorunda kalıcam ki bu da yanacak olan bir uçak biletinin yanı sıra en az +65£ ve Belfast - Armagh otobüs bileti demek. Stresi sıkıntısı da cabası.


Devam edecek...



Bir toplantı uğruna - Bölüm 1

Bu yazıyı yazmayı Pazar gününden beri düşünüyorum. Pazar günü evde bilgisayar başına geçmek istemediğim için yazmadım. Pazartesi günü zaten çalışmaya bile vakit olmadı, CouchSurfer ile sağlık ocağı ile, alışveriş ile, Mall'da uyuklamak ile geçti. Salı günü biraz kırıklık vardı üzerimde, hasta olmak üzereydim, Parasetamol, C vitamini ve Magnezyum dopingi ile kurtardım günü ama en panik olduğum gündü. Bugünse yeniden dizginleri elime almış ve yapılacaklar listesinden bir madde daha silmiş olmanın rahatlığıyla yazabiliyorum sanırım.

Blogu okuyanlar iyi bilir ki benim hayatım hep çok dolu, hep koşturmacalıdır. Benim için normal olan bu tempo, normal insanlar için dayanılmazdır. Normallerin normali ise beni depresyona sokacak kadar boş ve sakin bir hayat. Ne var ki son 1 aydır ipin ucunu kaçırmış durumdayım. 

Sanırım hayatımda yaptığım en büyük salaklık ile fark ettim içinde bulunduğum bu durumu.



Geçenlerde yazmıştım ya size, Belçika vizesine başvurmam gerekiyor ama posta ile başvuru meselesinde sıkıntı çıkabilir diye. Çıktı da keza. Eh ne demiş Murphy, "Eğer bir işin ters gitme ihtimali varsa mutlaka ters gidecektir." Ne kadar mail yazdım, telefon ettimse nafile, adamlar tutturdu kendin geleceksin diye. Ben de baktım Dublin-Londra, Belfast-Londra uçuşlarından daha ucuz, Dublin'den aldım bileti. SALAK! SALAK! SALAK! Kaç kere salak desem kendime yetmez. Salak, sen vize başvurusuna gidiyorsun, gidince pasaportunu bırakacaksın, o zaman Dublin sınırında ne ile geçeceksin, SALAK?! Bunu son güne kadar fark etmedim üstelik! Daha da üstelik, sevdicek de fark etmedi. 

Randevuyu aldım. Planlarımı yaptım. Murtaza'ya söyledim, Salı gün yokum diye. Eve gelen CouchSurfer'larla ona göre plan yaptık, bizden çıkıp Dublin'e gideceklerdi, ben de onlarla gidecektim. Derken... Pazartesi günü saat 3 suları... Marketteyim, kasada. Sevdicek aradı. Dur dedim acil bişiy yoksa döncem ben sana. Kasadan ayrılır ayrılmaz aradım. İyi ki hemen aradım. "Senin Londra uçuşun yarın değil bugün. Gece 10'da ama oraya vaktinde varabilmek için burdan saat 5'te otobüse binmen gerek. Acele et!"

Uçarak gittim gözlemevine. Boarding pass çıktısı aldım. Başvuru evraklarımı aldım, apar topar eve gittik. Ben çantamı hazırlarken sevdicek yemek yaptı. Yarım yamalak yiyip çıktık koşar adım otobüs terminaline. Yetiştim neyse ki.

Londra'da uçaktan indim, gidiş dönüş havaalanı-şehir otobüs bileti aldım. Şehir merkezinde otobüs değiştirip kalacağım hostelin yakınında bir durakta indim. Sorunsuzca buldum hosteli ama saat gece yarısı civarı, sokaklar ıssız olmasa da sessiz. 

Ucuz olsun diye hostelde kalıyorum. Ne de olsa bu Belçika toplantısının tüm masrafları benden çıkacak, gözlemevi destek vermiyor bu defa çünkü Arizona toplantısında tüm seyahat bütçemi aştım. Başta düşününce tek masrafım uçak bileti olacaktı. Toplantı organizatörleri katılım ücreti olan 220€'luk bir destek verdiler, otel yerine de Brüksel'de bir arkadaşımda kalıyorum. Geriye bir de oradaki şehir içi ulaşımım ve günlük yemek masrafım kalıyor, ki bu da çok dert olmaz dedik. Ama şimdi bu vize masrafları... Vize başvuru ücreti yaklaşık 50£, Londra'ya gidiş geliş yaklaşık 120£, eh bir de üstüne otel masrafı koyamam. 

Neden mi bir gün önceden gidiyorum? Çünkü başvuru merkezinden verdikleri en geç randevu saati 10:45. O saatte orda olabilmek için uçağın Londra'ya inişi en geç 9 olmalı. 9'da Londra'ya inecek uçak Dublin'den 8 gibi kalkar, ki o saatteki uçağa binmek için en geç 7'de havaalanında olmam gerek. 7'de havaalanında olabilmek için Armagh'tan 5 civarı yola koyulmam gerek ama en erken otobüs saat 8'de. Yani ya Dublin'de bir gece geçireceğim ya da Londra'da....



Neyse, ne diyorduk? Hah, hostel. Hostel dediğimiz şey aslında yurt. Olabildiği kadar küçük odalara, olabildiği kadar çok sayıda yatağı sığdırıyorlar ve siz de minimum ücretle kalıyorsunuz orda. Başınızı sokacak bir delik misali. 4lü, 6lı, 8li, 16lı ve hatta sanırım 20li odalar bile var. Bulduğum en makul hostel 4lü oda için geceliği vergiler dahil 25£ (yaklaşık 75TL). Odaların kimi karışık oluyor, kimi de kızlı erkekli. 6lı odaların tanımında kız ve erkek diye ayrı ayrı olduğu yazdığı için, 4lü oda görece daha lükse kaçtığı için, dikkat etmedim. Girince gördüm ki etmeliymişim. Ama duur, öyle kolay değil hemen odaya erişmek. Önce 10£ depozito vereceksin! Neden? Çarşaflar ve sana verilen anahtara bir zeval gelirse diye. Cüzdanımdaki tek para olan 10£'u uzattım resepsiyondaki hıyara. Kabul etmedi. Kuzey İrlanda banknotlarını İngiltere'de yasal olarak kabul etmek zorundalar ama zorluk çıkaranlar da oluyor, yapacak bir şey yok. Genellikle şirinlikle çözüyorum ama bu hıyar işte, adı üstünde. Neymiş, köşeyi dönünce benzinlik varmış, orda ATM varmış, ordan para çekebilirmişim. Cidden cebimizdeki son parayla gitmiştim. Bankada ise o aylık mutfak masrafı için ayırdığımız son 50£. Elim mahkum, gecenin o yarısı, geri yürüdüm o yolları, parayı çektim, götürdüm verdim hıyara. Çarşafımı ve anahtarımı alıp çıktım odaya. 

Oda harbiden minnacık ve pis kokuyor. Karşılıklı iki ranza var odada.  Her iki ranzanın da alt katı dolu; perdeler var ama birininki yarım açık, diğeri tam kapalı. Yatanlar kız mı erkek mi anlamadım, ama önemsemedim ilk başta. Sonra baktım ki sağdaki adam garip garip genzini çekiyor, sümüğünü yutuyor, haliyle huylandım biraz. Telefonun yedek pilini şarja taktım, bir tek ayakkabılarımı aşağıda bırakıp tırmandım yukarı. Çarşaf falan serecek durumum yok, adamlar uyanmasın, benim varlığımı fark etmesin diye tırsıyorum. Normalde tecavüzden ziyade organ mafyasından korkarım ama bu defa değil. Neyse ki gayet unisex görünümlü ayakkabılarım, yoksa onları da alırdım yukarı. Sırt çantam ayaklarımın dibinde, üstüme nevresimi örttüm, yastığa da kılıfımsı bir şey koydum, kıvrıldım. Perdemi çektim tamamen ama bir yandan da alttaki adama bakıyorum, adam mıdır kadın mıdır emin olamıyorum, kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum. Derken rezil ötesi bir koku! Tabii ki uyuyan adamdan ne beklenir?! Kusacak gibi oluyorum! Anlıyorum ki odadaki koku ayak kokusu değil! Cam da açık ama yine de durum dayanılır gibi değil. Eşyalarımı alıp lobide sabahlasam diye düşünüyorum ama "zaten yeterince salaklık ettin kızım, bari az da olsa uyumaya çalış, ayaklarını uzatıyorsun böyle hiç değilse, yarına bir de bel ağrısı eklenmesin, az kaldı zaten sabaha" diyerek sakinleştiriyorum kendimi. Çantamdan kolonya bulup, burnumda o minik şişe, elimde twitterın sakinleştirici gücü olan telefonla uyuya kalıyorum. Uyku da uyku değil kabus oluyor haliyle. Ha bire uyanıyorum, resmen tavşan uykusu. Bi ara alt kattaki adam kalkıyor. Tuvalete gidiyor. Çıplak mı??? Yerde kıyafetlerini görmüştüm ama çıplak uyuyor olabileceğini tahmin etmemiştim doğrusu. Saat sabahın 4'ü. Az daha dayan diyorum kendime. Uyuya kalıyorum adamın yatağa geri girişini duymadan, perdelerim sımsıkı kapalı. Saat 5'e çeyrek var. Uyanıyorum. Perdeyi aralayıp alttakileri kontrol edicem belki de adam sabah çok erkenden gitmiştir diye. Alttakinin perdesi aralık. Garip bir şey görüyorum, uyku sersemi anlamıyorum ne olduğunu. Meğer adamın pipisi! Boxerının önündeki boşluktan dışarı sarkıyor! Of Allahım!!!! Koşar adım kaçmak istiyorum ordan. Ama sonra sakinleşiyorum, "odada kız olduğunu bilse adam böyle yatmaz, demek ki benden haberdar değil. Bu saatte her yer kapalıdır, az daha durayım diyorum." Tüm vücudum gergin, uyuya kalıyorum. Uyanıyorum, saat 5 buçuk. Uyanıyorum, saat 6. Uyanıyorum, saat 6 buçuk, uyumuyorum bir daha. Biraz duruyorum olduğum yerde. Sonra kalkıyorum, tuvalete bile girmeden apar topar çıkıyorum odadan. 



Devamı gelecek...