26 Temmuz 2011 Salı

Güney Afrika'ya Gidiş 2


Uçakta okumak üzere yanıma yüzyıldır bitmek bilmeyen Maya'yı ve düzeltmelerini yapmak üzere Elif'in makalesini almıştım. Başlarda çenesi durmayan Murtaza bir anda alakasız bir makale çıkartıp okumaya başladı. Ben de Elif'in çevirisini elime aldım ama Murtaza'nın ikide birde bana dönüp konuşmasına engel olmadı bu. Ben de çareyi kulaklıklarımı takıp bişiyler dinleyerek soyutlanmakta buldum. Daha önce bahsetmiş miydim bilmiyorum. Kulaklıklardan çok çektim ben. Pek bir severek alıp, aramda duygusal bağ kuruyorum kulaklıklarımla, ama sonra çantamda derbeder oluşları çok üzüyor beni. Son 2-3 yıldır ise güzelce temizlenmiş bir nivea kutusu kullanıyorum kulaklıklarımı ve iphone/ipod kablosunu taşımak için. 

İlk defa görenin gözleri açılıyor, neden koca bir nivea kutusuyla gezdiğime anlam veremiyorlar. Hele bir de havaalanlarında el bagajını kontrol eden salak görevlilere denk gelirsem; hemen ukalaca başlıyorlar konuşmaya, "hanımefendi uçağa bu kadar büyük bir likit alamazsınız, uyarıları düzgünce okumamışsınız, bik bik bik…" sonra bir hışımla kutuyu ellerine aldıklarında duydukları tıkırtı ile biraz şaşırıyorlar, içini açtıklarında gördükleri kablolar sayesinde yüzlerinde oluşan ifadeye karşılık sırıtmama engel olamıyorum. Sen çok akıllısın da ben salağım di mi? Herneyse, Nivea kutusunu görünce aynı tepki Murtaza'da oldu bu defa, ve ardından gelen şaşkınlıkla karışık hayranlık. Meğer o da uçakta vs. verilen kulaklıklardan ziyade kendisininkini kullanmak istermiş de nasıl taşıyacağını bilemezmiş. Murtaza gibi, bazı bilimsel konularda kafası çokça çalışan, insanların böylesi günlük pratikliklerden uzak olmaları garip geliyor bana. Harbiden pratik zeka başka bişiy demek ki… 
Bu arada aklıma geldi, önceki yıl Çeşme'de kaybettiğim Philips kulaklıklarımın kendi saklama kabı da çok hoştu, şimdi fırsatım olsa yine alırım, size de tavsiye ederim… Fotoğraftaki o değil ama bir benzeri.

Elif'in tercümesini kontrol edişim en fazla 15dk sürmüş olsa gerek, bu arada benden de hiperaktif çıkan Murtaza makalesini okumaktan sıkılmış, kıpır kıpır kıpırdanıyordu. Öyle garip bi adam ki, sohbet etmek istediği için mi yanında oturmamı istedi yoksa sadece gözünün önünde olayım istedi ama sohbet etmek istemiyor mu kestiremedim. İşin açığı her ikisine de uyum sağlamakta zorlanmazdım, yeter ki ne istediğini anlayabileyim. Bu belirsiz durumlar beni gereğinden fazla geriyor… Kulaklıklarımı çıkardım isterse sohbet edebilsin diye, bir yandan da ekranın kumandasını kurcalamaya başladım. Bir iki cümle ile sohbet eder gibi olan Murtaza daha sonra kumandayı kurcalamayı tercih etti ama fazla uzun sürmeden onu da geri koydu. Sanırım daha önce hiç kullanmadığı için benim yanımda deneyip yanılmaktan çekindi.

Biraz ukala bir havası var bu adamın. Tüm dağları ben yarattım, denizler zaten vardı tadına. Filmlere baktım, güzeller vardı içlerinde ama sevdiceksiz izlemek istemedim. Oyunları kurcaladım biraz, kendisiyle ilgilenmediğime emin olan Murtaza ise uçağın güya anlık konumunu harita üzerinde gösteren bir uyglamaya takıldı.



Bu arada yemeye geldi sıra. Ne yedik hatırlamıyorum doğrusu ama fena değildi. Yemek tabaklarını toplarlarken bir yandan da Virgin Atlantic çantaları dağıtıldı. İçinde bir mini dişfırçası, diş macunu, yolculuk çorabı, göz bandı ve yardım kuruluşlarından birisine verilmek üzere içine para koyabileceğiniz bir minik zarf bulunmakta.




Yemek bitip de kemer ikaz ışığı sönünce bir anda millet orta sütündaki boş koltuklara saldırdı. Sanırım bu kadar uzun bir uçuş olduğu için orta sütün özellikle boş bırakılmıştı, insanlar kıvırılıp uyumaya başladılar hemencecik. Ben genellikle oturduğum yerde uyumakta hiç zorlanmam, o yüzden buna gerek olacağını düşünmedim. Murtaza ise tam tersine "böyle uzun yolculuklarda uyuyamam ben, uf napıcam" diyip durdu ama olduğu yerde kaykıldı ve uyuyuverdi. İşin komik yanı ben uyuyamadım! Bi ara uçak çok havasız geldi ki aslında havasız değildi. Bazen oluyor bana böyle, bu kadar çok insan bu uçağın havasını soluyor, açabileceğimiz bir pencere bile yok, kaç saattir aynı havayı soluyoruz, kaç saat daha bu böyle devam edecek diye düşüne düşüne kendimi strese sokuyorum; alıp verdiğim her nefes haram oluyor resmen. Sonra çok şükür ki dikkatim başka bir şeye kayıyor ve unutuyorum. Unutmadığım zamanlar oluyor bazen, o zamanlarda midem bulanıyor, oracıkta yığılsam bayılsam falan diye düşünüyorum, derken felaket senaryosunu kurgulamaya kaptırıyorum kendimi ve nefes alıp verişleri hesaplamaktan vazgeçiyorum. Konsantrasyon sorunu olan birisi olmak iyi bişiy olabiliyor bazen.

Şimdiye kadar ilk defa uçakta böyle bir sistem gördüğüm için mi bilmiyorum ama Virgin Atlantic'in hem müzik hem de film seçenekleri çok hoşuma gitti. Belki tüm uçaklarda bu kadar itina ile seçimler ve kategorilendirmeler yapılıyordur bilmiyorum. Ayrıca "customer copy" olan Virgin Atlantic dergisini özellikle çantama koydum ki, döndüğümde o güzel filmler arasından seçip sevdicek ile birlikte izleyebilelim. Uyumamda yardımcı olan güzel meditasyon müzikleri ve yumuşak sesli konuşmaları ise http://www.meditainment.com/ adresinde inceleyebilirsiniz. 

Yarı uyur yarı uyanık tamamladık geceyi. Sabah kahvaltısı olarak iki seçenek vardı, ben Full-English-Breakfast seçtim. Armgah'tayken hep restorantların kapısında görüp denemeye hiç fırsatım olmayan bu kahvaltıyla çok da büyük bir zevkten mahrum kalmamış olduğumu öğrenmiş oldum böylece. Detaylarını merak edenler buraya tıklayabilir.



Fotoğraflar: http://www.airliners.net/aviation-forums/trip_reports/read.main/121346/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İki kelam etmeden gittiğinde üzülüyorum ben.