5 Nisan 2009 Pazar

Mission impossible!

Detaylıca yazabilmek adına erteledikçe, bu postun yazılma zamanının ulaşılmaza doğru ilerlediğini farkedip hızlıca özetlemeye karar vedim.

Efenim, o gece o parti gerçekleşti, hem de çoook güzel oldu. Üstüne bi de bol bol adını duyduğum ama bi türlü gitmediğim o ünlü Blow Up'a da gittik, az durduk ama en azından ne şekilde bişiymiş gördük, birer içki içtik, bi de bardak aldık çıktık. Dönüşte yollardan boş koliler toplaya toplaya eve vardık, biraz ortalığı toparlar gibi yapıp dooru yatağa attık kendimizi, horul horul uyuduk. Salı sabah 7'ydi sanırım ben kalktığımda, OnurCUM'u uyandırdığımda 9, dolaptaki izleri temizlemeye yemek molası verdiğimizde 16, çalışan sevgülüm üstüme düştüğünde 17, sıkıtıdan yün kilotlu çorapla ip atlamaya çalıştığında ve ben gülmekten altıma yapmak üzere kolarak tuvalete gittiğimde 18, Ruxy ve Elena gelip sevgili yazıcımı aldıklarında 20, kolisiz kalıp büyük torbaları doldurmaya başladığımızda 21, imkanı yok yetişemeyeceğiz çığlıkları atarken 22, odamın anahtarını Mark'a verip son bir öpücükle onu terkederken ve önündeki çöplerin büyük kısmını boşaltamamış halde yurttan ayrılırken de 22:20 idi... Ruxy ve Elena bizimle şehir merkezine kadar geldiler valizleri taşımamıza yardım ederek, ayrılırken birkaç damla süzüldü Elena'dan da benden de... Zaten önceki gece Elena'nın ağlamaktan şişmiş gözlerini, Ziyad'ın o buruk hallerini ve Mark'ın durgunluğunu hatırlamak bile istemiyorum... Beni öyle çok seven insanlar neden sevgilerini göstermezler hiç anlamam, büyük maharet sanki sevgiyi içinde saklamak. Hani herkese gösterilmez de, benim gibi sevgisini neredeyse insanın gözüne soka soka gösteren bi cadıdan da saklanmaz ki yahu. Neyse... Herşey bi yana, koridorda bıraktığım resmen dağ gibi çöp yığınları için Erik'in arkamdan çok küfrettiğine eminim. Keza sonradan gönderdiğim özür mesajıma cevap bile yazmadı :/

Neyse efenim, vardık havaalanına... İlk planımız birer valiz, birer el bagajı idi ama sonra baktık ki üçer valiz ve birer el bagajımız olmuş, ve tabii ki kilo sınırı bizim çoook altımızda kalmış. Kolilere doldurup odamda bıraktığım birçok şey umrumda değil ama kızlar banyosuna koyduğum en az 4 tane daha hiç açılmamış nivea şampuanlarım hala aklımda. Neyse, o kadar çok bagaj olunca, en hafif iki tanesini verdim check-in'de, el bagajlarımızı tartacağı tuttu gıcık kadının, 8 kg'lık el bagajı limitini 22kg'a çıkarmadıkları için orda da afalladık, üstelik bi de ben fazladan 5kg için cebimdeki son parayla 40€'luk ödeme yapmak zorunda kaldım... Off, tam bi kabus! İki valizi, İstanbul'a gidecek birilerine verdim, OnurCUM'a da bi tanesini verdi check-in'de, geriye kaldı en ağır bi valiz, ki içindeki bolca kitap olduğu için ağırdı ve tabii ki o kitaplar burada bana lazım olacaklardı... Yine de havaalanında o saatte bir emanetçi veya o kilitli dolaplardan bulamayınca, bizi yolcu etmeye gelen kimse ile geri gönderme durumumuz da olmayınca ve parası neyse öderiz kardeşim diyip uçağa da veremeyince, kaldık mı elimizde fazladan bir valizle? Aklıma yatan en iyi fikir, valizi kaybetmekti. Yani kaybetmiş gibi yapıp bi yerde bırakıp gitmek... Elbet bir kayıp eşya odası falan vardır havaalanında, sonunda temizlikçiler bulup onu oraya götürürdü heralde? Yok bunu da yapamadık, sonunda annemle yaptığım seksenbininci telefon konuşmasının ardından, "yahu birilerini yolcu etmeye gelmiş kimse de yok mu, bari onlar alıp evlerine götürseler" nidalarıyla kapadım telefonu.. Sinirden ateşi başıma vurmuş yüzüm, muhtemelen kıpkırmızı yanaklarım ve darmadağın saçlarımla ne kadar acınası bi hal oluşturdumsa artık, teyzenin biri "benim kızım geldi beni yolcu etmeye, nooldu bakiim sana?" dedi; anlatmaya başladım valizlerden birer birer nasıl kurtulduğumuzu ve sonunda elimizde kalan bir valizi ve cebimizde kalmayan beş kuruşumuzu...tutamadım o sırada sinirden damlayama başladı gözyaşlarım, teyze iyice acıdı halime "tamam kızım sıkma canını, sen de benim bi kızım sayılırsın zaten, bekle burda hele" dedi, gitti, kızını ve damadını aldı geldi... Adresler verildi telefon numaraları alındı, valizimi verdim, koşa koşa boarding'e gittik derken, x-ışın cihazından geçerken farkettik ki Asuman(benim notebook)um yok!!!! Ben eşyaların başında beklerken OnurCUM koşa koşa gitti Asuman'ı buldu geldi, tamam artık herşey yolunda derken, ordaki adamlar fotoğraf makinesinin tripoduna taktılar kafayı; bunun uçak içine sokulabileceğine dair onay almamışsınız diyip bizi yeniden check-in'e göndermeye çalıştılar ama neyse ki check-in'imiz kapalıydı ki bi daha oralara gitmekten kurtulduk, adam seksen saat inceledi tripodu, sonunda benim de henüz ağlamış ıslak gözlerimden ve OnurCUM'un "yeter artık, acıyın bize nooolur" bakışlarından da kısmen etkilenerek, "iyi madem, geçin hadi" dedi... Bu sefer gerçekten sorunlar bitti, koşa koşa uçağa yetişelim dedik amaaaa, daha pasaport kontrolünden geçmemiş olduğumuzu fark ettik! Orda oyalanırken kesin uçağı kaçırıcaz diye feryat figan ettim ki sıradakiler sıralarını verdiler bize, sonradan farkettik ki bizim uçağımız zaten 1 saat rötar yapmış :) Huzurla yeniden sıramıza geçtik, pasaport kontrolden geçtik, bekleme salonuna gittik, ve uslu uslu oturduk yerimize. O anda aklıma geldi, ben trcell hattımın takılı olduğu telefonu kapatmadan koymuştum çantama, ama nereye? Uçağa binmeden önce bulmak gerek ki, başımıza iş açılmasın. Kendi kendime telefon ettim ama "yanlış veya eksik bir numara çevirdiniz" diyip durdu trcell'li kadın, çantayı alt üst ettik ama bulamadık... Uçağa bindik, uyuduk, uyandık, indik... Ama Tr'ye varmış olmak, maceranın sonu demek değildi henüz!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İki kelam etmeden gittiğinde üzülüyorum ben.