7 Şubat 2009 Cumartesi

Hani benim hamurum?


Elinin hamuruyla her işe karışma derler genelde kızlara, peki benim gibilere ne derler? Mesela anneannem "seni alan adam 2 hafta sonra geri getirecek bak benden söylemesi" der. Siz ne dersiniz bilmiyorum. Aslında olay gayet masumane bir şekilde ütü yapmak istememle başladı. Ekim başı gibi aldığım ütü makinesinin fişini anca bugün taktım; çalışma masamın üstünü tamamen boşaltamayacağımı anlayınca bir tomar kağıdın üstünü boşalttım; "nasıl olsa kağıt yanmaz, hem zaten seksen saat ütü yapacak değilim ya" dedim; ütü ısınırken ben ütüleyeceğim şeyleri hazırlamak üzere yatağın üstündekileri karıştırmaya başladım. Bir süre sonra sıcak, ılık bir koku geldi, "hah! tamam, ütü ısındı herhalde" dedim. Tam ütüyü elime aldım ki... bi baktım ütünün tabanı bembeyaz. "Anaaam, ne güzel leeen! Altı beyaz ütü yapmışlar, hehee!" dedim ki.."altı beyaz ütü mü?!?!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!" ütünün altına plastik bişiy geçirmiş süper akıllı satıcılar ki taban çizilmesin diye. Ben de ne biliyim işte, hiç bakmadım ütünün altına bişiy yapıştırmışlar mı acaba diye.

şimdi mi? o plastiği sökmeye çalışmakla meşgulüm... =/

ilk +18!!!

Nedir beni rahatsız eden bu ülkede? Neden sevmiyorum burayı? Bunu bana sorduklarında neden sadece "kültür farkı işte" diyebiliyorum en fazla? Neden ne zaman azcık eğlenmek adına birilerinin olduğu bir ortama girsem çıktığımda psikolojim alt üst olmuş oluyor?

Canınızın sıkılmasını istemiyorsanız, bunlar buraya yazılır mı yahu diyecekseniz, sana hiç yakışmamış cadı diye düşünecekseniz, bence hiç okumayın, çünkü bunları diyebileceğiniz şeyler bu benim canımı sıkan keyfimi kaçıranlar. Burası serbest bögle, kimi zaman iyi, kimi zaman kötü, kimi zaman mutlu, kimi zaman hüzünlü, ama cadının kazanı işte... her zaman iyiye dair kaynamıyor bu kazan...

Sanırım bundan 3 hafta öncesiydi, Mark, bir arkadaşının doğumgününe davet etti beni. Cafe-bar tarzı bir mekanda kutlanıyor doğumgünü. Doğumgünü sahibi Alex, Gimbal, Mark, tanımadığım bir çocuk, önceden birkaç defa aynı ortamda bulunup da sevmediğim bir kız(kendine kardelen lakabını takmış) ve bir kız daha. Ortama sonradan Erik de katılıyor. Mark, kızlar ve tanımadığım çocuk karşımızda oturuyor, Gimbal Alex ve Erik'le birlikte yanyanayım ben. Önce içkileri ısmarladık, herkes kokteyllerle başlasın, birlik olsun (içkinin birliği de böyle oluyomuş) sonra kim ne isterse onu içsin denildi. Zaten konuşmalar hep almanca, sadece Mark ve Gimbal ile ingilizce konuşuyoruz, özellikle Gimbal'ı zorluyoruz ki konuşması akıcılık kazansın vs. Daha ilk içkiler geldi, yarılamadık bile, kızlar sarhoş olmaya karar verdiler. Abartılı kahkahalar, aşırı yüksek ses tonunda konuşmalar... Hemen benim Türkiye'deki ortamlarım aklıma geldi, zaman zaman biz de sarhoş olmasak bile, bi an önce sarhoş olmak isteğimiz ağır bastığından, iki yudumda sarhoş olma kararımızı uygulardık. Ama... yanaklar pembe pembe olurdu, ortam hoşlanılan bi çocuk varsa azcık yanaşılırdı, ha çok cesaretimiz varsa en fazla gözünün içine içine bakılırdı, belki çıkışta el ele tutulurdu. Sonrasında bişiy olacaksa olurduuu, olmayacaksa zaten sarhoştuk =)) Şimdi bu sevgili kardelen ve arkadaşı sarhoş olma kararı aldılar ya... sarhoş olmaktaki amaç, dünyayı unutacak kadar mutlu olmak, gülecek bişyin olmasa da gülmek falan değil, sadece ilgiyi üzerinde tutmak. Kardelenin sevgilisi yok sanırım, diğer kız da yeni ayrılmış sevgilisinden, üstelik ayrıldığı çocuk ortamdaki tüm oğlanların kankası durumunda. Neyse bu birşey değil de, beni rahatsız eden ilgi çekme yöntemleri... Tabii ki şuh kahkahalar ve fakat mutlaka aşırı(!!!) açık saçık espiriler, birbirlerinin evinde kaldıkları zaman ne kadar eğlendikleri, kızkıza aynı yatakta yatmanın ne kadar doğal olduğunu anlatmaları... Şimdiye kadar sanırım sadece bir arkadaşımla aynı yatakta uyudum gece boyu, o da ayaklarımız suratımıza gelecek şekilde çapraz, ha sarılarak da uyurdum hiç sorun değil, ama bunu sonra ne şekilde, kime, nasıl ve daha da önemlisi neden anlattığın asıl mesele! Bunların anlattığı bir yatakta uyuma hikayeleri ise biraz farklı, zaten bunun üzerinde yarım saat geçmeden birbirlerini öpebildiklerini gösteriyorlar bize. Yok canım yanaktan falan değil, bayaa bildiğimiz masumane(!) Fransız öpücükleri! Olay ne? Karşılarında oturan çocukları ayartmak? Tek gecelik ilişki yaşamak? Değil, hiç biri. Sadece arzulandıklarını görmek, egolarını tatmin etmek, gösterip de vermemek, bulunmaZ Hint kumaşı olduklarını zannetmek. Mesele, diğer kızın, kardelenin ağzındaki şekeri istemesiyle başlıyor, kardelen dilinin üzerindeki şekeri gösteriyor, öpüşerek(!?!) şekeri alıyor diğer kız kardelenden... Ben? Yok, kusmadan durmayı başarıyorum. Neyse ki Mark fotoğraf makinesini getirmişti, onu kurcalıyorum. HAYIR, kızların fotoğraflarını çekmiyorum, sapıtmayın siz de!!! Bu yetmiyor kızlara, yeterince emin olamıyorlar oğlanları azdırdıklarından, bir de fark ediyorlar ki doğmgünü çocuğu ve benim tanımadığım diğer çocuğun arabası var; hemen akıllarına süper bir fikir geliyor! İki kız ve arabalı iki erkek! Tıngggg!!!! "Arabada uyumak da ne güzeldir" diyorlar "hem ikinizin de arabası varmış" diye ekliyorlar "siz erkekler bi arabada uyursunuz, bir kızlar diğer arabada" diye de en masum(!!!) düşüncelerini ifade ediyorlar, tabii biz hiçbişiy anlamıyoruz, zaten onların niyeti de bizim aklımıza sapık düşünceler sokmak falan hiiiiç değil. Ama sorun şurdaki, kızların gözü Mark ve Gimbal'da. Mark zaten bu kızlarla muhattap olmuyor çünkü doğumgünü çocuğu için gelmiş, Gimbal desen iki de bir kızlarla salak salak dalga geçip bana dönüyor ingilizcesini geliştirmek adına =) Nedense bu durum çok kızdırıyor kızları, masadaki 4 erkekten ikisi bunlarla hiç ilgilenmiyor, aman tanrım!!! Gece, kızların iyice suyunu çıkarmasına dayanamayan Mark ve benim ortamı terketmemiz nedeniyle, nasıl bitti bilmiyorum...

Yaklaşık bir ay öncesi... Her ay, iki haftada bir gittikleri bir bar var, oraya gidiyoruz Mark'la. Kız arkadaşı olduğunu iddia ettiği bir kız ve bir başka kızı daha getiriyor adını hatırlayamadığım çocuk, Salam olsun aldı =) Yine Gimbal var benim tek tanıdığım, biz yine çoğunlukla üçümüz sohbet ediyoruz. Salam'ın güya kız arkadaşı olan kızın gözleri çok güzel, ben ha bire kızın fotoğrafını çekiyorum Mark'ın fotoğraf makinesiyle, ve muhtemelen Mark'ın sevgilisi olduğumu sanan diğerleri, anlam veremiyor bu duruma =))) çok eğleniyorum ben. Sonra Gimbal, tanışma hikayelerini soruyor kıza Salam'la, öyle rezil bir hikaye anlatıyor ki kız, şimdi yazmaya bile değmez, ve zaten anlıyoruz ki bu kız Salam'ın sevgilisi falan da değil. Tam da o sırada Salam, yanında getirdiği diğer kıza asılmaya başlıyor, gayet de el kol hareketleri ile. Yok canım, kolunu omuzuna koyarak falan değil! Nasıl olduğunu anlatmıyım!! Bir süre sonra masadakiler sigara içmek için barın dışına çıkıyorlar, fırsattan istifade eden Salam, beni göz hapsine alıyor, tam da Gimbal ile eğlenceli bir muhabbet kurmuşken, ben gülümserken. Her gülümseyişin flört olduğunu sanan bu insanları anlamam mümkün değil... İşin diğer tarafı da, Salam zannediyor ki ben Mark'ın sevgilisiyim, ama bu, bana olan bakışlarına çeki düzen vermesine yetmiyor. Sigara içmek için dışarı çıkmış olanlar geri dönüyor ama Salam ne hikmetse gözleriyle beni dürtüklemekten vazgeçmiyor. Şansıma, Mark tuvalate gitmek için kalkınca, hemen Salam'ın görüş alanı dışında bi yere oturuyorum ama.. Salam da yerini değiştiriyor. Adamın yanında sevgilisine asılmak da neyin nesi??? Ben bu işi hiç anlamıyorum... Ses etmiyorum, Gimbal ve Mark'tan bir duvar örüyorum kendime, süper muhabbet edip, bol bol eğlenip kapatıyoruz geceyi.

Ve bana tüm bunları yazdıran son damla..dün gece... Mark'ın Gimbal ile kafa çekme planı bir şekilde partiye dönüşüyor, daha önce çeşitli zamanlarda çeşitli partilerde gördüğüm birkaç kız ve erkek... İçiyoruz, Mark'ın yaptığı süper yemeği yiyip mutlu oluyorum ben, keza o kadar çalıştığım kozmoloji sınavından çakmış olmanın verdiği sinir var üzerimde... Yine sohbet almanca dönüyor ama Erik de geliyor, onunla oyalanıyorum genellikle. Sonradan 2 kız daha geliyor; ama biri sanırım alzheimer hastası ki giyinmeyi unutmuş. Geliyor, sadece erkeklere merhaba diyor, Erik'e bişiy demiyor çünkü o sırada Erik benimle konuştuğu için Erik'in benimle ilgilendiğini zannediyor sanırım, herkesin en rahat göreceği sandalyeyi seçip oturuyor, üstündeki hırkasını çıkartıyor, ve "eee, naber?" diyor yüksekce bir sesle, ve gözlerinde her an sevişebiliriz bakışıyla. Oğlanlar bir an sessizce kitleniyorlar tabii gözleriyle, sonra hepsi aynı anda konuşmaya başlıyor. Keza üstündekiler şöyle ki; siyah kilotlu çorap, üstünde tamamen transparan ve beyaz bir askılı body(?) ve ayağında beyaz converse ayakkabılar. İç çamaşırı giymediğini belirtmem gerekiyor mu? İşin kötü tarafı şu ki, kızı öyle görünce benim attığım kahkaha kızın biraz sinirlerini bozuyor, benim densiz olduğuma karar veriyorlar. Ben kıza alzheimer lakabını takıyorum, ve sanırım bir saate yakın bu ortama tahammül edebiliyorum ama sonra odama iniyorum. Aklıma gelen şey, geçen sene karnaval partileri zamanında tanıştığım bir kızın bana evine almak istediği salıncağı anlatışı geliyor; bir tür seks oyuncağı olan bu salıncağın çalışma prensibini anlatmayacağım.

Birlikte nasıl uyuduklarını(!) anlatan, insanların önünde öpüşen, çıplak gezen, arkadaşının sevgilisini arkadaşının gözü önünde tavlamaya çalışan insanların ülkesi olarak kalacak bu ülke benim aklımda...bunları düşünüyorum dün gece...sonra mutluluk, özgürlük, ahlak, gençlik, modernlik, avrupa, doğu, kültür... bunları düşünüyorum... sonra sevgiyi düşünüyorum...sevgilimi düşünüyorum...elimde telefonla uyuya kalıyorum, sabahın 4'ünde gelen mesaja şaşırıp uyanıyorum, yüzümde bir tebessümle uykuya dalıyorum yeniden...

5 Şubat 2009 Perşembe

...

Çünkü ben artık hepinizden çok yoruldum...
çünkü ben artık hep sevişten
çünkü ben artık hep verişten
çünkü ben artık hep bir umutla bekleyişten
çok
yoruldum

çünkü ben artık hepinizden
çünkü ben artık hepinizden
çünkü ben artık hepinizden çok yoruldum

çünkü ben artık umutlardan
çünkü ben artık hayallerden
çünkü ben artık gözlerimdeki yağmurlardan çok yoruldum

ama sırf bu yüzden, incelikler yüzünden
ben artık çok yoruldum...

çünkü ben artık hepinizden çok yoruldum

çünkü beklemekten, çünkü anlamaktan, çünkü kırılmaktan çok yoruldum
çünkü sandım ki ben
ben ne kadar veririsem
sen o kadar seversen
hep daha güzel olacak

çünkü sandım ki ben
ben söylersem istediklerimi
sen anlarsan bunları
biliyorsan sevildiğini
neden beni mutlu etmek istemeyesin ki?

işte ben artık yoruldum
bin verip bir almaktan
düşünüp kaybolmaktan
kaybolup bulunamamaktan
yoruldum

yoruldum anlaşılmayı beklemekten
çekindim açık açık bişiyler istemekten
utandum sırf ben istiyorum diye yapılan şeylerden
üzüldüm içten gelmeyenleri ummaktan

Sandım ki ben ne kadar verirsem, ben verirsem elimde kalbimde ne varsa, görürse bunu insanlar, anlarar ne kadar sevildiklerini, anlarlar değerli olduklarını ve 'değerlinin en ufak bir çiziği, en derin yarıktan daha çok acıtır diye canı' daha dikkat ederler, çok dikkat ederler...

Hep aynı, herşey aynı, herkes aynı... Cesur yüreklilikle içimdekileri koyuyorsam ortaya bu benim salaklığımdan değil dürüstlüğümden, bu benim içimi içimde tutamayışımdandır; bilemediler. Açıkça gösteriyorsam değer verdiğimi, bu "bakalım daha ne kadar verecek" diye sınanayım diye değil, "nasıl olsa elimin altında" sanılayım diye değil, kimseye muhtaç olduğumdan değil, sadece sevgiyi paylaşınca güzelliğini hissettiğimden, sevgiyi verdiğim kadar alınca tadına vardığımdan... Sanıyorlar ki salaklığımdan şımartıyorum insanları, sanıyorlar ki salaklığımdan feda ediyorum bişiyleri, sanıyorlar ki salaklığımdan yapıyorum herşeyi. Oysa... oysa ben hep düşünüyorum ki, benim kalbim benim için nasıl kıymetliyse, sizler de öyle kıymetlidir sizin için. Benim kalbimi nasıl sıcacık yapın istiyorsam ben, sizlerinkini de ben öyle yapayım istedim. Ama hala inatla, yıllar geçti işte hala inatla, öğrenmedim insanların böyle istemediğini. Öğrenmedim insanların sadece sevilmeyi sevdiğini, öğrenmedim insanların sevildikçe sevmeyi bilmediklerini ama yüz vermedikçe beni kıymetli sandıklarını öğrenmedim işte. İnat ettim de öğrenmedim; kaçmayı, gösterip vermemeyi, numaralar yapıp peşimden koşturmayı inat ettim de öğrenmedim. Ve hep ve herkes, sandı ki, kaçarlarsa kovarım... Halbuki ben kovalamadım... Ben sadece onlar kaçsa da verebileceğim kadar verdim sevgimi, ve sonunda o sevgiyi beslemek yerine kaçtıkları için zamanla tükenince sevgim, bıraktım sevmeyi de, durdum en son kaldığım yerde. Sonra dönüp arkalarına baktılar ki yok kimse peşlerinde. Dönüp iyice uzaıp baktılar ki hiç kovalanmamışlar meğer. Meğer peşlerinde sandıkları sadece yanlarında olmak istermiş, meğer sadece sevilmek istermiş sevdiği gibi, sevdiği kadar... Anlayıp geri dönen oldu, baştan başlamak için, durumu kurtarmak için, bu defa kovalamacalar olmadan, oyunlara saklanmadan sevmek için..ama bilmediler ki kovalanmak için attıkları her kaçış adımında azalttılar sevgiyi, ve sonunda kalmadı yeniden başlamak için... Kiminin yüzü olmadı gerçeği anladığında, ne bir daha selam verebildi, ne bir daha karşıma çıkabildi...

Her kaçan kovalanmaz, bunu bilmek gerek. Kovalamak isteyen varsa kaçın, eyvallah; ama bi bakın hele önce, kaçtığınız sizi kovalıyor mu gerçekten? Gerçekten sabrı var mı sizin oyunlarınızın bitip sıranın sevgiye gelmesini beklemeye... Boş yere tüketmeyin sevgileri, dostlukları, arkadaşlıkları, aşkları...

Yoksa yorulur insan gün gelir herkesten ve herşeyden, ve o zaman elinizdekinin hepsini verseniz bile yetmez, önceden verseniz taşacak olan o kalbe...

Sevilmenin kıymetini bilin bence. Size maskeler takmadan gelen insanların, en acı doğruların bile yalanlardan daha az can yakacağını bilen dostların, tüm insanlığınızla sizi seven yüreklerin kıymetini, kaybetmeden bilin bence. Çünkü sonra çok geç oluyor..sizin için.. ve çok yazık oluyor tükettiğiniz o sevgileri içinde besleyen yürekler için...

Level1'in bitmesine az kaldı

Az kaldı, yarın akşam olduğunda içimdeki bu yorgunluk, hem telaş hem acelecilik, daralma, sıkılma, bıkkınlık, kırgınlık, hüzün...hepsi geçmiş olacak. Cosmology'i bi şekilde atlatmış olucam, Nükleer'in ikinci sınav tarihini öğrenmiş, Kundt ile alışverişimi yapmış ve evime gelmiş olucam. Kafam rahatlamış olacak biraz daha ve gereksiz şeyleri gereksiz yere kurcalayıp kendime durduk yere sorun yaratmıyor olucam, alınganlıklarımın hepsini Cosmology sınav kağıdına yazıp çıkıcam. Şimdi kütüphaneye gidiyorum, biraz daha çalışabilmek umuduyla... Bu sınavları neden bu kadar abarttığımı da size bi ara ayrıca anlatıcam, söz!

Level 2, Mart ayının sonundaki bütünlemeler. Bi de o zaman dinleyeceksiniz benim bık bıklarımı, sonrası...eğer bunları halledebilirsem sonrası cennet gibi olacak. Halledemezsem de cennet gibi olacak ama öncesinde yorucu bir taşınma faslı gerçekleşecek. Neyse, düşünmekle değil çalışmakla değiştiriyoruz geleceği, ben gidip çalışıyım şimdi, sonra görelim bakalım neler olacak.

4 Şubat 2009 Çarşamba

sihir, sabır ve an meselesi


Sabredemiyorum her zamanki gibi. Suyun bir girdap oluşturup süzüle süzüle delikten akıp gitmesini izlemeye tahammül edemiyorum. Herşey bir anda olmalı. Su bir anda kaynamalı mesela, veya buzlar bir anda çözülmeli, bir anda açmalı çiçekler, bir anda ölmeli ölecek olan, bir anda çekip çıkarmalı bıçağı sapandığı yerden ve bir anda yok olmalı, bir anda var olmalı. Sihir olmalı her yerde ve herşeyde. Hepsi bir anda olmalı, en kuvvetli sihir gibi! Sihirlerim bir anda işlemediği zaman, zamanla gerçekleşecek olan sihirler uyguladığım zaman, işte böyle zaman zaman zaman... Dayanamıyorum ben zamana! Düşünüyorum da bazen, çocuğum olsa adını asla zaman koymam, zaten 9 ay da bekleyemem ben herhalde, çocuk da bi anda olmalı! =)

acılar yaralar ve kabuklar




Neden acı çekeriz biliyo musun? Elimiz neden yanar, kalbimiz neden acır mesela?

Biliyorum artık ben.

Aslında elimizle kalbimiz aynı şekilde tepki verir acıya. "Bu yaptığın şey, veya olmasına neden olduğun veya izin verdiğin bu şey, benim canımı acıtıyor" sinyalidir hem kalbimizin hem elimizin.

Neden acı çekeriz? Neden siniruçları vardır tüm vücudumuzda? Neden elimizi ateşe koyduğumuzda canımız yanar? Aslında sadece acıyı fark edelim diye. Bize zarar veren şeyi durdurmazsak, eğer bir son vermezsek bizim sonumuz olacak olan o şeyi farkedelim ve çekelim elimizi ateşten diye. Mesela yanan bir sobanın üzerine oturmayalım, ocağın üstüne elimizi koyup öylece lafa dalmayalım diye. Diye ki; yanarak ölmeyelim, diye ki; kendimizi koruyalım canımızı acıtanlardan. İşte bu yüzden acır kalbimiz sevdiklerimiz bizi üzecek bişiy yaptığında. Der ki kalbimiz, "sen seviyorsun onu ama o bana zarar veriyor, uzak dur ondan yoksa tükenirim ben. Beni korumak için geri çek kendini, gözden geçir ilişkini, benim tükenmeme izin verme" der. Ama elimizi ateşin üstünden çekmek kadar kolay ve hızlıca yapabileceğimiz birşey değildir kalbimize batıp duran sevgiliyi çekip çıkarmak veya bir minik şeffaf ama kuvvetli zarla örtmek o ufak kalbimizin üstünü, daha fazla acımasın canı diye...

Aşık olunca iş değişiyor. Eğer karşındaki de aşıksa sana, elin uyuşmuş da ateşin sıcaklığını hissetmiyor gibi yavaş yavaş sokuyorsun elini korlara, gerçekten de hissetmiyorsun acıyı, acımıyor canın. Sonra birden uyandığında, sahilde yakıp etrafında mutlu dakikalar geçirdiğin alevin ortasına düşmüş buluyorsun kendini. Ne zaman o kadar dibine girdin ateşin, neden fark etmedin, farkettinse nasıl göze aldın bu yanma riskini, nasıl o kadar emin oldun O'nun seni asla o ateşin ortasında bırakmayacağından veya hep seni kurtaracağından? İlla çekip gitmesi gerekmez seni yalnız bırakıp, sadece senin kadar ateşin içine girmediğini farkedersen de acır canın; veya sana derse ki "aman o kadar derine inme" anlarsın ki cesaret edemiyor seninle birlikte yanmaya, sen yanarken gelip seni kurtarmaya... Aşk bu işte... Ateşe girerken etrafımızı saran kalkan, uyuşmuş bir el, cesur bir minik kalp... Bile bile elini ateşe sokmak; şimdi acımasa da bir gün gelip canının çok yanacağını bile bile...

Ve sonra ne yaparız yaralarımıza? Hiç dokunmayız ki iyileştirsin kendini, kabuk bağlasın, sonra düşsün kabuğu kendiliğinden diye. Ama nasıl da kaşınır o kabuk, nasıl da dokunmak istersin ama nasıl da büyük bir yanlıştır o kabuğu kurcalamak...

Acıtıyorsa birisi canınızı, uzak durmak gerek ondan, bir mesafe koymak araya ve dokunmamak gerek yaralara, özlesen de yanaşmamak bir daha.

PS: Son yazısının üzerine, Üfürükten Prenses'e armağan olsun bu...

3 Şubat 2009 Salı

kırmızı burun


8,5 da uyanıp erkenden kütüphaneye gidip çalışmayı planlamıştım. Uyanma kısmı alarma bile gerek kalmadan kendiliğinden oldu ama hayallere dalıp yataktan çıkmayı unuttuğumu farkettiğimde 9,5 olmuştu. Bi de üstüne, alla allaa yaa, sabah sabah niye burnum akıyo ki benim durduk yere, diye düşünürken fark ettim ki, yine kanıyor. Geçen gün de kanadı, o zaman dedik ki odadaki ısıtıcı havayı kurutuyo heralde ondandır (heralde böyle mi yazılıyo herhalde yazınca bi garip geldi bilemedim bak şimdi, neyse). Ama dün gece de bu sabah da ısıtıcıyı çalıştırmadım ki... Sanırım haftaya çarşamba doktora gidicem..

Bu ne demek?


Google translator dilleri arasına Türkçe de eklenmiş. Yani bundan böyle, gmail reader üzerinden Türkçe blogları başka dillerde okumak mümkün, tabii ancak Googleca biliyorsanız! Töbe töbeee! Akşam akşam kendi blogumu bu halde görünce sinirlendim epeyce, ama geçti, zamanla alıştım... Salak Google!

2 Şubat 2009 Pazartesi

Kardeş Dünya!

t.u.b.a şurda belirtmiş, sabah sabah aldığım en güzel haber oldu!



Konumuz:
özür diliyorum,
özür diliyorlar,
türkler,
ermeniler
değil
duygular,
paylaşarak azalan acılar

ve
İNSANLAR...
Bizim insanlarımız!

Hayır, benim "onlar da bizden özür dilesin" gibi bir derdim yoktu. Sadece ben, bu devletten ve geçmişin hırsıyla yaşayan insanlardan ayrı durarak, kendi başıma ve kendi adıma o kampanyaya imzamı attığımda, "Kendini utanmadan aydın sınıfına koyan üç beş çapulcu işbirlikçinin imzası, TÜRK milletini bağlamaz. Bizim kimseden özür dilememizi gerektirecek yüz kızartıcı bir tarihimiz yok. Hiç bir değeri olmayan o imzaları atanlar ve onları destekleyenler zahmet edip tarihimizi okurlarsa ne demek istediğimi -pek ihtimal vermiyorum ama- belki anlarlar." dedi arkadaşlarım, ailemden insanlar, ve bir çok kişi... Halbuki o imza, aklı toprak kavgasında, nafaka derdinde ve hala geçmişin vahşetinde olan bir dolu yanlış düşünceden öte, o kadar insanî bir davranıştı ki benim gözümde.

Bunu en iyi Ece anlatıyor yine, üstelik de canlı yayında söylüyor bunu;
"O zaman ne olduğu, soykırım lafı üzerinden iki tarafta da kurulan endüstri; beni çok rahatsız ediyor bu tartışma. Benim en çok önemsediğim şey şu; bu dünya üzerinde şimdi bu topraklarda yaşayanlar kadar Anadolu'lu olan tek bir halk var, o da Ermeniler. O en sert Ermeniler bile, diasporanın en beter Ermenileri bile ben Türkçe konuştuğum zaman kendi ninelerinden öğrendikleri Türkçe ile konuşup, ağlıyorlar. Siz ne kadar kabul etmeseniz de biraz duygusal bu mesele. Kendi payıma düşen duygusal görevi yerine getirmek istedim, o yüzden imzaladım."
Ama yazmıştı da tabii ki, daha iyi anlaşılabilmek, daha iyi anlatabilmek adına..

Aslında belki ben de Ağrı'nın Derinliği'ni okumamış olsam, "ne lüzumsuz şey bu" derdim. "Niye biz özür diliyomuşuz, hele onlar özür dilesin", "ASALA'nın yaptıklarını daha unutmadık biz" demezdim ama "ne gerek var şimdi" derdim belki. Ama şimdi biliyorum, Fransa'daki Ermenileri de, ABD'dekileri de, Ermenistan ve Türkiye'dekileri de biliyorum; Türk olduğumuz için yüzüme bakmayanların olduğu gibi, Türkçe bir sözcük edebileceği için mükemmel düzgün Fransızcasını bir kenara bırakıp sevinçle Urfa şivesiyle Türkçe konuşanların da olduğunu; kimisinin Türk olduğunu duyunca seninle görüşmeye bile gelmediğini ama kimisinin de evinde hala Türkiye'deki geçmişindeki mutlu günleri hatırlatan özel odaları olduğunu biliyorum. Ve şunu da biliyorum ki kimisi 'bize toprak veya para versinler' derdindeyken, kimisi sadece "bu olaylar yaşandı, yeter ki inkar edilmesin." diyordu. Ve benim özrüm sadece ve sadece bu insanî yanı olan kimselereydi. "Asıl onlar bizden özür dilesin", "Önce onlar özür dilersin" demeden... Sadece, "Evet oldu, üzgünüz, bizim dedelerimiz sizin dedelerinizi öldürmüş, acınızı anlıyorum ve paylaşıyorum" dedim ben o imzayla.

Şimdi, "Asıl onlar özür dilesin" diyenler... Alın işte, diliyorlar, dileyecekler, mutlu ediyor mu şimdi bu sizi? Yoksa yeni cümleleriniz hazır mı bize ilkokuldan lise sona kadar tarih kitaplarımızda elleri süngülü Osmanlı resimleriyle savaş tarihi öğretenleri mutlu edecek şekilde?

Bıraksak o damarlarımızda dolaşan Osmanlı kanını, bizler sadece İNSAN olarak yaşasak, insan olmanın verdiği onurla ve gururla, insanları hiç olmazsa yaradan ötürü sevecek kadar insan olsak, olmaz mı? O kadar insani birşey yaptım ki ben, o kadar insani bir şey yaptık ki biz o imzayı atanlar, işte şimdi barış güvercinleri, ABD, Fransa, Ermenistan ve benim bilmediğim daha bir çok yerden dolaşıp uçup, BİZİM ağrımıza, bizim Ağrı'mızın, derinliğine barış serpmeye geliyorlar.

Tarihin acısı üzerinden siyaset yapmak yerine, bu güzel olaya mutlu olun, nolur. Nolur, "bir özürle olacak iş değil bunlar" "önce onlar dileseydi madem öyle" demeyin. Bakın biz paylaştık içlerindeki üzüntüyü, şimdi onlar paylaşıyor bizimkini. 'Önce sen, sonra ben' kavgasına gerek var mı?

Mutluyum ben...

Yaşlanmak üzerine .


Her yıl doğumgünümüzde yaşlanıyoruz; bir tur daha atmış oluyor Dünya Güneş etrafında, bu nedenle 1 yıl daha yaşlanıyoruz. Ama yaşanılanlara bakınca; gençleştiren gülüşler, sevişler, sevinçler ve heycanlara; fazladan yaşlandıran hüzünler, arayışlar, ağlayışlar ve ayrılıklara... Acaba her doğumgünümüzde gerçekten 1 yıl mı yaşlanıyoruz? Yoksa 2 mi? Yoksa gençleştirmiş mi oluyor geçen o yıl? Bu yıl doğum günümde bu gözle bakacağım kaç yıl gençleşmiş, kaç yıl yaşlanmışım diye.

Yaşlanmak kötü bir şey değil. 25'ini geçmek, yaramaz kuzenlerin 25 yaş üstü kırışıklık kremleri önererek dalga geçmeleri, 'ben çocukken ...' diye başlayan cümleler kurmak, yaşanacak ilklerin sayısının azalmış olması, vs., vs. ve vs. yüzünden kötü değil. Yaşlanmak kötü değil. Yaşlanmak, yaşamak demek! Yaşlanmak dediğimiz şey, doğduğumuz günden bu güne, bize eklenen tecrübelerin tadına göre, taze filizler veya kuru dallarla dolu bir ağaç... Bu yıl doğumgünümde bakacağım, kaç filiz sürgün vermişim, kaç kuru dalım kırılıp yere düşmüş.. Sonra karar vereceğim yaşlanmış mıyım yoksa genleşmiş mi...

... dots... of the night / -..



Song of the night: Tori Amos - Mr. Zebra
Color of the night: Pink
Adj.of the night: Happy
Smiley of the night:

1 Şubat 2009 Pazar

salak

Bi insan salaksa salaktır. Zaman zaman bunu unutabilir, zaman zaman etrafındakiler ona çok akıllıymış gibi davranabilir, zaman zaman takdir edilebilir, zaman zaman kendini akıllı sanabilir. Ama bir insan salaksa salaktır. Yapacak bişiy yok. İnsanın kendini bilmesi önemli bişiydir. Ve sanırım iyi de bişiydir. Ben biraz unutmuş muydum? Yok aslında unutturmuyor insanlar sağolsunlar, hep aklımda ama, bazen inadıma inadıma, gözüme gözüme sokuyorlar salak olduğumu. Salağım, yapacak bişiy yok, bu yaştan sonra değişmez artık!