10 Haziran 2011 Cuma

Geliş yolculuğu - 1

Selam,
Londra Heathrow havaalanı 3.terminal'den bildiriyorum. Burası havasız, sıcak ve sıkıcı!

Meseleye baştan başlamak gerekirse;
Sabah çöpü döktüm, koca bir paket ekmek, 2-3 tane biber ve bir minik marulu atıverdim pencerenin önüne Altan, Serkan ve diğer arkadaşları için. Umarım bi an önce yerler de ev sahipleri pencerenin önünü çöplüğe çevirdik diye kızmaz bize. Henüz meyve vermemiş ve meyve vermesine de sanırım en az 1 yıl olan minik çileklerimi ve ikinci denemem olan lobelia filizlerimi Jill'e emanet ettim. Murtaza'nın aksine bunlar Turkish Delight seviyormuş. William da bir kavanoz Türk kumu istedi. Böyle yazınca komik oluyor ama gerçekten de komik. Ben gittiğim sahillerden kum toplamak derdine düştüm yakın zamanda, ha Güney Afrika'da bu istediğimi gerçekleştiremedim ama niyetim öyle en azından. Bu çocuk ise sanırım Dünya'nın dört bir ucundan kum/toprak toplamak istiyor. Karadeniz'de sahile inebilirsek oradan bir kavanoz kum alıciim onun için, aksi halde İsrail'den - Ölü Deniz'den aldığım tuzlardan minik bir parça götürücem ki sanırım onu epeyi mutlu eder bu.
Kesin geç kalır diye ahını aldığım Bugi (Öcü demek istemedim yahu sevimli bi çocuk bu), tam vaktinde kapımda belirdi. Ben de tam vaktinde toparlanmışım ki valizleri kapının önüne koyup dışarda bekliyim bari dediğim sırada arabası yanaştı. Şarkılı keyifli bir yolculuğun ardından havaalanının kapısında bıraktı beni Bugi. Havaalanına girer girmez ilk iş olarak valizimi tarttım, 20.2kg çıktı. Benim hakkımsa 20kg. Aman dedim o kadardan bişiy olmaz, olursa da öderim artık napıyım. Çünkü zaten el bagajımda bi damla yer yok. Check-in'de tartılınca 20.5kg çıkmasına rağmen görevli ses etmeyince çok mutlu oldum. Zaten tonla para vermişiz valize 500gr'a da ses etmesinler zaten. Neyse bu mutlulukla alışveriş kısmına gittim, keza çok önemli iki kişinin hediyesi eksikti. Bişiy bulamayınca biraz üzülür gibi oldum ama neyse dedim güvenlik kontrolünden sonra da dükkanlar var. Ve güvenlik kontrolü! 

Sıvıları koyacağım minik tobayı aldım, parfümümü koydum içine, bi de el kremimi, bilgisayarımı çıkardım, fotoğraf makinesini, kemerimi ve ayakkabılarımı çıkarmama gerek bile kalmadı, alarmı öttürmeden geçmeyi başardım. Ne var ki pembe çiçekli el bagajım aynı başarıyı gösteremedi. Uyuz bi görevli geldi, bunu açmam gerek dedi, ve haftalardır itina ile tıkıştıra tıkıştıra yerleştirdiğim valizi hört hört boşalttı! Ben ay may dur diyemeden görevli valizin içindekileri çoktaaan parça pinçik edip minik sepetlere ayırdı. Bi de arada bana söylenmeye kalkıştı salak, eline almış Nivea kutusunu, "bunu böyle koyamazsınız madam, yasak" demesiyle kutunun kapağının açılması ve içinden kulaklığımın çıkması bir oldu. Benim yüzümdeki sinirli gülümseme kadının yüzünde mal bir ifadeye neden oldu. Ulan gerzek! Yıllardır zilyon tane uçuş yapmışım, el bagajına öyle hayvani bir krem neden alayım? Gerzek! Boşalttı, bir kısım eşyayı kırmızı bir kutuya koyup özel ilgi gösterdi, sonra da "bunları geri yerleştirmenizde bir sakınca var mı" dedi ters ters. Benim de canım o kadar sıkıldı ki, tutamadım çenemi "başka bir seçeneğim var mı ki" dedim. "Tamam zaten yok, şimdi bunları şuraya taşıyın da diğer insanlar gelebilsin" diye arkamdaki masayı gösterdi. Salak iki saniye adam gibi davransan ben zaten şıp diye yerleştiricektim hemen oracıkta. Ama yoook, illa işleri yokuşa sürecekler ya! Baktım, tek parçalık bir valizi 3 kaba ayırmış, artı valizin kendisi, artı bi de elime tutuşturduğu notebook, bi de istiyo ki ben bunları arka masaya taşıyım. Ha o sırada çalınsın bişiyler, eee napcaz sonra? Bişiy demedim. Daha doğrusu diyemedim sinirden. Ölümcül bakışlarımı attım üzerine. Hemen yola geldi, gitti bi arkadaşını çağırdı, "madama yardım eder misin" diyerek. Neyse eşyaları taşıdık arka masaya. Yerleştiricem ama onca şeyin o minicik valizden çıkmasına imkan yok sanki. Ya bi de içinde kupa var, kırılacak şeyler var; o kadar özenle yerleştirmiştim ki ben onları. Bi an sinirden ellerim titredi resmen. "Gitmiyorum ulan, yerleştir bunları çıkardığım gibi hayvan oğlu hayvan!" diye bağırarak kadının üstüne yürüyesim geldi. Ama yapmadım tabii. Elimden geldiğince yerleştirdim eşyaları ama çok zor kapandı valiz. O ilk baştaki cillop halinden eser yok. Bi de bu haliyle "bakalım ebatları uygun mu, şu kutuya sok bakalım bu el bagajını" derlerse diye düşününce oracıkta bayılıyordum. Eğer öyle bişiy derlerse bekletirim adamları, açar valizi adam gibi baştan dizerim artık napiyim diye düşündüm. O sırada aklıma geldi. Kırmızı kutuya aktarılanlar nereye gitti acaba diye. Bana yardımcı olan hatuna sordum. "Arkadaşım onları da getirdi buraya" dedi. "Eksik birşeyiniz mi var?" "Neyim var neyim yok bilmiyorum ki!" dedim yine alevli bakışlarla. "Arkadaşım getirdi herşeyinizi" dedi. Dedi ama işin aslı ben o masada kırmızı kutuyla gelen hiçbişiy görmedim. Neyse Ankara'ya varınca anlıycaz eksik var mı yok mu. Öylelikle geçtim güvenlik kontrolünden. Benim canımı sıkan valizin kontrol edilmesi veya boşaltılması değil aslında. Çünkü bu gerçekten de güvenlik için gerekli bişiy, tamam eyvallah. Ama bu işi adam gibi yapmak gerek, insanı sinir harbine sokmadan. Böyle durumlarda savunma hep şu oluyor "ya ama o görevli de her gün kaç kişiyle uğraşıyor, kolay değil ki" ben de kolay olduğunu söylemiyorum zaten. Hangi iş kolay ki? Kolay değil ama her işi yapmanın bir yolu yordamı vardır. Sen de bu işi yapıyorsan zaten yolculuğun gerginliği ve yorgunluğu altında kalmış yolcuya adam gibi davranacaksın. Bu kadar! Bak Tandoğan'daki telekomcuya carladığım gün geldi aklıma yaa, ne deli etmişti o adam da beni. Bi ara anlatırım onu da.

Neyse, güvenlikten geçtim, sıra geldi valizi almaya. Epeyi bir süre valizlerin banta düşmesini bekledik. 20dk falan boş boş baktık yani. Neyse ki valizin bi yanı patlamamış, içindekiler akıp kokmamış vaziyette aldım. Bu defa sıra geldi Terminal 1'den 3'e geçmeye. Şimdiye kadar hep Heatrow'da bağlantılı uçuşum olduğu için hiç valiz alınacak kısma çıkmam gerekmemişti. Böyle olunca da terminaller arası otobüse binmiştim. Ne var ki şimdi öyle olmadı. Bağlantılı uçuşlar yazısını takip edersem olur diye düşünerek gittiğim yerde öyle olmayacağını anladım. Tünellerden, bi dolu yürüme bantlarından geçe geçe Terminal 3'e varmam sanırım bi 15-20 dk sürmüş olmalı. Ne kadar havsız, azcık bihooop diye dışarda buldum kendimi. Daha önce defalarca geldiğim yer burası değilmiş gibi çok değişik geldi. Önce açık havada dolandım biraz, sonra girdim içeri. THY'nin bilet satışı vardı ama check-in henüz açık değildi. E saat 6'da 22:30 uçağının check-in'inin açık olmaması kadar normal ne olabilir ki?

Yola hazırım, sanırım

Hazırlandım bekliyorum. 1 saat sonra arkadaşım Öcü gelip beni alıp havaalanına götürecek. Uzun bekleyişler ve uçuşların ardından yarın sabah 7:30 itibariyle de Zerrin'cime kavuşmuş olacağım. 
Son günlerde olanları blogtv vasıtasıyla fazlasıyla kanlı canlı bir şekilde paylaşmış olsam da yine de bloga yazılı birşeyler bırakmak istemiştim. Öncelikle Güney Afrika yazısı bekliyor beni ama sonrasında sevdiceğin beni bırakıp TR'ye gitmesi ile başlayan yalnız günler, doktora yeterlilik sınavı, blogtv maceramız ve inci saldırısı... Salakça bir umutla bunları yazabileceğimi zannediyorum hala. Salakça çünkü TR'de vaktim olmayacağını, olsa da oradayken yazılacak yeni anılar birikeceğini biliyorum. Ama yine de yazabilirim zannediyorum. Belki Londra'da beklerken yazabilirim bugün... Kim bilir?
İlk uçuş Belfast - Londra BD089. 15:15'te kalkacak olan uçak 16:30'da inecek Londra'ya. İstanbul aktarmalı Londra - Ankara uçuşu ise saat taaa 22:30'da. Bu arada sıkıntıdan ölmiyim ve 15dk'sı £1 olan internet kafelere servet bayılmak zorunda kalmıyım diye telefonuma internet paketi aldım dün, bakalım sorunsuzca çalışacak mı. Zaten twitlerden anlarsınız çalışıp çalışmadığını =) 22:30 uçağı 04:20'de İstanbul'da olacak. 06:10'da Ankara'ya doğru yola çıkacak olan uçak inşallah 07:15'te inmiş olacak.

Dönüş ise 27 Haziran'da... Beni özleyin tamam mı? 

5 Haziran 2011 Pazar

öyle bir his ki bu

ağrı gibi derinde, kir gibi üzerimde.