29 Aralık 2015 Salı

Ece'yi anlamak

Her gün yaşanan münferit olaylardan yola çıkıp da genel olarak bir dert anlatmaya çalıştıktan sonra insan yıllar boyunca, sadece bir dert değil aslında kendisini ve en minimal düzeyde dahi olsa toplumsal ahlaki doğruyu anlatmaya çalıştıktan sonra, hala daha ülke gündemi iyileşmiyor, düzelmiyor, ve kötüye gidiyorsa, kişinin kendisi de salak veya yerinde saymakta bir sakınca görmeyen biri değilse, bu işin artık bir anlamı olmadığı aşikardır.


Ben anca bu söyleşiyi dinledikten sonra anladım Ece Temelkuran’ın neden artık gazetede yazmak istemediğini. Ve belki de ancak şimdi anlamlandırabildim neden mizah dergisi olarak adlandırılan -ama belki de ülkenin artık tek mantıklı muhalefet yapabilen ve düşündüren yayını olan- Penguen’de yazdığını. Birilerine bir şeyileri 10 yıl boyunca anlatır da hala daha bir değişiklik görmezseniz ya vaz geçersiniz anlatmaktan ya da başka bir şekilde denersiniz anlatmayı. Durumla başa çıkabilmek için belki biraz kara mizah da gerekir… İşte bu yüzden Penguen, ve işte bu yüzden roman. 

Roman deyince, 'gerçek ile hakikat arasındaki fark' meselesi geliyor gündeme. Gazeteciysen, gider bir tür delil toplarsın, röportaj yaparsın, kanıtlayabileceğin şeyi haber yaparsın. Magazin gazetecisi bile bir şekilde bir fotoğrafa veya gizli bir anlatıcıya ihtiyaç duyar haberi için. Ama kimsenin söylemediği şeyi, sen istediğin kadar anla, hisset, bil veya öngör, haberini yapamazsın. Gazete köşende yazamazsın; iftira olur bu, halkı galeyana teşvik olur, spekülasyon olur. Herkesin bilip de sustuklarını ancak bir romanda yazarsın özgürce. İnsanların anlayabilecekleri başka bir dil olduğunu umarsın romanın. Başka bir yöntemdir roman, empati yaptırırsın, sinirlendirirsin, hüzünlendirirsin, umutlandırırsın, çaktırmadan kanına girersin ve belki bir umut anlatabilirim diye düşünürsün. İşte bu yüzden roman, edebiyat, ya da adı her ne ise işte o.

İlk gençliğim Yenibinyıl'da yazdığı günlerde Ece’nin sayfasını bulup yazılarını okuma heyecanıyla geçti. Ona özenip belki de o ergen halimle, aklımda astronom mu olsam yoksa 'Ece gibi' gazeteci mi, düşünceleriyle Milliyet'e yazılar göndermişliğim vardı. Birini yayınladılar da hatta.

Bu arada kitaplarla geldi Ece… sonra sıklaşan köşe yazıları… sonra yıllar geçti, ben saçma sapan ilaçlarla ve hayatla cebelleşirken Bonn'da,  o Frankfurt'a geldi kitap fuarı için. Kıt kanaat geçindiğim bursumdan biriktirdim tren biletimi. Gece kalacak yere verecek paramız olmadığından sabah 5'te bindik trene, gece 11'de dönük ama Ece'yi görmeye gittik, bir Türk, bir Romanyalı bir de Gürcü, 3 kız. Tren biletlerimizi aldığımız günün gecesi uyuyamadım heyecandan. Ertesi gün Avrupa'nın en iyi kozmoloji hocalarından birinin dersinde, ben Ece'ye vereceğim mektubun taslağını yazıyordum. Fuarda karşılaştık, ilk defa bir kitabımı imzaladı, ve ben konuşamadım tam da tahmin ettiğim gibi. Kalbim ağzımdan çıkmak üzereydi; ellerim, ayaklarım, tüm vücudum titriyordu heyecandan. Çok da ufak değildim, 26 yaşımdaydım ama kanatlarım kırık, biraz hasta, biraz yorgun, çokça umutsuz ve aşırı derecede hayrandım. Konuşamadan mektubumu bıraktım masasına. Sessizce çekilip gidecektim, gözlerimin içine içine baktı, 'Siz mi bıraktınız bunu? Siz mi yazdınız? Benim mi bu?' dedi. 'E-e-e-e-evet.' diyebildim sadece. Verdiğim anda pişman oldum. Ne çok saçma şey yazmıştım. Ben hocamı kaybetmiştim bir suikastte, o dostunu, ve tehditler alırken kendisi o günlerde, korkuyordum ona
birşey olursa diye. Çünkü Necip hoca bize söylemişti tehdit telefonları aldığını, biz birşey yapamamak bir yana, yanına gidip konuşmaya dahi cesaret edememiştik konu hakkında. Aynısı ya Ece'ye olursaydı? Korkularımdan çok 'Lütfen dikkat et'lerimi yazmıştım mektubumda tüm içtenliğimle ama çok çocukça, çok salakça ve belki de çok umut kırıcı mı olmuştu acaba? Keşke hiç vermese miydim? Ben bunları düşünürken o gülümsedi, ben de gülümsemeye çalıştım. Uzaklaştım. Ötedeki kolonlardan birinin dibine gidip izledim sessizce. Kalabalığın arasından görmeye çalıştım. Mimiklerini, saçının hareketlenişini, sesini... aşk böyle bir şey işte. 14 yaşınızda başlarsa hele, 26'nızda bile salaklaşırsınız. Sonra söyleşi vardı sırada, bol bol fotoğraf, biraz da video çektim. Hatta sonrasında o zamanki yardımcısına ilettim de o fotoğrafları, belki kullanırlar bir yerlerde diye... hiç unutmuyorum Özgür Mumcu ile boşanma haberinde kullanılmıştı çektiklerimden biri. Öyle de zordu ki ha bire kırpışan o gözleri açık yakalamak titreyen ellerimle... Sonrasında Elena dürtükledi de birlikte bir fotoğrafımız oldu sayesinde. 

Zaman içinde Milliyet oldu Habertürk, Habertürk oldu televizyon programı.

Yıllar geçti, yolumuz, küçük bir İstanbul gazetesiyken zaman zaman bilim haberleriyle destek vermeye çalıştığım BirGün’de kesişti. Ben bir haber yazdım, sonra o benden başka bir haber istedi. Ben artık hem bir astrofizikçiydim, hem de vaktim oldukça bilim habercisi. O da kısa bir süreliğine de olsa benim Genel Yayın Yönetmenim - mutlu ediyor böyle olduğunu düşünmek beni. N'apalım yani?

Derken gün gelip de BirGün'den de gidince, artık onu o denli sık okuyamayacak olmak ihanet gibi geldi. Anlamaya çalıştım, anlamasam da kızgınlığım geçti ama terk edilmiş hissettim kendimi. Kaç yıl geçti o yazmayı bırakalı? Belki çok değildir, bana sorsanız çok! Kırılınca çünkü insanın kalbi, zaman yavaşlar.

Bak işte bence geçen o çok yıldan sonra ancak şimdi anladım, ve hak da verdim Ece'ye. İyi yapmış tabii ki de! Çok da iyi yapmış köşe yazmayı bırakarak. Kırgınlığım geçti, dengem yerine geldi. 

Sürekli kullandığım ilaç Kore'de yokmuş, annem tek başına ilaç gönderilmez dedi. Ben de ilaçla birlikte bir de 'iç kitabı' istedim. 'Ezberlemedin mi sen hala onu?' dedi, güldü ama koydu tabii ki çantaya. İlk yardım çantamda bir kutu ilaç, bir de iç kitabı. Hele şu paket bi gelsin de, değil Kore, Somali'de bile olsam sırtım yere gelmez artık benim. İyi ki varsın be Ece! İyi ki!

28 Aralık 2015 Pazartesi

Devir - 212





Sevgi'nin Aydın'a baktığı gibi bakıp, aldığı gibi aldım... sonra da onun gibi kalakaldım kendi yarattığım hayalin kırık parçaları her yanıma battıkça. Farklı acılardan geçip, farklı içerilerden çıkıp, farklı kabuslardan sığınmak üzere seçtik ama, belki de tüm karar vermiş kadınlar olarak hep aynı şeyi yaptık: Gözlerimizdeki o tuhaf ışıkla büyüledik adamları, bedeli neyse ve nasılsa ödedik diye uyguladık aldığımız kararları.

16 Aralık 2015 Çarşamba

Sığınacak bir devir

Beni bilen bilir ya, pek severim kitapları. Almayı, dokunmayı, koklamayı, hiç değilse içi kitap dolu odalarda durmayı. Okuduğum kadar olmasa da bir dolu okumadığım kitabım vardır. Hem de sadece Ankara'da değil, İstanbul'da, Kayseri'de, Trabzon'da, Bonn'da, İrlanda'da... beklerler beni, birbirimizle buluşup dertleşeceğimiz, konuşacağımız, içimizi dökeceğimiz günü bekler gibi beklerler. Bazıları vardır ki kötü gün dostu; sona saklarım. Düğümlere Üfleyen Kadınlar öyle olmuştu benim için. Sevgili Temelkuran'ın imzasıyla göndermişti bana pek sevdiklerimden bir dost, ve ben Kuzey İrlanda'nın o keskin ayazında, gözlemevi ile ev arasında dokuduğum mekiklerde, ne kadar çanta taşımam yasak olsa da, o 15 dakikalık yolda bile yanımdan ayırmak istememiştim onu.  Bir de daha kadim dostlar var ki yine yanımda taşırım ama daha farklı; şehirden şehire, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya... ama yine de kıyamam okumaya.  Devir öyle oldu benim için. Korkuyorum onu okumaya. Başladığım gece biteceğinden ve o arka kapak kapandı mı kimsesiz kalmaktan korkuyorum. Dilini öğrenmeye çalıştığım çekik gözlü insanların ülkesinde, ne zaman uzansam elimi tutan bir dost gibi yanımda taşıyorum onu, çantamda. Okumaya çekinmediğim, 1984 basımı Güney Kore Bir Model Olabilir Mi? ile birlikte duruyorlar, çantamda. Birbirlerine ne diyorlar bilmiyorum, bildiğim şey Devir'in onu okumaya kıyamadığının farkında oluşu. 

Şimdi ise... sanırım Devir'e en çok ihtiyacım olan ana geldim artık. İşim ağır aksak gidiyor, aşk desen paramparça, dost desen uzakta, para desen yok, kar desen eridi... Biliyorum Devir daha beklerdi beni ama ben bu gece, damlalarımı, Devir'in kapağını açmaktan başka sığınacak bir yerim kalmamış olmasına akıtarak, başlıyorum okumaya. 

Bazı insanların nasıl bu denli sağlam durduklarını hep merak edersiniz. Asıl onlardır en çok sevilmeye ihtiyacı olan, hatırlamaya çalışın bunu, olur mu? Bu nedenle beni hep, kimsenin sevmediği o aksi insanlar sever; bilirim çünkü en çok onların sevildiklerini hissetmeye ihtiyaçları vardır, ve ben severim bilerek kötülük yapmaya içi elvermeyen herkesi. 

Siz de sevin olur mu, önce kendinizi, sonra da etrafınızdaki o sert, dik ve huysuz görünümlü aksi insanları. Çünkü en çok onların ihtiyacı var sizin elinizi tutmaya.

14 Aralık 2015 Pazartesi

Zor

Şarja takılması gereken bir pil gibi hissediyorum kendimi bazen. herkese enerji, umut ve mutluluk vermesi güzel de, akşam olunca sarılacağı, başını yaslayabileceği birini istiyor insan. Bir sarılsam nasıl da iyi gelecek dediğim kimselerim var, çok büyük bir şans onların varlığını bilmek... ama hepsinden uzakta olmak zor... çok zor.

'zor' diyince sanki insan bir merhamet, bir şefkat istiyormuş gibi oluyor karşısındakinden. Ne cevap verebilirsin ki, 'evet biliyorum zor ama geçecek' dersin, 'sen atlatırsın bunları, nelerin üstesinden gelmedin ki' dersin, 'o kadar da zor değil aslında bak şu şu şu da oluyor hayatında' dersin. Dersin ama hiçbiri o sıcak kucaklaşmanın, yanağını göğsüne koyup kalp atışlarını dinleyebildiğin sarılmanın yerini tutmaz. Zor işte bu yüzden, demesi de, duyması da zor bir şey.

Her zaman dediğim gibi, ne kolay oldu ki... zaten herşey zor.

too much

You are expecting too much from people, he said. 
I am expecting sincerity and honesty, I replied.
This is too much! she said, this is too much.

Honesty... is a difficult virtue. It brings the risk of being rejected for being who you are and this is not an easy thing to handle because most people are desperate for all sorts of appreciations and has no power to confront the possible rejections for being who they are, their thoughts and emotions. Is this because today's world is more judgemental than compassionate or people would still be in need of admiration even the society would be more embracing? 
'If I say that I don't like this kind of music/book/movie, s/he might think we are not compatible.' 
'If I say that I am not agree, s/he might give up on me.'
'If I say that I don't want this, s/he might get angry.'
These dilemmas may perplex every mind but would you really want to be with someone who judges you from your choice of music/book/movie without asking your reasons? Would you really want to be with someone just because you don't want to be alone? Would you really want to be with someone who disrespects your choices? Why? Are you so lonely and needy to be with people no matter how prejudiced and judgmental they are? 

Sincerity... is a dangerous generosity. It brings the prospect of exposing your emotions and this is not an easy thing to recover in case you are hurt, because no matter how evolved we think we are, we are still very much directed by our feelings. Our psychology is made up of our feelings rather than our thoughts, hence the recent years' cognitive behavioral therapy is one of the methods trying to teach people how to control their emotions/psychology/mood; in other words, how not to be the slave of our emotions. But all these aside, why are you still afraid to be genuine even if the reward would be a very close friendship, a strong trust, a solid relationship or an honest response? Are you so crumbled to come back into one piece?

How can you live a life which you can not be yourself freely? Then how can you be really happy when a friend misses you, knowing what s/he misses is not the real you? How can you really trust people when you are not being trustworthy, how do you deal with this suspicion? How can you keep this pseudo character of yours in every hour of every day?

Aren't you tired? Don't you want to be accepted and appreciated for who you really are? I envy your endurance... but sorry for your despair.