27 Temmuz 2011 Çarşamba

GA'da 3. Gün

22 Mart 2011

Üçüncü gün, büyük gün, çünkü bugün artık Sutherland'a yani gözlemevine doğru yola koyuluyoruz. Sabah kahvaltımızı yine HelloSailor'da yaptıktan sonra hızlıca misafirhaneye doğru yol aldı Murtaza. Sutherland'a gidecek olan servis bizi ve diğer gözlemcileri SAAO kampüsünden saat 11'de alacak olduğu için Murtaza pek bir telaşlı. Dakik olmak adına herhangi bir buluşma öncesi bu kadar gerginliğe gerek görmüyorum doğrusu. Ben de dakikliğe dikkat ederim ve çoğunlukla da geç kalmayan birisiyimdir ama böylesi gerginliklere gelemem hiç. Murtaza tüm pimpirikliğiyle misafirhaneye doğru giderken ben dün gece yazdığım kartpostalları göndermek için postane derdine düştüm. Bu duruma biraz gerilse de sorun olmaz meraklanma vaktinde gelirim diyip ayrıldım yanından. Yol üzerinde birçok defa sorarak buldum sonunda postaneyi. Arada kaybolma ve gaspedilme korkusu hissetsem de saçmalama dedim kendime sen değil misin tek başına 2 yıl yurtdışında yaşayan, gecenin bi vakti tek başına yurda dönen? Bak bunların hepsi o olaydan sonraydı, aştın artık bu sıkıntıları. Hem zaten biliyosun sen adamın gözünü nasıl oyacağını. Neyse zor bela buldum postaneyi, epeyce bir süre sırada bekledim. Elimdeki kartpostalları gönderirken gözüme yurtiçinde kullanılan pullar ilişti. Uluslararı pullr hala 2010 Dünya Kupası temalı ama tabii ki diğerlerinden de birer set aldım ama görevliyi ikna etmem pek kolay olmadı. Kadın tutturdu bunları kartpostallarda kullanamazsın diye. Yahu tamam diyorum, kendim için alıcam bunları, pul kolleksiyonum var benim. Ama sanırım hayatında ilk defa kolleksiyon yapan birine rastlamış ki hiç anlam veremedi benim bu isteğime. 
Günümüzde çoğu yerde pullar artık sticker halinde üretiliyor ne yazık ki. Evet yalama derdinden kurtuluyorsun ama sonra o pulları zarftan ayırmak neredeyse imkansız oluyor. Pul kolleksiyonuma başladığımda sanırım 10 yaşında falandım. Dayımın fazla pullarını bir pul defterine yerleştirerek başladım. Sonra annemin yurtdışı paketlerinden gelen pulları ekledim kolleksiyonuma. Her biri ülkelerine göre ayrılmış ve kendi içinde yıllara göre dizilmiş 3 defter dolusu pulum oldu sonunda. O yaşlarda coğrafya ve tarihe karşı ilgisiz bir çocuk için en azından ülkeleri ve belli başlı temel kültürlerini öğrenmek için zevkli bir uğraştı bence. Şimdi ise ne yazık ki artık birçok posta elektronik pullarla veya doğrudan e-maillerle gönderiliyor. Ben de gittiğim ülkelerden, gerçekten kolleksiyon yapmaya uygun şekilde, kullanılmamış pul topluyorum elimden geldiğince. 

Aranızda pul kolleksiyonculuğuyla ilgilenen var mı bilmiyorum ama olur da bir zarfta güzel bir pul görür de saklamak isterseniz pulu kağıttan ayırmak için minik bir ipucu vereyim size. Kuru kuruya pulu altındaki kağıttan ayırmaya kalkışmayın sakın, zarar verirsiniz. Zarfın pul olan kısmını etrafında biraz boşluk bırakarak kesin. Bir kaba ılık su koyun ve kestiğiniz pulu suya koyun. Yaklaşık 1 saat sonra pulun kağıttan ayrılmış olduğunu göreceksiniz. Eğer çok eski bir tarihten kalma bir pul ise bu süre 3-4 saate kadar çıkabilir, acele etmeyin. Her kolleksiyonculuk gibi pul kolleksiyonculuğu da sabır isteyen bir iştir. Sudan çıkardığınız pulu kurutmak için bir kağıt üzerine serebilirsiniz ancak resimli yüzünün kağıda dönük olmasına dikkat edin yoksa nadiren de olsa yapışkanı tam olarak gitmemiş bir pulu kağıttan ayırmakta zorlanabilirsiniz. Eğer aceleniz varsa bu kağıdı kalorifer üzerine koyabilirsiniz ama genellikle kendi kendine kurumaya bırakmak en iyisidir. Ne yazık ki bu işlemler şimdilerde günlük hayatta kolaylık sağlayan kendinde yapışkanlı pullar için geçerli olmuyor. Belki internette bunun çaresi de vardır ama araştırmaya hiç vaktim olmadı. Bir bilen varsa, bana da öğretirse çok sevinirim doğrusu. Hatta aranızda pul değiş-tokuşu yapmak isteyen olursa, sevinçten havalara uçarım.

Öte yandan Güney Afrika'dan aldığım o güzel pul setlerini de defterime nasıl yerleştireceğimi bilemiyorum hala. Sanırım bu tür setleri ayrıca bir kutuda biriktireceğim. Geçenlerde Royal Mail'in "Magical Realms" pul setini alınca da benzer bir sıkıntıya düştüm. Pulları set halinde alınca genellikle ilgili bir açıklama veya özel bir kapla birlikte geliyor ve bunu bozmak istemiyor insan. Aldığım Güney Afrika pullarında ise "Big Five" ve "Small Five" ve bir de çeşitli çiçek türleri var.












Postaneye giderken dönüş yolunu kolay bulabileyim diye kafamın içinde minik bir pusula ile dolaşmıştım. Ne var ki postaneden çıktığımda geç kalacağım telaşıyla pusula beynimin derinliklerine kaçtı. Neyse ki Misafirhaneye giden yol üzerinde koca bir sirk vardı ve bulunduğum yerden sirkin bayraklarını görebiliyordum. Ana caddeye çıktıktan sonrası zaten kolaydı.

Misafirhaneye gittiğimde yapacak çok işim yoktu, valizlerimi önceki akşamdan hazırlamıştım zaten. Tek yapmam gereken pijamalarımı bir yerlere sokuşturmak oldu. Valizleri misafirhane binasının önüne koydum ve 200 metre ötedeki enstitü binasına gittim. 10:30 çayı için hemen hemen tüm enstitü üyeleri oradaydı. Murtaza'yı buldum, valizleri kapının önüne çıkardığımı söyledim, ne var ki illa ki enstitü binası önüne getirmem gerektiğini söyledi. Herkesin valizleri burdaymış, benim de öyle yapmam gerekiyormuş. Tek başıma biraz zorlandımsa da hallettim. O sırada enstitü binasına bakındım biraz, hızlıca.


Girişte SALT teleskobunun kartpostallarını görünce heycanlandım ama Murtaza zaten kartpostal meselesi için ondan ayrılmama bozulmuştu, bi de burdaki kartpostallarla ilgilenince iyice canı sıkıldı. Vaktimiz yok artık diyip döndü arkasını. Ben de servisin tam olarak kaçta geleceğini bilmediğim için fazla ısrar edemedim ama gözüm kalmadı, Murtaza'ya gıcık olmadım desem yalan olur. Üstüne bir de servisin gelmesi 11:30u bulunca iyice canım sıkıldı. Sonuçta 3-5 tane kartpostalın parasını ödeyecektim alt tarafı, ne kadar uzun sürebilirdi ki bununla ilgilenen kimseyi bulmak? Servis geldi, valizleri yerleştirdik, arabaya yerleştik. Sutherland'da bizim kullanacağımız 1.9metre'lik teleskoptan başka teleskoplar olduğunu da biliyordum ama kaç tane olduğunu bilmiyordum doğrusu. Ama koca bir servis dolu insanla yolculuk ediyor oluşumuzdan epeyce çok teleskop olduğunu anladım.















Yaklaşık 3 saat süren yol pek sorunsuz geçti, hatta yol kesen maymunlar sayesinde eğlenceliydi bile! Şehirlerarası yolda bir yol gişesi çıkışında yola devam edemediğinizi ve bunun nedeninin yolunuzu kesen maymunlar olduğunu düşünebiliyor musunuz? Kimi yerlerde gecekondular, çocukparkları, camiye benzer yapılar ve şarap bağları gördük; sonunda da sağ salim ulaştım Sutherland'daki SAAO'ya.











GA'da ikinci gün














Güne erken başladık. Murtaza ile kapının önünde buluştuğumuzda saat 9'du. Önceki gece yatmadan önce yarın sabah kaçta buluşalım diye sorduğunda sen bilirsin dememem gerektiğini 8,5 iyi mi dediği zaman anladım. Kısa bir pazarlığın ardından 9'da anlaştık neyse ki. Kahvaltı için, kaldığımız yere 5-6 km mesafede bir ilçeye yürüdük ve kahvaltımızı minik bir cafede yaptık, Hello Sailor! Önceki günün yorgunluğu ve 9'da hazır olmak için 8,5'te kalkmış olmanın verdiği mahmurlukla tabii ki sabah sabah hiçbirşey yemek istemedi canım ama taze bir portakal suyu ile açılışı yapınca Murtaza'ya eşlik etmek için ben de bişiyler yedim işte, yağda yumurta, sosis, vs.


Kahvaltıdan sonra odalarımıza çekildik. Bugün için tek planımız öğle yemeğinde Murtaza'nın bir arkadaşı(Cılız hoca diyelim) ile buluşması ve akşam yemeğine davetli olduğu bir başka arkadaşı vardı. Tabii onun arkadaşları(!) benim tez konumun üstadı hocalar oldukları için çok ilgi çekici kimseler oldular benim için. Öğleyin Cılız hoca ile buluşma vakti gelince konukevinin önündeki bahçede bekledik ve ben de bu sayede farkettim oradaki diğer binaların aslında SAAO (South African Astronomical Observatory) tesisleri olduğunu. Elimde fotoğraf makinemle ilginç birşeyler araken önce karşıma bir güneş saati çıktı. Bir süre onunla oyalandıktan sonra karşılaştığım şeye inanamadım ilk anda: Bir Cennet Kuşu çiçeği! Evet evet, bundan 7-8 yıl önce yaklaşık 2 yıl kadar masaüstü resmim olan "Bird of Paradise" (daha bilimsel adıyla Strelitzia), hem de öylesine kenarda duran bir bitki gibiydi Güney Afrika'da! Ne var ki ancak bir kaç kare çekebilmiştim ki Cılız hoca geldi, ve yemek için yine "River Club"a doğru yola koyulduk.


Öğle yemeğinin asıl konusu Murtaza ile Cılız hocanın Temmuz başında CapeTown'da düzenleyecekleri kongreydi. SGAC'nin düzenleme komitesinde olduğumu ve daha önce iki uluslararası kongrenin de organizasyonunda yer aldığımı söylediğimde Cılız hoca beni bu kongre işlerinde kullanmayı düşünür gibi oldu ama ne var ki Murtaza gözlemevinin bütçesinin buna uygun olup olmadığını bilmediğini söylerek kapattı konuyu. E işe başladığımdan beri ha bire geziyorum, bi türlü kendi işime odaklanamadım ki, adamın ilk anda tamam dememesi normal yani. Neyse, yemeğin sonunda, Cılız hoca Murtaza'ya bugün için planını sorunca Murtaza'nın verdiği cevaptan anladım ki akşamki davet Murtaza ve ekibine değil, Murtaza'ya özel bir davetmiş. Nasıl olmuşsa Murtaza'nın bu konuda ingiliz centilmenliği tutmuş da beni yalnız bırakmamak için bana çaktırmamış bu durumu şimdiye kadar. Gerçi bu da iyi mi değil mi bilemedim ya, akşama tek başıma olacağımı öğrendiğimde artık Pierre veya SGAC'den bir başka tanıdık olan CJ ile buluşmayı istesem de ne yazık ki Pierre'in programı buna pek müsait değildi. CJ'e de ulaşamadım. Ben de şehri kendi başıma keşfetmeye karar verdim. Bunu duyan Cılız hoca hemen heycanlandı, nereye gideceksin, neyle gideceksin, gece geç kalma sakın diye temkinlere kadar götürdü işi.
Hal böyle olunca huylandım ben de. Ne de olsa ramazan ayında Kayseri'de tecavüz hikayeleri yaşamış birisiyim, en olmadık işler gelir beni bulur yine. Benim niyetim trenle şehir merkezine gitmekti ama Cılız hoca beni arabasıyla WaterFront'a bırakmayı daha uygun gördü. Önceki gün Pierre'in, bugün de Cılız hoca ve Murtaza'nın uyarılarının üstüne ben de pek itiraz edecek gücü bulamadım kendimde doğrusu. Ne var ki CapeTown'a gidip de yolumun bir alışveriş merkezinde (Victoria and Alfred Waterfront Shopping Centre) sonlanacağını beklemiyordum yine de. Ancak o sıcakta çok da sorun etmemeye çalıştım bunu, ne de olsa serindi ve birçok yerel dükkan vardı gezip görecek, incelenecek.


İlk girdiğim dükkanda el yapımı minik heykeller, anahtarlık vb şeyler satılıyordu, üstelik hemen oracıkta yapıyorlardı kara kara adamlar. Sonrasında ne hikmetse kendimi kitapçıda buldum her zamanki gibi.


Bolca kartpostal aldıktan sonra, dükkan dükkan gezdim, kendime ve sevdiceğe Güney Afrika t-shirtü, ve yıllardır istediğim gibi kemik bir zarf açacağı aldım kendime. 



Migros'a benzer büyükçe bir yer buldum ve hemen Güney Afrika şaraplarına doğru yol aldım. Bolca şarap, yerel kahve, Pierre'in mutlaka denemelisin dediği -sadece Cape Town'un belirli bir kısmında yetişen bir bitkiden üretilen- Roibos çayı ve sevdiceğe götürmek üzere konsantre creme soda, bir de kumaş çanta aldım, malumunuz çevre dostuyuz, naylon torba kullanmaya karşıyız. Ha bir de akşam yemeğim olsun diye biraz cips, biraz da üzüm aldım kendime.


Elim kolum o kadar dolu olunca, Cılız hoca beni bırakırken yol üstüne görüp de gözüme kestirdiğim Sealife'a gidecek enerjim kalmadı. Dönüş için taksiye binmeyi düşünüyordum ama daha ben Armagh'tayken Pierre'in bana yazdığı mektupta taksilerle ilgili anlattıkları gelince aklıma bu da ayrı bir maceraya dönüştü. Üstüne, tam da alışveriş merkezinden çıktığımda karşıma çıkıp taksi lazım mı ablaaa diyen adamları görünce, gerisin geri içeri girdim. Oralarda bana en güvenilir gelen tabii ki kitapçı oldu, ordaki adama sordum çıkışta bekleyen taksiler güvenilir midir diye. Bir sorun olmayacağını söyleyince içim rahatladı biraz ama gerginliğim geçmedi. 

Ben de elimdeki yüklere rağmen dışarı çıkıp biraz oturdum, kendimi şehirdeymiş ve güvenli bir ortamdaymış gibi hissetmeye çalıştım. Değişik bir müzik aleti çalan adamı dinledim. Biraz fotoğraf çektim, biraz manzara izledim. Hele ki reklam panolarından birisinde THY reklamı görünce nasıl komik bir huzur doldu içime anlatamam. Türkiye ile alakalı bişiy olsun da içim rahatlasın diye bekliyormuşum meğer.


Sonunda alışveriş merezinden biraz öteye ilerleyebildim ki karşıma "Nobel Square" çıktı. 



Birkaç kare fotoğrafın ardından daha fazla dayanacak gücüm kalmayınca taksilere yönlendim. Ne var ki o tedirginliğimi yenemedim bi türlü. Taksici taksi mi arıyorsunuz dediğinde hayır dedim ilk önce, 1-2 dakika adamı süzdükten sonra SAAO'ya kaça gidersiniz dedim. Adam makul bir fiyat söyleyince kendimi rahatlatmaya çalışarak tam arabaya biniyordum ki telsizden bir anons geldi, taksici ötedeki başka bir taksiyi göstererek şuna binin dedi bana. Amanın, elim ayağım birbirine dolaştı bir anda. O taksici nasıl korkunç göründü gözüme, sanki biner binmez beni mezbahaya götürüp böbreklerimi çalacak! Ama artık o noktada vazgeçmek olmazdı. Bak kızım dedim kendi kendime, o iyi kalpli taksici seni bir caniye yönlendirmiş olamaz, plakayı telefonuna yaz, acil bir durumda mesaj olarak Pierre'e göndermek üzere hazırlıklı ol, ve aklı başında bir insan gibi davranarak bin şu taksiye! Kendi kendimin sözünü dinledim, ilk 30 saniye bir polisiye filmin 90.dakikası heycanıyla geçse de sonradan taksiciyi pek bi sevdim, beni doğru yoldan götürüyor mu diye yolları incelemeyi bırakıp eldım elime fotoğraf makinesini alıp etrafı çekmeye başladım. Bu yazıyı okuyabildiğiniz üzere sağ salim vardım odama, aldığım kartpostalları yazdım ve mışıl mışıl uyudum.

26 Temmuz 2011 Salı

Güney Afrika'da ilk gün ve penguenler



Botanik bahçesinden çıkıp doğrudan Boulders Beach'e gittik. Arabayı makul bir yerde park edip, 1 km kadar bir yol yürüyerek vardık penguenler mekanına. Yol üzerinde minik hediyelikler satan birkaç tezgah gördümse de Güneş batmadan, bi an önce penguenlere yetişmek için dönüşe erteledim alışverişi. Yumurtasından yeni çıkmuş yavru penguenler, tüy değiştiren çocuk penguenler, avaz avaz bağıran penguenler, kayalıklara çıkıp atlayan penguenler, sevgilisyle sahilde yürüyen penguenler…









Penguenlerden ayrılmak pek kolay olmadı ama dönüş yolunu da hesaba katınca fazla da oyalanmak doğru değildi. Arabayı park ettiğimiz yere giderken önceden gördüğüm tezgahların çoğu kapanmıştı, bir iki tanesi de toparlanıyordu. Hemen gidip pazarlığa giriştim, ve tanesi 60 rand dedikleri minik penguen heykelciklerden ikisini 70 Rand'a aldım. Pazarlık kültürüne parseklerce uzak olan Murtaza ise benden 7-8 metre uzakta büyük bir hayranlıkla bana bakıyor, bir yandan da Pierre'e beni gösteriyordu. Alışverişimi bitirip yanlarına döndüğümde, yaptığım pazarlığı sordu Murtaza, ve şaşkınlığını atlatır atlatmaz ilk cümlesi "bundan sonra UK dışında alışverişlerimi sen yapacaksın" oldu. Zavallı adam ne bilsin pazarlık yapmayı, haklı tabii.



Civardaki bir restorantta, sahil manzarasına karşı biraz dinlendikten sonra, Cape Town'a gitmek için kıyı şeridini takip ettik. Bu yol normaldekinden biraz daha uzun sürse de, yol boyunca birçok minik gözlem yerinde durup bi dolu fotoğraf çektik. Harika manzaranın yanısıra, kocaman bir sahilde minik silüetini gördüğüm atlılar beni en çok etkileyen şey oldu sanırım. Yukarıdaki fotoğraftaki atlıyı seçebiliyor muunuz?

Cape Town'a döndüğümüzde Murtaza ben yoruldum diyerek biraz mızmızlansa da Pierre "Signal Hill'i mutlaka görmelisiniz" diyerek o yöne doğru sürdü arabayı. Gerçekten de harika bir şehir manzarası olan Signal Hill, yapacak fazla etkinliği olmayan yerlilerin yeni gözdesi olmuş; ellerinde fenerlerle tepeye tırmanmak son zamanların en popüler aktivitelerindenmiş. Gerçekten de yavaş yavaş ilerleyen minik ışıkları farketmemek mümkün değildi.



Günü logosunda bir kızılderili olan bir et restoranında, Spur'da, tamamladık ve benim de "creme soda" ile tanışmam böyle oldu. Ana yemeklerin gelmesini beklerken soğuk birşeyler içelim dedik; ilk başta Pierre'in ne içtiğine dikkat etmemiştim ama sonra parlak yeşil renkte bir şeyi büyük bir zevkle içtiğini görünce dayanamadım, sordum, azıcık tadına da baktım. Bir tür gazoz diyebilirim sanırım, tadı bildiğim birşeylere benzemiyor, belki BigBabol sakızına benzetilebilir. Pierre ise creme sodanın Türkiye'de veya UK'da bulunmadığına çok şaşırdı. Bu güzel yemeğin üstüne deliksiz bir uyku ile ilk günü tamamladık...

Güney Afrika'da ilk gün ve Kirstenbosch Botanical Garden


CapeTown'a vardığımızda artık Pazar olmuştu. Önceden ayarlanmış bir taksi gelip aldı bizi. Meğer taksicinin Murtaza ile de tanışıklığı varmış fi tarihinden. Taksici pek konuşkan birisi çıktı; hemen kiminle çalıştığımı, nerede ne yaptığımı falan sorgulamaya koyuldu. Meğer QUB'daki danışmanımı da tanırmış, epeyce şaşırdım doğrusu. Herşey bir yana, valizinin sapı kırık olan Murtaza'ya akıl vermeyi de ihmal etmedi taksici amca, "havaalanı firmasına şimdi kırıldı dersen sana yenisini verirler" diye. Konuşkan bir taksici kimi zaman iyi bir rehber de olabiliyor, keza kalacağımız yere varana kadar bana bir çok yeri anlattı: Masa Dağı, Aslan Başı Tepesi, dünyada ilk başarılı kalp naklinin gerçekleştirildiği Groote Schuur hastanesi, üniversite tesisleri vb.




Gözlemevine çıkmadan önce 2 gece kalacağımız SAAO - Cape Town tesislerine geldiğimizde, odalara yerleşmeden önce Murtaza ile yemek için sözleştik. Her ne kadar Murtaza şimdiye kadar sık sık yinelese de Pazar gününü dinlenmeye ayırdığını, SGAC'den tanıştığım Güney Afrikalı arkadaşım Pierre ile planımız olabileceğini söylediğimde bu defa çok da uzak durmadı bu davete.



Odaya yerleşip birazcık dinlendikten sonra hemen buluştuk kapının önünde, konukevinden çıkıp araba yolunu kısaca takip edip, minik bir köprüden geçip hemencecik sağa dönünce SAAO'nun yakındaki "River Club"a vardık birşeyler yemek için. River Club hem restorant hem de bir golf kulübü aslında. Üzeri golf topları ile dolu, minik bir golf aracının gezip topları topladığı bir yeşil alan karşısında yiyorsunuz yemeklerinizi. 


Bu arada bi dolu sms arasında Pierre'e konumumuzu bildirdim, ve o SMS'ler arasında farkettim yanıma güneş kremi almamış olduğumu. Pierre ile mesajlaşmalardan anladım ki, güneş kremi Murtaza'nın dediği gibi sadece eczanelerde satılmıyormuş Güney Afrika'da, ve pazar günü de güneş kremi alabileceğimiz bir market bulabilirmişiz.



Öğle yemeği olarak klasik "fish and chips" yerken ben, Murtaza ne yedi hatırlamıyorum valla, çok acıkmışım ki hiç dikkat bile etmedim. Bu arada Pierre geldi, günün planını yaptık. Odalarımıza uğrayıp fotoğraf makinelerimizi aldıktan sonra Pierre'in arabası Green Mamba ile gideceğimiz mekanları belirledik: ilk olarak Kisrtenbosch Botanical Garden, ardından da Simon's Town'daki Boulders Beach yani penguenler! Güney Afrika'da penguen ne arar diyenlerdenseniz, meselenin geçmişi için sizi wikipedia'ya  yönlendirebiliriz. Aslında botanik bahçesi benim pek ilgimi çekmedi, keza Mart ortasında havalar kuzey yarı kürede ne kadar soğuksa güney yarı kürede de o kadar sıcak ve güneşli oluyor. O sıcağın altında börtü böcek görmektense bir an önce penguenlerime kavuşmayı tercih ederdim ama ne hikmetse Pazar günü ben onca yolluk uçuştan sonra yorgun olurum diyen Murtaza birden bire gezme heveslisi çıktı, ve botanik bahçesine giderseniz ben de gelirim yoksa gelmem diye triplere girdi. Hal böyle olunca, ben de çok itiraz etmedim, hatta bu huysuz adam bu kadar istiyorsa vardır bir güzelliği dedim. Var mıymış, yok muymuş fotoğraflara bakarak siz karar verin ;)




Öğle yemeği sonrasında, botanik bahçesine doğru yola çıkmadan önce, odalarımıza gidip fotoğraf makinelerimizi aldığımızda Murtaza'nın makinesinin pilinin bitmiş ve bu yüzden cep telefonundaki fotoğraf makinesine kalmış olması da büyük bir şanstı sanırım benim için, keza adam cep telefonuyla çektiği fotoğraflarda bile o kadar oyalandı ki elinde manuel ayarlı bir makine olsa halimiz nice olurdu düşünmek bile istemiyorum doğrusu.


Botanik bahçesinde tahmin edeceğiniz üzere çok nadir bulunan ve kimi koruma altına alınmış çeşitli bitkiler ve çiçekler bulunmakta. Bitkilerin yanında/önünde bulunan minik panellerde kimilerinin çeşitli dertlere deva olduğu, kimilerinin zehirli olup olmadıkları vb bilgiler yazılı. Genel itibariyle kaba ve küstah birisi olduğuna kanaat getirdiğim Murtaza'nın başağrısına iyi gelen otları bana göstermesi ve önermesi ise benimle ilgili bir detayı aklında tutmuş olması bakımından beni hayrete düşürdü.


Bahçenin girişinde/çıkışındaki alanda bir de heykel sergisi var ki bence çok sevimli figürler barındırıyor.

PS: Hediyelik alışveriş için botanik bahçesinin çıkışındaki dükkanı tavsiye ederim. Fiyatlar gayet normal, ve çok güzel, çeşitli hediyelikler bulmak mümkün. Ayrıca girişteki information desk'ten ücretsiz CapeTown haritası da alabilirsiniz.