14 Şubat 2009 Cumartesi

Bugün...

Kitap okudum biraz. Sağ menüdeki linki de değiştirmem gerek, çünkü bu sıralar Türkçe bişiy okumak zorunda olduğumu farkedip dün Türkçe romanların arasından rastgele seçtiğim Araf'ı okumaya başladım. Elif Şafak'ın bir kitabı Araf, arkasında yazılanlar benim için bu kadar geçerli olmasa, şimdi, dili temel alan ve de üstelik yazarı Türk olmasına rağmen orjinali ingilize yazılmış bir kitaptan ziyade dili güzel kullanan ve orjinali de Türkçe bir kitabı tercih ederdim sanırım. Şöyle diyor arka kapağında:
"İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir - bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş ıspanağın başına gelenlere benzer - ana malzemeye yeni bir tat eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu arada. Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye, ismine yabancılaşmasıdır."

Son on gündür gerçekten hiçbir şeye konsantre olamayışım, blogları bile satır atlayarak okuyup sonra "ayıp oldu yaa" diyip yeniden okumaya çalışışım, bedenimin kalbime bir kaç beden dar geldiğini hissedişim tam da doğama uygun şeyler olduğu için bu seferki "hiçbirşey yapamama" sendromumdan korkmuyorum. Böyle zamanlarda, akıcı ve bence güzel bir Türkçe ile yazılmış birşeyler okuduğumda kendimi daha huzurlu hissdiyorum. Dilin akıcılığı içinde ben de akıyorum sanki, en az yazmak kadar rahatlatan bir eylem oluyor okumak. O nedenle her zamankinden biraz daha önemli oldu bu kitap. Konusunu belki hatırlamayacağım belki bir sene sonra, kötü hafızam bana böyle davranıyor ne yazık ki, ama biliyorum ki içimdeki bu garip duyguyu hatırlayacağım ve muhtemelen "güzel bir kitaptı mutlaka okumalısın" diyeceğim birilerine, konusunun ne olduğunu anlatamayacak olmama rağmen.

Bilgisayarları kapattım, müziği de açmadım, odamın sessizliğinde kitap okumak istedim. Pencere açıktı ve üst kattaki kızlardan birisi şarkı söylüyordu. Huysuz bir günümde olsam sinirlenip küfredebileceğim gibi bir sesle söylüyordu, kolaylıkla rahatsız olunabilecek bir dilde. Ve her ne kadar pencere açık olduğunda kapının altından esen rüzgarın sesini ve kapının titremesini engellesin diye aldığım mavi uzun boylu hayvancığım olsa da, sürekli onu düzeltmekle uğraşmadığım için, kapının altından da kata yeni gelen ve benim inat edip hala gidip tanışmadığım yeni kızın sesi geliyordu. Elena geçenlerde söylenmişti biraz, bu kız hep bişiyler söylüyo ciyak ciyak, diye ama benim odamda hep bir müzik veya bir ses olduğu için duymamıştım o zamanlar. Şimdi sessizliğin hakim olduğu ilk dakikalarda gerçekten de farkettim ki o kız da benim gibi çok seviyor şarkı söylemeyi sanırım ama tek farkla, ben bu kadar aralıksız söylemiyorum =) ve bu iki kızın sesini bastırıp romandaki karakterin sesini duymaya çalışırken, odama gelip gidenlerin sık sık takıldığı sesi duydum ben de sonunda. Duvar saatinin sesi. Yatarken, uyurken vs. beni hiç rahatsız etmez, şimdi de etmedi ama işin ilginci şu ki duymam da ben o saatin sesini. Şimdi duyuyorum, yaklaşık yarım saattir tık tık tık tık tık tık tık tık tık tık tık tık tık ... ve rahatsız olmuyorum hiç de! Sanki huzurlu yapılan birşeymiş gibi zamanın geçmesini izleyebilirim şu an saatin karşısında durup öyle saniyenin tık tık tık tık tık ilereyişine bakarak....

Saat 4'e geliyor burda, orda 5'e. Sabahın 5,5'unda yattığını düşünsem bile bu saate kadar uyanmış olduğunu tahmin ediyorum, yumurtalı hamsileri de çoktaaaan mideye indirdiklerini :) yine de yanında olup onu uyandırmak isiyorum.. Ama sonra gözümün önüne uyurkenki hali geliyor, öpe öpe de olsa kıyamam sanki uyadırmaya diyorum, ancak geçer karşısına, nefes alış verişindeki huzurun tadına vara vara izlerim heralde. Mutlu başlayan sevgiliyi düşünme faslı hüzünleniyor tabii böyle olunca. Günler bi an önce geçse artık istiyorum, bi daha bakıyorum saate, daha hızlı ilerlesin diye dürtmek istercesine. Hiç sevmiyorum ben hayal kurmayı, çünkü sonunda elimde hayallerimle öyle kalakalıyorum. Sanki kendi kendinin refakatçisiymişsin, sen içerde ölmüşsün de doktorlar kalbini bir hastane poşetine koyup dışarda bekleyen refakatçinin, kendi kendinin eline tutuşturmuş gibi..elimde kalbim, poşet içinde hayallerimle kalakalıyorum ben genelde. Sevmiyorum hayal kurmayı. Hayalini kurduğum kaç şey gerçekleşti, ben kaç şeyin hayalini kurmaya cesaret edebildim, bilmiyorum.. hayalini kurmak istediklerimin sayısı 100 ise ve ben ancak bunların 30una cesaret edebilmişsem sanırım ancak 5-6'sı gerçekleşmiştir. E bu durumda normal mi benim hayal kurmamayı sevmemem? Normal olmasa kaç yazar :) Ben yine de onun uyku huzurunda yanında olmak istiyorum..


Aslında üşenmesem de yataktan çıkıp bi giyinsem, bişiyler yesem ve makinamı alıp dışarı çıksam fotoğraf çekmeye, çok güzel olur eminim. Her zamankinin aksine, sanki dün defalarca lapa lapa kar yağan yer burası değilmişcesine, çok güzel bir bahar havası var dışarıda şimdi. Tabii yarım saat sonra ne olur bilinmez :)

Şimdi ne yemek yapmak, ne giyinmek, ne dışarı çıkmak, ne fotoğraf çekmek, ne kitap okumak... sadece gözlerimi kapatmak, öylece durmak ve gözlerimi açtığımda ellerimi ellerinde bulmak istiyorum... İmkansızı istiyorum, biliyorum. Cadılar imkansız işler için değil midir zaten?

3 yorum:

  1. şu rengarenk yıldızlar olan resim nedir anlamadım
    kağıttan yıldızlar deseeem diil, şeker desem yine diil
    senin zamanın hemen geçmesini istediğin nedir
    aman çok gizemli olmuş bu entry HİÇBİŞİY ANLAMADIM
    ama anlıycaaam iz üstündeyim !

    YanıtlaSil
  2. İşine baksana sen Zerrin'cim, herşeyi anlamasan da olur. Allaaam yareppim yeaaaa!!!

    YanıtlaSil
  3. hehheyyyyyyyyyyyyyyyyy!!!!!!!
    hiyuuuuuuuuuuuuu!!!!!!!
    höhhhh höööö!!!!!!!!!
    Kakır kakır kakır

    YanıtlaSil

İki kelam etmeden gittiğinde üzülüyorum ben.