16 Ocak 2010 Cumartesi

Yurtiçi Kargo: Söz verdikleri gibi!

İsrail günlüklerini bitirmeden başka yazı yazmak yok kuralını aştığımdan beri geriye kalan 2 günü asla yazamayacakmışım gibi hissediyorum ya görücez bakalım. Aslında bu gece İsrail yazı-dizisini bitirmeyi de düşünmedim değil ama önce bugün olanları yazmazsam olmaz.



Pazartesi günü daha fazla dayanamadım ve D&R'ın internet sitesine girip Ece'nin son kitabı Muz Sesleri, uzuuuun zaman önceki bir sevgilimin bana "mutlaka okumalısın, kesin seversin" diye tavsiye ettiği Dan Brown'dan Angels & Deamons ve bugüne kadar okumamayı başardığım ama Melekler ve Şeytanlar'ı alınca bunu almamak olmaz dediğim Da Vinci Code, Scientific American ve National Geographic Türkiye'nin Ocak ayı sayılarını sipariş ettim. Siparişin durumu ile ilgili olarak internet sitesinde "Tedarik Sürecinde" yazısını görüp kudurarak geçirdiğim 3 günün sonunda "Kargoya Teslim Edildi" yazısını görmemle hüsrana uğramam bir oldu. Neden mi? Çünkü kargo firması Yurtiçi Kargo!

Yurtiçi Kargo'yu genel itibariyle sever(d)im, çok süper olmasa da yine de kötü bir firma olduğunu düşünmezdim, taa ki Kayseri'deki Yurtiçi Kargo ile tanışana kadar. Geçtiğimiz aylarda bir arkadaşım için idefix'ten verdiğimiz siparişler de YK ile gönderilmişti. Taa çarşamba günü internet sitesinde gördüğümüz "Kargo Firmasına Teslim Edildi" yazısının üzerine ancak bir sonraki Salı günü elimize geçti. Bu defa da bir müdahalemiz olmasa yine aynı durumla karşılaşacaktık muhtemelen. Ancak başıma geleceği bildiğimden dün öğleden sonra 2 sularında telefon ettim kargo firmasına, "Bugün için söz veremeyiz, dağıtım yetişirse arkadaşlar adresinize getirecektir" cevabını aldım ne kadar acil olduğunu söylersem söyleyeyim. Aciliyet neye göre, tartışılır tabii ama gönderinin içinde ne olduğundan bağımsız bir şekilde sen o kargoyu eline geçtiği zaman en kısa sürede alıcıya ulaştırmak zorunda mısın, değil misin? Kaldı ki belki yolculuğa çıkacağım bu gece, belki birisine doğumgünü hediyesi vericem, belki belki belki...

Neyse, siparişlerin dün elimize ulaşmamış olmasına çok da şaşırmadık ama bugün de aynı şey olmasın diye çok sevgili St.Ziza telefon etti kargo firmasına saat 4 sularında. Dün ellerine ulaşmış ve hatta dağıtıma çıkmış ama vakit yetmediğinden geri dönmüş olan paketin bugün mutlaka bize iletilmesi gerektiğini söylediğinde aldığı cevap "Dağıtım 19:30'a kadar devam ediyor" oldu (halbuki internetten baktığımızda, dünkü işlemlerin son satırında "zaman yetmedi" ibaresinin karşısında 18:45 yazıyordu). "Peki en geç 19:30'da kesin elimizde olacak mı?" diye sorunca da "Elinizde olup olmayacağını 19:30 olunca görürüz şimdi birşey diyemem" cevabını aldık, ne güzel değil mi? Biraz zorlama sonunda ancak "elimizden geleni yaparız" cevabını verdiler. 18:30 civarında kargo hala gelmeyince St.Ziza bir kez daha aradı. Bu defa "Vakit yetmez, artık bugün gelmez" dedi telefona cevap veren muhterem. Sanırsın ki adamların işi bu değil de komşusunun hatrına yolu bizim evden geçerse bırakacak paketi. Azıcık diş gösterince şube müdürüne bağladılar, neyse ki müdür normal bir insan çıktı da gerekeni yapacağını belirtti. Gerçekten de 19:05'de kargocu kapıyı çaldı, kitaplarım geldi diye sevinçten zıp zıp zıplayarak aldım paketi.
Acaba eksik falan var mıdır, görevlinin yanında mı açsam ki diye düşünürken ben, kargocu komik bir şekilde koşarak uzaklaştı. Belli ki mesai bitimine rağmen bu paketi teslim etmesi söylenmişti ve işi biter bitmez bir an önce evine gitmek istiyordu. Adamı tutup da "dur hele şu paketi açayım, bakayım içinde herşey tam mı" demek de aklıma gelmedi doğrusu. Kapıyı kapar kapamaz ilk işim girişteki koltuğa oturup paketi açmak oldu tabii ki. Ne var ki korktuğum başıma geldi. Eksik! Da Vinci's Code eksik! Hemen Yurtiçi Kargo Şubesi'ni aradık adam geri dönsün diye ama telefondaki muhteremin sevgi dolu itirazları süresince kargocu her dakika biraz daha uzaklaştı bizden. Yurtiçi Kargo görevini bile yerine getirmezken bana iyilik yapacak değil tabii. Sonunda kargocunun geri gelmeyeceği kesinleşti.

Paketin içindekilere itiraz edebilme hakkımın saklı kalması için kargo görevlisinin yanında açmam gerektiğini, eksik veya zarar görmüş bir ürün varsa kargo görevlisinin bunu kayıt altına alması gerektiğini biliyordum ama adam koşar adım uzaklaşınca onu durdurmak gelmedi içimden, naapiyim.. Yapılacak tek şey D&R'ı aramaktı. Telefonu elime aldığımda saat 19:12'ydi ve ses kaydı, haftanın 7 günü akşam saat 19:00'a kadar arayabileceğimi söyledi. Bir kez daha yıkıldım. Son çare olarak D&R'a bir e-mail yazdım. Ya anlattıklarıma inanacaklar ve eksik kitabı gönderecekler, ya da ben kargoyu olduğu gibi onlara geri göndereceğim. Koliyi olduğu gibi geri göndersem içine bir kitap daha sığdıramazlar zaten.... Değil bir kitap daha, fazladan herhangi bir parça daha koyacak yer yok, yani olan kitabı çıkarıp da hiç konmamış gibi yapmam mümkün değil.  Kendi kutuları, kendi koli bantları...

E-mail'in cevabı ne zaman gelecek, çözüm nasıl olacak bilmem ama en kısa zamanda Yurtiçi Kargo merkez şubesine Kayseri'deki bu rezilliği anlatan bir mektup yazacağımız kesin.

Ben eskiden hayal kurmazdım. Hatta hayatımın bir döneminde heycanlanmazdım bile. Beni gerçekten etkileyecek şeyler olmadığı sürece büyük sevinçler yaşamaz, büyük kahkahalar atmazdım. Sonra ne oldu da böyle insanlardan incelikler, zariflikler, süprizler falan bekleyen, beklentileri olan, beklentileri karşılanmadığı için üzülen bozulan bi gerizekalı haline geldim, bilmiyorum. Beklentisiz ve tek tabanca yaşantıyı yeniden kabullenip, insanların anlamayacağı sevinçlerimi ve üzüntülerimi kendime saklayıp, es kaza karşıma çıkan güzelliklere hafif bir tebessümle bakıp geçmeyi yeniden öğrenmem gerek.

15 Ocak 2010 Cuma

Ey, hayat!
Tüm haklarımı yazılı olarak tarafıma ibraz etmeni istiyorum. 
Derhal!

14 Ocak 2010 Perşembe

formspring.me

neden astronomi? gördüğüm kadarıyla fazlasıyla mutlusun =)) ama neden seçtin?ben vaktinde kıyısından dönmüştüm de

Başka bir alternatif hiç olmadı neredeyse. İlkokuldan beri aklımda olan şey buydu. Lisedeyken fen lisesinde olmama rağmen felsefeyle de yakından ilgiliydim, gazetecilik okumayı da düşündüm, tiyatro da... Ama sonra bakınca, mesleğim ne olursa olsun hobi olarak tiyatro yapabilirdim, yazı yazmaya devam edebilir ve her durumda bir yazar olabilirdim, istediğim kadar felsefe okuyabilirdim ama astronomi hakkında istediğim derinlikte bilgiye ve eğitime ulaşabileceğim tek durum üniversitede de astronomi okumak olacaktı. Sonrasında da herhangi bir mesleğe sahip olunca bir işe girip çalışmak hiç bana göre değildi. İnsanlarla uğraşmaktansa yıldızlarla ve sayılarla uğraşmayı tercih ettim. Ha, şimdi de saçma sapan insanlarla uğraşmak zorunda kalıyorum zaman zaman ama başka bir meslek edinmiş olsaydım eminim durumum çok daha kötü olurdu.

Sor sorabildiğin kadar

formspring.me

blogunda gördüm, okuduğun kitap nasıl? Almaya değer mi?

Oya Baydar'ın okuyup da sevmediğim kitabı hiç yok zaten. Ama bu kitap pek de Oya Baydar tarzı değil. Fazlasıyla güncel konuları içeriyor. Okuduktan sonra toplumca bize yapılmaya çalışılanlar hakkında oturup da düşünmeye vakit ayırınca, biraz gözüm açıldı diyebilirim. Kitabın korsanına şiddetle karşı olduğum için, okuyan olsa da üzerinde tartışsak dediğim için, bence almaya değer. :)

Sor sorabildiğin kadar

Sakın Açma

Daha önce şurada verdiğim ayarları yaptığınızı var sayarak youtube üzerinden şu muzur videoyu paylaşmak istedim sizlerle. 1 Nisan'a daha var, ve aslında 1 Nisan'da yapmak için fazla masum bir şaka olur bu ama bence "durup dururken muzurluğu" olarak çok iyi!



Denerseniz sonrasını bana da yazın e mi ;)

formspring.me

What one thing are you exceptionally good at?

Annoying people as well as surprising them! :)

Sor sorabildiğin kadar

formspring.me

What would your perfect day look like?

Dışarıda her yer bembeyaz karlarla kaplıyken, en sevdiğim şarkıyla uyandırıldığim, çok çok çok güzel çalıştığım çok verimli bir günün sonrasında sevgilimin sıcacık kolları arasında izlediğim çok güzel bir film ile biten bir gün... Bu şartlar altında aklıma gelen en mükemmel gün.

Sor sorabildiğin kadar

formspring.me

witchie bu haftasonu hangi filmi izleyeyim? (ama dvd filmi olsun:D )

Ehe! Ne güzel soru bu böyle :)
Sanırım ailecek izlenebilecek bir film olmalı. DVD'si var mı bilmiyorum ama "Interstate 60" önerebilirim.

Sor sorabildiğin kadar

formspring.me

onurcuk'un pastasından kaldı mı?

Kalmadı ama ona bir pasta sözüm var hala, eğer gelirsen ondan yiyebilirsin. ;)

Sor sorabildiğin kadar

13 Ocak 2010 Çarşamba

Fani okura mektup

Selamınhello ey sevgili fani okur,

Arada sırada blogun sağına soluna bişiyler ekliyorum, sonra vaz geçip kaldırıyorum felan derken sana da bir mektup yazayım dedim. Farketmişsindir ki İsrail günlükleri bi an önce bitsin diye elimden geldiğince yazmaya çalışıyorum her fırsat bulduğumda. Ne var ki senden ne bir ses ne bir soluk. Ancak işte bi hatamız olursa düzeltmek için yazan bir adam çıkıyor, o da belki. Naapsam naapsam da seninle biraz daha etkileşime girsem diye karaları bağlama hedefiyle düşünce alemine dalmışken yazı sonunda görmekte olduğunuz yıldızlar geldi aklıma (bundan daha rezil cümlelerim de oldu ama bunu da ayrıca not etmem gerek sanırım bir kenara). Çoğu kimse yazıları okumak için readerdan bile çıkmasa da en azından siteye gelenlerin birer minik tık'a üşenmeyeceğini umuyorum. Yıldızları bekliyorum!

Yakın zamanda eklediğim bir diğer yenilik de sağ tarafta duran arama kutucuğu. Bu kutucuk aslında en çok benim işime yarıyor sanırım ama yine de senin de aklına gelip de bulamadığın yazılar varsa, arşivde aramak artık daha kolay.

Son haber ise cadının da formspring furyasına dahil olduğudur. Onu da sağ menüye tıktım, sağ menü ne zaman patlayacak merak ediyorum doğrusu. Neyse, yorum yazmıyorum ama soracak sorularım var diyen sevgili fani okurlar için de bu kutucuk göz kırpmakta.

İsrail günlüklerinin son iki gününü de bir an önce bitirip günümüze dönebilmek dileğiyle,
Sevgüler...



İsrail Günlüğü - 9. Gün

Sadece sabah kahvaltısına yetişememekle kalmadık, koşa koşa gittiğimiz öğleden önce oturumundan da ilk dersin ardından çıkmak zorunda kaldık. Son 4 gündür her sabah bir şekilde midemi bozuyorum. Bu sabahki sancılar dayanılmaz olunca sınıfta duracak hal bulamadım kendimde, otele doğru yola koyulduk ama hala postaya vermediğimiz kartpostallar gelince aklımıza, istikamet otel değil de postane oldu. Postanede işimiz bittiğinde artık otele gitmek için çok geç olmuştu. Zaten 4-5 dakika içinde de ders bitti, herkes otobüse geldi. Yine rehberimiz Dany eşliğinde yola koyulduk.

Öğle yemeğinin ardından ilk durak Zeytin Dağı oldu. David'in şehrine, Sultan Süleyman'ın yaptırdığı surlara bakan bir gözetleme noktasında biraz bilgilendikten sonra Zeytin Dağı'nda yürüyerek "Basilica of the Agony" e gittik. İsa'nın buradaki hikayesinden sonra duyduğum her şey beni biraz daha etkiledi. Ve sözün doğrusu çok acıdım adama.


Zaman zaman, "sıkı palavra atmış adam, millet de yememiş bunun palavralarını bağlamışlar kazığa" diye aklıma gelmiyor değildi ama dinledikçe, okudukça, gezip gördükçe hem inandım hem de üzüldüm. Son yemeği (meşhur Leonardo tablosunu bilmeyen yoktur sanırım) yediği Zeytindağı'nda İsa, Allah'a dua etmek üzere bazilikaya gidiyor.  Bunun hikayesi Matthew'da şöyle alatılıyor:

26:36 Sonra İsa öğrencileriyle birlikte Getsemani denen yere geldi. Öğrencilerine, ‹‹Ben şuraya gidip dua edeceğim, siz burada oturun›› dedi.
26:37
 Petrus ile Zebedinin iki oğlunu yanına aldı. Kederlenmeye, ağır bir sıkıntı duymaya başlamıştı.
26:38 Onlara, ‹‹Ölesiye kederliyim›› dedi. ‹‹Burada kalın, benimle birlikte uyanık durun.››
26:39 Biraz ilerledi, yüzüstü yere kapanıp dua etmeye başladı. ‹‹Baba›› dedi, ‹‹Mümkünse bu kâse benden uzaklaştırılsın. Yine de benim değil, senin istediğin olsun.››
26:40 Öğrencilerin yanına döndüğünde onları uyumuş buldu. Petrusa, ‹‹Demek ki benimle birlikte bir saat uyanık kalamadınız!›› dedi.
26:41 ‹‹Uyanık durup dua edin ki, ayartılmayasınız. Ruh isteklidir, ama beden güçsüzdür.››
26:42 İsa ikinci kez uzaklaşıp dua etti. ‹‹Baba›› dedi, ‹‹Eğer ben içmeden bu kâsenin uzaklaştırılması mümkün değilse, senin istediğin olsun.››
26:43 Geri geldiğinde öğrencilerini yine uyumuş buldu. Onların göz kapaklarına ağırlık çökmüştü.
26:44 Onları bırakıp tekrar uzaklaştı, yine aynı sözlerle üçüncü kez dua etti.
26:45 Sonra öğrencilerin yanına dönerek, ‹‹Hâlâ uyuyor, dinleniyor musunuz?›› dedi. ‹‹İşte saat yaklaştı, İnsanoğlu günahkârların eline veriliyor.
26:46 Kalkın, gidelim. İşte bana ihanet eden geldi!››


Bundan sonra da İsa çarmıha gerilmek üzere yakalanıyor. Bunları bazilikanın içinde okuyoruz... Tahminimden çok daha fazla etkileniyorum doğrusu. Sonrasında yahudi mezarlıklarının yanından geçerek Meryam Ana'nın doğdu evin önüne gidiyoruz, ordan da eski şehirin içine. Eski şehir zaten tek başına da insanı büyülemeye yetiyor... Tabii ki aklımda tutabileceğimden fazla detay anlatıldı. Benim aklımda kalanların çoğu ise yine İsa ile ilgili şeylerdi. Adamı sırtına tahtalarla Golgotha dedikleri, o zamanlar şehrin dışında bir tepe olan yere yürütmüşler. İsa sırtında çarmıhla ilerlerken toplam 14 yerde duraksamış yorulunca. Buralara ya birer mini kilise ya da minik anıt gibi şeyler dikilmiş. Golgotha'ya vardığında İsa'yı sırtında taşıdığı çarmıha çivilemişler. Rehberin dediğine göre İsa çarmıh üzerinde öldüğünde günlerden Cuma'ymış, yani shabbat. Bu günde ölü gömülemeyeceği için Cumartesi akşamına kadar onu bir taşa yatırmışlar. Fakat hikayenin bu ne kadar doğru bilmiyorum. İsa'nın bedeninin çarmıhtan sökülüp gömülmek üzere üstünde beklediği bu taş günümüzde Hıristiyan hacıları için önemli şeylerden biri. Biz gittiğimizde de birçok kişi, elini, boynundaki hacı, kendisi için önemli bir cismi veya bir peçeteyi bu taşa sürerek bir şekilde kutsuyorlardı. Orada haç satan bir yer bulsam Elena ve Ruxy için birer haç alıp sürecektim ama yoktu, ben de bi tane mendil sürdüm, bakalım gönderdiğimde sevecekler mi...


Neyse İsa hikayesinin detayları çok.. Burdan sonra sıra ağlama duvarına geldi. Bunun da hikayesi en az İsa'nınki kadar var ama kısaca anlatacak olursam; yahudilerin ilk tapınakları buradaymış ama yıkılmış, sonra bi daha yapmış ama o da yıkılmış, sonunda da geriye bu batı duvarı kalmış. Adamlar zaten tarihlerini birinci tapınak dönemi, ikinici tapınak dönemi olarak anlatıyorlar. Şimdi bu ağlamaları da ikinci tapınağaymış. En koyu yahudiler duvarın en sol dibinde yer alıyorlar; kadınlar ve erkekler farklı bölmelerdeler, kadınların bölmesi en sağda. İşin doğrusu ben de duvara gitmeyi istedim ama kadınlar bölmesine girmeye cesaret edemedim. Dileğini minik kağıt parçasına yazıp duvarın taşları arasına sıkıştırabiliyormuşsun, ben de yazıp sevdiceğe verdim, o da oraya bi yere koydu.

Ve... Kudüs'e gidip de göremediğimiz neresi kaldı? Tabii ki Mescid-i Aksa! Tüm grupta sadece 3 kişi müslüman olunca, Mescid-i Aksa'yı gari müslümlere açtıkları zaman da sabah kısıtlı bir vakit olunca ve rehberimiz de yahudiler dışındakilere pek sempati duymayınca El Aksa'ya gidemedik işte. Gezi bitip de tur otobüsü herkesi otele götüreceği zaman bi deneyelim diyip gruptan ayrıldık ama yine de beceremedik oralara gitmeyi.

İsrail Günlüğü - 8. Gün



İlk defa bir Pazar gününü gerçekten Pazartesi olarak yaşadık. Dünden kalma tüm yorgunluğumuza rağmen sabah erkenden kalkıp kahvaltıya indik. Ne var ki ayakkabıları giymek tam anlamıyla bir işkence oldu benim için. Kahvaltıdan sonra odaya çıkar çıkmaz yaptığım ilk iş ayakkabılarımı çıkarıp zavallı parmağım hala yerinde mi diye bakmak olsa da ikinci iş ayakkabıları yeniden giymek oldu çünkü okula geç kalıyorduk. Her sabah yürüdüğümüz o 7 dakikalık yol bitmek bilmedi bu sabah. Ayaklarımı bu kadar acıtan yaranın küçüklüğü ise sinir bozucu gerçekten. Neyse de sevdiceğin de dediği gibi zamanla acıdan uyuştu parmağım...

Bunca günden sonra sonunda posterlerimizi de astık bugün. Biraz geç oldu ama astık ya buna da şükür.

Günün akşamına öğrencileri kaynaştırmak üzere bir toplantı düzeledi İsrail'li arkadaşlarımızdan birisi, topluca oraya gittik yürüyerek. Bu defa da bir Türk bakkal çktı karşımıza. Türk fırıncı gibi eli açık birisi olmasa da en azından bir kaç cümle sohbet ettik kendisiyle.

Partiye renk veren, İsrail'li arkadaşımızın birbirimizi daha iyi tanıyalım diye hazırladığı sorulardı. Gece boyu en hoşuma giden şey Philip ve bu akşam tanıştığım kız arkadaşı Miriam ile sohbet etmemin yanı sıra artık önüme bira menüsü geldiğinde orada yazan isimlerin bana birşey ifade ediyor oluşuydu. :) Almanya'da geçen iki senem pek de asosyal geçmemiş sanırım :)) Aynı şeyin bir gün şaraplar için de geçerli olacağını umuyor, o gün geldiğinde hem saçlarımdaki akların hem de hoş hatıraların daha fazla olacağını tahmin edebiliyorum...

Gece devam ederken, dünden kalma yorgunluğumuz ve yarının yoruculuğunu hesaba katarak erkenden kalkıyoruz biz. Geldiğimizden beri bir türlü fırsatını bulup da göremediğimiz şehir merkezinde biraz dolaşıyoruz. Dükkanların çoğu kapalı ama en azından karnımızı doyurabileceğimiz, İsrail'in en az shawarma kadar geleneksel yemeği olan falafel'i tadabileceğimiz bir yer buluyoruz, üstelik fiyatlar da çok makul! Karnımızı doyurduktan sonra uyku perilerine daha fazla karşı koyamayarak doooğru otele gidip horul horul uyuyoruz.

İsrail Günlüğü - 7. Gün

Bugün Cumartesi olmasına rağmen Masada-Ein Gedi-Lut Gölü gezisi için sabahın köründe kalktık. Bizim için Cumartesi ama İsrailli'ler için Pazar gibi.



Erkenden ve hızlıca yaptığımız kahvaltının ardından otobüse doluştuk 45 kişi. Rehberimiz Dany'nin anlattığı şeyleri elimizden geldiğince fotoğraflamaya ve fırsat buldukça da fotoğrafların üzerine ses kaydı olarak kaydetmeye çalıştık. Gezdiğimiz yerlerin detaylarını anlatabileceğimi pek sanmıyorum ama aklımda kaldığı kadar özetlemeye çalışayım.


- Masada  ibranice kale anlamına geliyormuş.
- Herod adında bir kral yaşamış Masada'da, ve bu kaleyi yaptırmış. Mimarlara göre, çok mükemmel olan bu kaleyi yaptırdığı için çok iyi bir mimar ama psikologlara göre ise tam bir paranoyak. Niye mi? Çünkü kalenin düşmanlara dönük yanı tam üç sıra sur ile çevrili. Kralın aklında "ya bu suru aşarlarsa?" sorusu her daim diri olduğundan, "bari bunu aşamasınlar" diye diye iki sur daha yaptırmış adam.
- Kalenin en büyük sorunu suyun getirilmesi meselesini, Kudüs civarında görece daha fazla yağış alan bölgelerden Masada'ya doğru akan kanallar yaptırarak çözmüş. Bu fikir günümüzde de büyük hayranlık uyandırıyor. (Ne var ki ben o kadar da etkilenmedim bu düşünceden. Pek de öyle "kırk yıl düşünsem aklıma gelmez" dediğim bir fikir değil. Benim de böyle bir derdim olsa, biraz düşünüp bulabileceğim bir düşünce.)
- Ne var ki kralın tüm tedbirine rağmen sonunda Romalılar kalenin kapısına dayanmış. Önce demir topuzlarla saldırmışlar fakat yahudiler bunu farkeder etmez kapılara ekledikleri tahtalarla esneklik verince ucu ateşli oklar kullanmış Romalılar. Kapıları yıkıp içeri girmeleri an meselesiyken Romalılar geri çekilmiş ve ertesi sabah geleceklerini bildirmişler bir şekilde.
- Romalıların tavrı garip ama bu duruma yahudilerin verdiği tepki daha da garip. "Romalılar gelip de kalemizi ele geçirince bizi ya öldürecekler ya da çocuklarımızla birlikte köle yapacaklar, karılarımızın ırzına geçecekler. Romalılara boyun eğerek, namusumuza leke sürdürerek yaşayacağımıza özgürlüğümüzle ölürüz daha iyi" demişler ve topluca ölüme karar vermişler. Tabii intihar dinlerinde yasak olduğu için buna da şöyle bir çözüm bulmuşlar: Her erkek kendi karısı ve çocuklarını öldürecek. Seçilen 10 erkek diğer erkekleri öldürecek. Seçilen son bir kişi de diğer erkekleri öldürdükten sonra kendini öldürecek. Böylece 960 kişi içinden sadece 1 kişi intihar etmiş olacak. Tabii rehberimiz Dany öykü böyle anlatmadı, çok daha güzel ve Yahudi Savaşı'nı yazmış olan Josephus'un da satırlarından alıntılarla anlattı. Şimdilerde Josephus'un Yahudi Savaşı'nı anlattığı kitabını arıyorum. Güzel bir baskı bulabileceğimden şüpheliyim ama en azından bir pdf kitap buldum şimdilik. Bi de anlamadığım bir nokta var; intihar suç da adam öldürmek suç değil mi, bu kısımda aklım biraz karıştı doğrusu.
- Ertesi sabah kaleye dalan Romalılar yerlerde cesetlerle karşılaşınca işin heycanı kaçtı diye mi nedendir bilinmez, aman istemeyiz biz bu kaleyi diyip çekip gitmişler. Kale de sonraları bilmemne kraliçesi bilmemkim tarafından keşfedilmiş.

Masada gezisinden hemen sonra Ein Gedi civarında dolaştık bir süre, ordan da Lut Gölü'ne gittik. Lut Gölü bir zamanlar denizlerle birleşikmiş ama sonradan ilişkisi kesilmiş. Rakımı deniz seviyesinden 422 metre aşağıda olan bu göl günümüzde de her yıl 1 metre yükseklikte su kaybedecek derecede buharlaşmaya maruz kalıyormuş. Buharlaşma nedeniyle Dünya'da ikinci en yoğun sıvıya (su demeye bin şahit gerek, jel gibi bişiy) sahip olan Lut Gölü, Tuz Gölü olarak da biliniyor. En büyük atraksiyonlarından birisi de içinde yüzmek yerine rahatlıkla gazete okumanıza olanak tanıması. Gözünüze sıçrayacak bir damla suyun hayatınızın 2-3 dakikasını cehenneme çevirmesi ise bu keyfin bedeli olsa gerek.

Biz akıllıları önceden haber verilmesine ve teyzemin tüm uyarılarına rağmen mayolarımızı Türkiye'de bıraktığımız/unuttuğumuz için Lut Gölü'ne gidince ve havanın güzelliğini de görünce tutuştuk tabii. Neyse ki bizim gibi gerzekleri yolmayı akıl edecek tüccarlar oraya güzel(!) bir dükkan açmışlar da mayo vs. satıyorlarmış. Olabilecek en hızlı şekilde mayolarımızı ve 400 şekeli geçsin de ülkeye dönerken Tax Fund alabilelim diye seçtiğimiz birkaç hatıra eşyasını satın alıp denize doğru yollandık. Denizin 1985'deki kıyısından şimdiki kıyısına yürümek yaklaşık 20 dk. sürdü; tahmin edin artık buharlaşma ne denli önemli. Kollarımız ayaklarımız havada pozlarımız verdikten, biraz yüzmeye çabalayıp başarısız olduktan ve biraz da suyun içinde oynadıktan sonra çıktık, duş aldık ve kalkmak üzere olan otobüsü yakalamak için hızlı hızlı yol aldık. Ne var ki Lut Gölü'nün tek özelliği aşırı tuzlu ve deniz seviyesinin altında olması değil aynı zamanda dibinin ve civarının aşırı keskin ve sert tuz kayalarıyla kaplı olması. Çıktığımda ayaklarım o kadar yara bere içindeydi ki otele gidene kadarki süre için bile ayakkabılarımı giyemedim. Neyse ki otobüs tam otelin kapısında bıraktı bizleri de fazla sorun olmadı ayakkabısızlık.