7 Mart 2009 Cumartesi

Örümcek kadar kafam çalışsa...





Bir örümceğin ağını nasıl ördüğünü gösteren bir web sayfası... Soldaki kutucuğa tıklarsanız adım adım, sağdakine tıklarsanız hepsini tek hamlede görüyormuşsunuz... Ben adım adım izledim. Keşke örümcek mi olsaydım acaba dedim... Ama onun da derdi çeşit çeşit elbet, ağını hazırlamak bi dert, millete yem olmadan yaşamak bi dert, kendi avını afiyetle yiyebilmek için çektiği dertler başka...

The Witch of Portobello / ii

  • "There we understand that we are not the slaves of our feelings, but their masters." (P/256)
Duygularımızın köleleri değil efendileri olduğumuzu anladığımızda...bunu yapabildiğimde işte hayat "en güzel" haline gelecek benim için, biliyorum. "You are always 'very'. Very something. Very happy, very sad, very tired." dedi benim için, hep uçlarda yaşadığımı düşünüyor. Doğru da aslında. Çünkü başka türlü yaşanmıyor.


Yine Portobello Cadısı'na döndüm bu sabah, altını çizip not aldığım yerlere baktım...

  • "When I'm doing something, I feel complete, but no one can keep active twenty-four hours a day. As soon as I stop, I feel there's something lacking. You've often said to me that I'm a naturally restless person, but I didn't choose to be that way. I'd like to sit here quietly, watching television, but I can't. My brain won't stop. Sometimes I think I'm going mad." (P/88)
Benim için en geçerli şey bu işte. Durduğum anda hayat duruyor, durduğum anda anlamsızlıklar gözüme batmaya başlıyor sanki. O yüzden hiç durmamalıyım, o yüzden sürekli bişiyler hissetmeliyim; iyi, kötü, güzel farketmez..Yaşamaya katlanabilmek için; O kosakocaman evren dedikleri okyanustaki bir H2O molekülü üzerindeki gözle görülemeyen canlılardan biri olarak anlamsızlığımı unutabilmek için sürekli yüksek dozda duygularla uyuşturmalıyım kendimi. "Restless"oluşum, "very" oluşum bundan işte...
  • "Love is not a habit, a commitment, or a debt. It isn't what romantic love songs tell us it is__love simply is. That's the testament. No definitions. Love and don't ask too many questions. Just love." (P/258)
Aşk sadece bir oluş hali. Aşık olunur ve o kadardır. Mutlu olmak gibi belki de; belki de benzetme yapmak bile yanlış. Aşk, olunup yaşanacak bişiydir...tanımlar yapıp kalıplara sokmak yanlış..

  • "Trust in love and miracles will happen"(P/242)
Sondan başa doğru gitmeme rağmen o kadar güzel bir uyumla denk geldi ki bu iki alıntı. Bir oluş haline bırakırsan kendini, zaten sen ona izin verdiğin için mucizelerini sana gösterecektir. Aşk bu yüzden güzel bişiy işte. Senin sadece kendini bırakıp yaşaman gerekiyor tadına varabilmek için. Ama kendini bırakabilecek kadar da cesur olman! "Ya düşersem" diye aklına getirmeden tırmanmaya benziyor aşk, "ya düşersem" dediğin an düşmeye en yakın olduğun an oluyor aslında.
  • According to Lebanese poet Khalil Gibran, it was more important to give than to receive...(P/243)
Kimmiş bu yazar diye araştırmak için not almıştım, şimdi biraz araştırdım da... sanırım ona ait ayrıca birşeyler yazmak istiyorum. Yine de, buraya ve buraya bakın isterseniz.
  • We should concern ourselves only with today, because the lilies in the field toil not, neither do they spin, but are arrayed in glory.(P/229)
Duvarında "THERE IS NO FUTURE! TODAY! JUST TODAY!" yazan bir cadı için bu sözler tabii ki alıntılanmalıydı...
  • "The established religions no longer ask fundamental questions about our identity and our reason for living. Instead, they concentrate purely on a seris of dogmas and rules concerned only with fitting in with a particular social and political organization. People in search of real spirituality are, therefore, setting off in new directions, and that inevitably means a return to the past and to primitive religions, before those religions were contaminated by the structures of power."(P/227)
Günümüz dinleri gerçekten de varoluş sorularına yanıt vermekten uzak mı? Bunu doğru cevaplayabilmek için öncelikle Kur-an'da mutlaka okumam-araştırmam gereken yerler olduğunu düşünüyorum. Zaten islamın veya bir bakıma da Kur-an'ın günümüzdeki yanlış yorumları o kadar sinirlerimi bozuyor ki, bunu da uygun bir zamanda ayrıca yazmam gerek. Bazı şeyler var ki ne kadar kısa yazarsanız yanlış anlaşılma ihtimaliniz o kadar yükseliyor. O yüzden şimdi birşey demeden, sonraya upuzun bir yazı olarak erteliyorum bunu.
  • "Like love, for example. People either find it or they don't, and there isn't a force in the world that can make them feel it. We can pretend that we love each other. We can get used to each other. We can live a whole lifetime of friendship and complicity, we can bring up children, have sex every night, reach orgasm, and still feel that there's a terrible emptiness about it all, that something important is missing. "(P/210)
İlk aklıma gelen burada, Almanya'da, bu durumun en sık gördüğüm şeylerden birisi olduğuydu. İnsanlar o kadar aşktan uzak bir şekilde, en az Türkiye'deki kadar "yaşları geldiği" için evleniyorlar ve sistem kendilerinden ne bekliyorsa onu yapıyorlar ki... Sonra düşününce aslında bu durum Türkiye'de de gayet geçerli ama bizler burdaki insanlar kadar aşikar etmiyoruz bu ruhsuzluğu. Nedense etrafa farklı görünme kaygısı hakim bizde. Burdakiler ise, her biri biliyor bir diğerinin kendisinden farklı olmadığını ve hiç de saklama ihtiyacı duymuyorlar bu durumu. Bence her ikisi de çok acı... Yine "insanlar neden evlenir" konusuna geldik.. Bu da ayrı bir yazı konusu...
  • "Keep bicycle moving, because if you stop pedaling, you will fall off." (P/198)
Kimi zaman yanlış yönde gittiğini farketsen bile duramıyorsun; çünkü durunca yaşayacağın acı yaptığın yanlışın acısından büyük olacak. Tıpkı... Yanlış da olsa yaşamaya devam ediyorsun, çünkü yaşamayı durdurmak, eğer intiharsa, yanlış... Durmak yerine bisikletin yönünü değiştirmeye çalışman en mantıklısı ama belki de en zoru...
  • "Changes only happen when we go totally against everything we're used to doing."(P/186)
Geçen akşam kendini çok kötü hissettiği için yanıma geldi bir arkadaşım. Naapsam da normale döndürsem bilemedim. Şebeklik ederek düzelebilecek bi durum değildi, keza hayatın anlamsızlığından dem vuruyordu. Malum bu kitabı aldım elime, arkasına yazdığım işaretli sayfa numaralarından rastgele seçtim, açıp okudum. Okuduklarımdan birisi de bu satırlardı. Çok şükür ki işe yaradı, kafası dağıldı biraz. Ve memnuniyetsiz olduğu hayatından kurtulması için sadece farklı şeyler değil, şimdi yaptıklarının tam aksi şeyler yapması gerektiğini düşündü o da. Ben de destekledim güya ama, her zaman yapmaya alışık olduğumuz şeylerin tam aksini yapmak ne kadar zor, düşünsenize! Ben düşününce bile ürküyorum.
  • ...when i leave, no one will be the same. (P/183)
Hepimiz birilerinin hayatına girip çıkıyoruz, ister istemez. Ve sonrasında, bulduğumuz insanla ardımızda bıraktığımız insan değişmiş oluyor... Bununla da ilgili yazmış olduğum ve aslında biraz küstah birkaç satır var ama... Acaba bu başlıkların her birini ayrı bir yazı mı yapsaydım? Neyse, şimdilik derli toplu bulunsunlar. Bu taşınma faslında kitabımın kaybolma olasılığına bile hazırlıklı tutuyorum kendimi.

...

Geriya kalan orta kısımları da birazdan yazarım belki, şimdilik bu kadar yeter.. sırtım ağrıdı...

10 dakikada yayla çorbası

Herşey OnurCUM'un akşam yemeğindeki şehriyeli tavuksuyu çorbasından bahsetmesiyle başladı. O andan itibaren gözümün önünden, ffö'cümün Kayseri'deki süper karnıyarık yapan teyze restoranındaki yayla çorbası geçmeye başladı. Elin Kayseri'sinde kilise var diye duy, 3 deli yollara düş, sonra yağmur bastırsın ama "it's raining cats and dogs"taki kediler köpekler gibi yağsın, donuna kadar ıslandığın yetmezmiş gibi ıslanan kotunun paçaları suyu yukarılara kadar çeksin, baldır bacak her bi yerin ıslansın, sığınacak saçak bile bulama ve yürü yollarda, hatta taksiler bile çıkmasın yollara, en sonunda bi şekilde varıver ffö'nün tavsiyesi olan sevimli teyzenin mini restoranına ve teyze senin boynuna havlular koyarak kuruturken seni, bi yandan da en güzel çorbasını ve en özel sarmalarını versin. Ve adını hatırlayamadığım daha bi dolu süper yemek...

Şimdi ne yapıyorum? 1Lt soğuk suya Knorr Yayla Çorbası'nı ekliyorum, kaynayana kadar karıştırıyorum, kaynamaya başladıktan sonra 10 dk kısık ateşte onu yalnızlığıyla başbaşa bırakırken koşa koşa gelip bunları yazıyorum. Gecenin bu vaktinde, afiyet bal şeker olsun bana =)

6 Mart 2009 Cuma

Facebook dialogları

İnsanlarınfacebookta neye göre arkadaş eklediklerini hala anlamış değilim. "Abuk sabuk nedenlerle tanımadığım insanları arkadaş olarak eklemek istiyorum" grubu kurulsun, ve sadece o gruptakilerle bulaşılsın lütfen yaa!

Önceden hiç muhattap olmayıp doğrudan "ignore" ediyordum, ki ignore süper bi laf bu durum için, hiç şeyimde değilsin diyosun resmen. Ama artık iyice huysuzlaştım, bu yaptıklarını, tanımadıkları insanları manavdan domates seçer gibi birbirlerinin arkadaş listesinde görüp ekleme işini bi daha yaparken iki kere düşünsünler diye gıcıklık yapıyorum. Çok da iyi yapıyorum, oh olsun!

Yine biri eklemiş, ama bu sefer aynı bölümden birisi. Yaşından tahminim ben mezun olduktan sonra bölüme gelmiş olduğu ama yine de belki kaydını yaptığım bücürlerimden biridir diye mesaj atıyorum..
Witchie: Üzgünüm ama hatırlayamadım???

Isırgan Otu: bizim bölümdesin galiba astronomi (karanlık bi hatun gördüm çok ilgimi çekti, bahanem de bu olsun)

Witchie: tanışıyor muyuz? (her gördüğün sakallıyı deden sanma yavrucum, yemezlerrrr)

Isırgan Otu: nse ok .kusura bakma yanlıslık oldu red et lütfn

A-ay yok ya noolur bu yazdıklarından etkilenesim tuttu seninle arkadaş olmak istiyorum, ölürüm yolunaaaaaa.....

Bundan sonra böylelerine Isırgan Otu diycem, gerçekten kaşıntı yapıyo bende. Ha bi de, ısırgan otu demişken; bu sene gözlem şenliğinde fotoğraf çekicem diye kelebeklerin peşinde koşarken ne fena yapmıştı salak ısırganotları bacağımı, anam anam yanmıştı yanmıştı mahfolmuştum. Dikkat edin ha, kelebek börtü böcek derken tepelerin kenarlarından yuvarlanmak ve ısırgan otlarıyla kanka olmak tehlikeleri var. Gerçi ben ne kadar uyarsam da sallamazsınız ama, hani belki aklınıza gelir.


Pamuk ve Kar Topu


Pek sevgili Master Guy'larımdan ikincisiyle de bugün konuştum. Pamuk adında bir van kedisi vardı, şimdi bir de Kar Topu adında erkek bi tane almış. Karşılarına geçip oynaşmalarını izliyormuş keyifle. "Acaba adlarını Onur ve Cadı olarak değiştirsem mi?" dedi. Çok güldük telefonda karşılıklı. "Neyse biraz zaman geçsin de sonra karar veririm" dedi en son. Çok seviyorum ben bu adamları yahu!

Ümitle aşkla...

2007...
Kayseri...
Yollarda geçen bir yıl...
Soğuk misafirhane odalarında, kucağımdaki notebooktan gelen sıcaklıkla ısındığım günler...
Sokakta kalıp, halı saha maçından henüz dönmüş bir hocanın "sen gel hele elbet bi yer buluruz" diyişine uyup karanlıkta kaybolduğum, bilmediğim yollarda bata çıka yürüdüğüm yollar...
İçime kadar ıslandığım yağmurlar...
Kendime en yakışmayanları yaptığım en yanlış gecelerim...
Dostlukların en sahteleri...
Aşkların en palavraları...
Ama bir sekil.. ama bir düzen..
Kötünün, yanlışın, zorun düzeni...

2008...
Bonn...
Minicik bir odaya tıkılıp kafatasını parçalamakla uğraştığım ilk geceler...
İlaçlar...
Hastalıklar...
Yanlış ilaçlar...
Yeni hastalıklar...
Ambulans sesi...
Hayatımda hastanede geçirdiğim ilk gece, üstelik yalnız, üstelik bilmediğim bir dilde...
Sevmediğim insanlar...
Kültürsüzlükler...
Yozlaşmışlıklar...
İmrenilenin akılda değil bacakarasında olduğunu zannedenler...
Küçük çocuklar ama bidolu yanlışlar...
Çeşit çeşit ülkeden yep yeni arkadaşlıklar...
Kocaman kütüphaneler...
Kocaman amfiler...
En ünlü profesörler...
En ünlü teleskoplar...
En erişilmez laboratuvarlar...
En zorlu sınavlar...
İnsanlıktan çıkmış robotlar...
Kalpsiz bedenler...
Ruhsuz aşklar...
Heycansız karlar...
Bitişler...
Başlangıçlar...
Yalanlar...
Suskunluklar...
Kıskançlıklar...
Terk edişler...



Ve şimdi...

2009...

Yine gidiyorum...

Ne Kayseri'de başıma gelecekleri biliyordum ne Bonn'da... Ama şimdi planlarım var, şimdi tahmin ediyorum en azından neler olabileceğini... Sanırım ilk defa planlarla çıkıyorum yola. Kul kurar kader güler derler ya... Ben planlar kurdukça bi yandan da düşünüp korkuyorum, acaba kader bunun neresine gülüyor diye... Umarım çok eğleneceği bir planı yoktur kaderin bu sefer. Çünkü dedim ya daha önce; terazim er ya da geç dengeyi bulur sonunda. O yüzden işte şimdi artık iyiliklerin ve güzelliklerin ağır basma zamanı...

Korkuyor muyum? Sanırım biraz... Ama ne mutlu bana ki, gerçekten danışabileceğim insanlarım var hayatta. "Ben şöyle bir karar aldım, ne dersiniz?" dediğimde "Olmaz Cadı, bu hiç sana yakışmamış" dedikleri kadar "Bu konuda en doğruyu sen bilirsin, ben hep destekçinim" de diyen insanlarım var, ne mutlu bana. Onlardan birisiyle konuştum bugün... "İyi düşünmüşsün" dedi, içim rahatladı, su serpildi derler ya, işte gerçekten öyle ruhuma damla damla çiy düştü sanki...

5 Mart 2009 Perşembe

Ağustos 2008

yukarı doğru çıkan adımlara ilerlemek de zor, en az çıkmak kadar
ama yola cıkmak gerek bir şekilde
ardına bakmadan gitmek gerek
beklemek...
denize dalıp dalıp düşünmek
düşünüp de içinden çıkamamak
son bir mesaj yollamak belki..
ve kocaman bir cesaret gerek...

08 Temmuz 2007


gidiyorum şimdi... az kaldı.
sanıyorum ki beni düşünecek birileri masaya oturduklarında. kimileri yemek yerken, kimileri çalışırken beni düşünecek sanıyorum. eşyalarımı toparlamak kime düşecek acaba ben yine odamı darma dağınık bırakıp gidince.. valize sığmamış en sevdiklerim arasında en az sevdiğim ayakkabılarımı kim kutusuna koyup kaldıracak? Vestiyerde aylardır giymediğim halde kışlıkların arasına kaldırılasına izin vermediğim ceketlerimi kim katlayıp koyacak dolapların en üstüne acaba? ne hissedecekler bunları yaparken... istediğim kitapları kargoya vermek üzere kütüphanemde aranırken en arka raflardan ve kitap aralarından neler bulacaklar acaba bana dair... bilgisayarımı ilk kim açacak ben yokken... kimse tozunu alacak mı acaba ekranımın üstünden sürekli geriye düşen kırmızı dilli yeşil kurbağamın... rabbit mesela, sığacak mı valize, kaçıncı gidişimde götürebileceğim onu... ilk gidişimde benimle gelemezse çamaşır makinesine mi koyup yıkayacaklar onu yoksa içini boşaltıp elde mi yıkayacaklar; kanserli boğazını dikerken lime lime olup ellerinde mi kalacak kafası yoksa izin verecek mi rabbitin o yaşlı derisi bu ameliyata... ben yokken kimlerin hangi çocukları gelecek bu eve acaba. kimler gelecek, kimlere söylenecek benim odam gösterilerek, cadı'nın odasıydı burası, diye. ben yokken benim adıma gelen zarflar ne olacak..tek açılan fatura zarflarının dışında gelen diğer tüm zarflar ne renk bir kutuda toplanıp bekleyecekler beni? beklerken içlerindekini anlatacaklar mı acaba birbirlerine. kimse birşey gönderecek mi ki bana ben yokken bu adresten... yeni adresim ne olacak acaba, ilk kim ne yollayacak bana o adresten. ilk zarfımı / kargomu aldığımda ne hissedeceğim orda? içinden ne çıkacağını bilecek miyim, bilsem de acaba bi de mektup var mıdır acaba diye heycanlanacak mıyım. kim bana mektup yazacak, kimse yazacak mı acaba? mailler ve msnler varken kimse mektup yazacak mı, bunu aklına getirecek mi kimse? tüm aile toplanıp biraraya geldiğinde ilk kim farkedecek benim artık olmadığımı, ilk bensiz birliktelikleri ne zaman olacak? ilk kim ağlayacak ben yokum diye, en geç kim? vitrindeki resimlerimin sayısı artacak mı, benim sevdiğim fotoğrafımı mı çerçeveleyip koyacaklar bu ailenin sınırötesi fertlerinin köşesine... dolabım boşalınca neler konulacak onların yerine... kim boşaltacak... ilk ne zaman boşaltacaklar... yanıma alamadığım onca toka ve makyaj malzemesini ve daha da önemlisi sanırım henüz kimsenin farketmemiş olduğu kocaman bir dolap dolusu boş parfüm şişesini ne yapacaklar? yıldızlı perdelerimi çıkartıp gerçek güneşlik perdeleri asacaklar mı? satürn lambasının yerine başka bir avize gelecek mi? Kapımı değiştirecekler ve ben geldiğimde o kapı artık geri bulunamayacak öte bir çöplükte mi olacak ben avaz avaz hıçkıra hıçkıra ağlarken...ve ben onca zamandan sonra aileme kavuştum diye sevinecek yerde bu yüzden ağlıyor olduğum için, bu kız hala büyümemiş, mi diyecekler bana yine... yaz geldi diye kışlık yorganımı kaldırırken anneannem, yorganımı özlerim ben kaldırma yatağımın ucunda dursun, diye ağladığımı kim hatırlayıp gülecek o sırada...

4 Mart 2009 Çarşamba

Karar verildi!


Bi şey oldu! Aslında henüz hiçbirşey olmadı ama bi dolu şey olacak çünkü bi dolu karar alındı. Yeniden bir hayat! Yeni planlar... güya öğrenmiştim plan yapmamayı ama hayat seni her zaman için bir B planı yaptırmak zorunda bırakıyor işte. Planlar ne kadar istediğim gibi gidecek bilmiyorum ama şimdiye kadar hayattan öğrendiğim bir tek şey varsa o da şu: ne yaşarsan yaşa, yaşadıklarından öğrediğin birşeyler varsa, boşa yaşanmamıştır. Çok sıkıntı çektim, çok uçurum kenarlarında durup aşağı bakıp gülümsedim, en yüksek bulutların tepesinde sek sek oyandım elimde en sevdiğim lolipopumla... Şimdi yenilikler geliyor... Bakalım neler neler...
Son 5 gündür bu kararları alabilmek için akıttığım damlaların haddi hesabi yok. Ama şimdi çok huzurluyum. Şimdi güçlüyüm yeniden! Yoğun bir hayat beni bekliyor, tam da istediğim gibi! Ve o kadar enerji doluyum ki tüm bunlar için! Ayarlamam gerek bi dolu şey var, hazırlamam, toparlamam, yerleştirmem, anlatmam gereken...Şimdi yeniden eski cadı oldum, dikildim, toparlandım... ama yorgunum biraz... uyumam gerek... dinlenmem...

3 Mart 2009 Salı

Kırşehirdeki Şirinler

Ben gülmekten öldüm yahu! Öldüm öldüm de dirildim resmen!



Gerçi önce bi sinirlendim, sonra ezanı duyunca, içim bi hoş oldu anlamsız bi şekilde, özledim sanırım; ama sonra gülmekten karnıma ağrılar girdi. Ha tüm Şirinler'i bu hale getirip televizyonlarda bu şekilde yayınlamalarına az kaldığı için aslında "güleriz ağlanacak halimize" durumu söz konusu. Aslında aklıma takılıyor, içten içe o kadar sağlam bir komün yaşam gösteren bu Şirinler'i hepimiz izledik de bilinçaltımıza neden bu sistemin doğruluğu yerleşmedi, neden herşeyi sorgulayan çocuklar Şirinler'i yeterince sorgulayıp benimsemedi ve Şirinler bu yeni şeklinde seslendirilse nasıl da hemen yeni nesil çocuklar bunları özümser? Yani aynı malzeme farklı düşüncelere uygulandığında, birisi başarısız olurken diğeri nasıl başarılı olabiliyor?

* İzleyemeyenler için ktunnel üzerinden deneyebilesiniz diye;
http://www.youtube.com/watch?v=kyEpWAuFsmg

Unutun emri!


Ölümler de zaman aşımına uğuruyor bu sistemde. Şimdi mesela "Artık yeterince zaman geçti unutabilirsiniz Abdi İpekçi'yi" dediler, 30 yıl yeterli bir zaman unutmak için. Yakında Uğur Mumcu için denilecek aynı cümle, ve bizim çocuklarımız üniversite sıralarındayken Necip Hablemitoğlu için...

Haberler & Türküler

Ne zamandır gazete okumuyordum, bugün uyanınca, ilk aklıma gelen ilkokuldaki bir arkadaşımın adı ve "gazete okumalıyım" düşüncesiydi. Arkadaşımı aradım facebook'ta ama bulamadım. Gazeteyi de okudum ve ilk gördüğüm Yusuf Hayaloğlu'nun ölüm haberiydi. Sonra Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'ndeki çıplak modeller işten çıkarıldığı için desen dersi alan öğrencilerin modelsiz kaldığını okudum. Ve tabii bir dolu aptal saptal RTE haberi ki ona hiç değinmek istemiyorum, gereksiz yere küfretmiyim şimdi.

Beni en çok etkileyen haber Yusuf Hayaloğlu'nun ölümü oldu. Etkiledi derken; ilk aklıma gelen Ahmet Kaya'nın seslendirdiği "Hani benim gençliğim" şiiri oldu. Ne çok söylerdim, ne çok...

2001'in ramazan ayıydı, kantinde saz çalıp türkü söylüyorlar bahanesiyle dalmışlardı TKP'li bir grubun üzerine, satırlar ve döner bıçakları ile... Kantinin üst katından sandalyelerin fırlatılmasıyla kırılan camlar ve ordan atlayarak kaçanlar, kaçarken arkadında kocaman kırmızı lekeler bırakanlar, suratı kandan görülemeyenler...üniversite öğrencileri...arkadaşlarım... O yıllardı, iftarı okulun ağaçlık yerinde yapardık; domates, beyaz peynir ve pide ile ve sonra amfilerden birine girer, çalıp söylerdik biz de. İki saz, bir gitar, bir yan fülüt, bir de tanbur...Şimdi tam hatırlayamıyorum neler söylerdik ama, Şafak Türküsü söylerdik tabii ki! Urfa Türküsü, Ben Seni Sevdiğimi, Bir Ay Doğar, Kum Gibi, Çav Bella, Uğurlama, Beyaz Giyme Söz Olur... ilk aklıma gelenler bunlar...ve benim en çok sevdiklerimden birisi de "hani benim gençliğim anne" demekti...Çünkü..senesini bilmiyorum, sanırım 88 veya 89 olmalı; akşamları belli bi saatten sonra anneannem odaya götürürdü beni uyutmak için. "sus da dalgaların sesini dinle" derdi beni susturabilmek için, ben susardım, anneannem uyurdu :) sonra ben kalkardım; o zamanlarki nokta vuruşlu yazıcıların çıkardığı cıırrrtt cıırtttt sesini duyarsam, ki çoğunlukla duyardım, pıtır pıtır salona giderdim hemen çünkü annemi görücem demek oluyordu bu. Salonu kaplamış gri bir bulut arkasındaki parlak lamba ışığı, karanlıktan henüz çıkmış gözlerimi acıtırdı; ben bi süre adapte olmaya çalışırken annem görürdü beni "uyumadın mı sen bakiiiim" derdi, giderdim yanına, azcık konuşurduk, sonra benim uykum fazla kaçmadan yatağa geri gönderirdi bi şekilde. Ama fonda hep Ahmet Kaya olurdu: "Penceresiz kaldım anne" derdi, "uçurtmam tellere takıldı" derdi, "Hani benim gençliğim" derdi...

Çok uzun zamandır, çoook uzun zamandır, mesela 5 yıldır falan...dinlemiyordum Ahmet Kaya'yı, alt üst oluyorum çünkü. Ama bu sabah, Yusuf Hayaloğlu'nun anısına açtım bi türkü dinledim, zaten son günlerde yeterince alt üst olmuş bünyem bu defa fazla etkilenmedi, sadece pencereden baktım öylece, altında dururken çok uzun görünen ama burdan bakınca en yüksek dalları ile göğün buluştuğu yerin o kadar da yüksek olmadığını gördüğüm ağaçların tepelerine baktım...Bu gri hislere inat, pamuk bulutlar var bu sabah penceremin önünde, ve güzel gibi görünen bir hava...Ve şimdi bana en garip geleni; ne kadar penceresiz hissetsem de kendimi, üstünde yıldızlar olan koskoca iki pencerenin sadece bana aidiyeti...

2 Mart 2009 Pazartesi

1 ay civarlarında




Klişe mi? Umrumda mı? =)

"Ay-gün hesabı mı yapılacak yani şekerim?"
"Ne bu böyle liseli kızlar gibi günleri mi sayıcaz?"

Ben lisede hiç gün saymadım, onun yerine şimdi sayıyorum :) Evet benim lisede hiç sevgilim olmadı, aslında lisede sıra sevgiliye gelmedi.. İlk sene nedense tembel olmaya karar vermiştim, bu duruma inanamayan hocalarla boğuşuyodum; ikinci sene ölümle tanıştım, etrafa ne kadar belli oldu bilmiyorum ama psikopatlığın sınırına en yaklaştığım zamanların ilkiydi o günler, anlatırım belki bi ara. Üçüncü sene de "gitmiyorum lan dersaneye falan, yerim seni ÖSS" diyip ders çalışmaya karar verince, sevgiliye vakit yoktu işte. İşte o yüzden efenim, ben o içimde kalmış salak liseli aşık kız meselelerini tüm hayatıma yaymaya karar verdim, çok keyifli oluyo valla. Sevinince mesela, öyle çok uçuyorsun ki gökkuşağının üstünden zıplıyorsun, üzülünce de salya sümük ağla dur, depresyona gir, Sezen dinle :) hiç öyle yetişkin insan coolluğunda kalmaya falan çalışmıyorsun hiçbir zaman, yaşadığını anlıyorsun işte.

İşte şekerim, ben son bi aydır böyle bi garip leyla oldum, ucunda yıldız olan sihir değneğimin rengi pembeleşti, yıldızı kalplerle bezendi, şapkamın kenarına kelebekler kalpler çizdi; ellerin kavuşmasına kaldı 15 gün!

Tahirle Zühre Meselesi


Cumartesi gecesi Ruxy'nin doğumgünü partisi vardı. Ruxy de yan komşum Elena gibi Romanyalı: bana gelişlerinden birinde tanıştılar ve çok sevdiler birbirlerini. Doğal olarak Elena da davetli partiye, ben de birlikte gideriz diye düşünüyordum. Gün içinde birkaç kere tıkladım kapısını ama ses çıkmadı, telefon ettim, telefonu da açmayınca, 'herhelde Berlin'e gitti yine' diye düşündüm ama yine de yola çıkıp otobüs durağına doğru ilerlerken 'bi daha arıyım' dedim. Bu defa açtı telefonu, meğer çoktan gitmiş bile Ruxy'nin yanına. Nedense kızı odasında bulamamama rağmen ben çok emindim birlikte gideceğimizden ya, bozuldum biraz. Çok anlamsız halbuki. Neyse ben de vardım, daha kimse gitmemişti, ortalık da Ruxy de hazırlanmamıştı ve zaten önce 8 denilen ama sonra 9'a çekilen başlama zamanı sonunda 10 olarak değiştirilmişti. 10 bir parti için geç bir vakit olmayabilir, hatta öyle partiler olur ki sabah 4'te biter, deli gibi eğlenir çılgınca dans ederim hatta. Ama ya parti hemen alt kattaki barda oluyordur ya da yanımda benimle birlikte dönecek birileri vardır. "Eşşek kadar kızsın tek başına dönemiyo musun?" diyecek olanlar için yazdım dün geceki hikayeyi; o olaydan sonra tek başıma dönmek İSTEMİYORUM. Keza kabiliyet meselesi değil istek meselesi.

Neyse efenim, parti güzel, insanlar da önceki partilere göre daha güzel ama yine de içim rahat değil. Kimler vardı partide? Neredeyse tamamı farklı ülkelerden gelmiş master öğrencileri. Şili, Kolombiya, bolca İran, Amerika, Türkiye (evet bi Türk çocukla tanıştım, parçacık fiziği üzerine yapıyormuş masterını), doğal olarak Romanya ve daha aklıma gelmeyen bi dolu ülkeden birçok insan. Kimisine takımyıldızlar anlattım, kimisine astrofotoğraf çekmeyi öğrettim. Hayatının ilk astrofotoğrafını çekti İran'lı bir kız, Sara, büyük ayı takımyıldızını fotoğrafladık. Olabildiğince uzun poz süresi vermesi gerektiğini, diyafram açıklığını olabildiğince artırmasını ve iso'yu yüksek tutmasını söyledim. Mevcut ışık kirliliği göz önünde buundurulduğunda iyi denilebilecek şekilde belirgin bir Büyük Ayı fotoğrafı çektik, henüz fotoğraflar mail kutuma düşmediği için size gösteremiyorum ne yazık ki.
E peki böyle güzeldi de nesini sevmedim bu insanların? Burnu büyük insanları sevmediğim için çoğuna ısınmadı içim. Hepsi kendini küçük bir Einstein zannediyor. "Ben çok iyiyim ki buraya kabul edildim" havası var hepsinde ama unuttukları bişiy var ki içimden bir ses avaz avaz bağırdı bunu "Ey salak(!) insan, sen buraya kabul edilecek kadar iyisin de diğerleri ne? Onlar da en az senin kadar iyi değil mi burada olabildiklerine göre? Havan kime güzeliiiiim?" diye diye.. Tabii ki içlerinde sevimli insanlar da vardı ama ben pek eğlence havamda değildim sanırım.
Saat 1'e geliyordu ki birkaç kişi evine gitti, yine de oldukça fazla bir kalabalık vardı geride ama ben yine de huzursuzlandım, Elena'ya yanaşıp sordum 'kaç gibi çıkarız' diye. Ne cevap verdi? Bi arkadaşında kalacakmış... .... E normal... Yani ne birlikte gidelim diye sözleştik ne de birlikte dönelim diye, ama ben bu cevabı alınca bayaa bi aptallaştım. Neden o kadar emindim ki birlikte döneceğimize? Bilmiyorum..Hal öyle olunca hemen internetten baktık sonraki otobüs ne zamanmış, merkezden benim yurduma otobüs kaçtaymış, ordan binince öbürüne yetişebiliyor muymuşum falan filan... 15 dk içinde bir gece otobüsü bulduk neyse ki, hızlıca çıktım gittim otobüs durağına ama tahmin edilebileceği üzere oldukça gergindim. Boş sokak, saat gecenin 1'ini bilmem kaç geçiyor ve otobüs gelmedi... Tek başıma döneceğimi düşünsem zaten gece otobüslerine kalmazdım. 12'den sonra gece otobüsü dedikleri, saatte bir geçen otobüs seferleri başlıyor, ama 12'ye kadar nerdeyse her 5dk'da bir otobüs bulabiliyorsun. Bi de bu gece otobüslerinin çok geç kalma veya erkenden gelme veya veya seni görmeyip hızlıca basıp gitme durumları oluyor. Haliyle gerginim, nerde kaldı bu lanet otobüs diye. Neyse geliyor sonunda, kimliğimi gösterip biniyorum, merkezde inip diğer otobüsün durağaına git...miyorum, çünkü gündüz otobüsü ile gece otobüsü farklı duraklardan kalkıyor ve ben durakları karıştırıyorum, alakasız bi yerde bekliyorum bir süre, ve sonra fark ediyorum yaptığım dangalaklığı.
Haftaiçi saat 7'den sonra bi anda herkes çalışma masasının çekmecesine, buzdolabının buzluğuna veya arabasının bagajına saklanmışçasına bir anda kayboluyor bu şehirde ama cuma ve cumartesi akşamları tam tersi; eline birasını alan her yaştan insan yollarda. Yaş aralığı 12 ile 70 arasında değişiyor desem ne kadar açıklayıcı olur bilmiyorum. Çoğunlukla gruplar halinde oluyorlar, pek kavga çıktığını görmedim; genelde mutlu mutlu şarkı söylüyorlar veya zıplıyorlar ama etraftaki herkese laf atıyorlar, sözlü tacizler oldukça bol.. Haliyle gerginim...

Merkezdeyim, etraf bolca içmiş her yaştan insanla dolu, yalnızım ve bir sonraki otobüs sabah saat 5'te!!! Tek çarem var, merkezden yurda yürümek. Tamam uzak bir mesafe değil, ortalama 12 dakikada yürüyorum gündüzleri ben o mesafeyi ama gündüz değil ki! Ne yapsam ne yapsam diye düşünürken Mark geldi aklıma, "'bu akşam 3 farklı partiye davetliyim, hangisine gitsem acaba' diyodu, belki o da merkezde bi yerlerdedir de yurda dönüyordur, veya dönmese bile giderim ben de dururum orda beklerim de onunla dönerim en azından" diye düşündüm. "Nerdesin?" diye bir sms gönderdim, 1-2 dakika bekledim ve yola koyuldum... Partideki adam o gürültüde nasıl duysun ki telefonu. İlk anda farketmediyse sonradan farketmesi çok düşük bir ihtimal zatem. 'Yürrü be kızım, kim tutar seni!' dedim kendime ve yola koyuldum.

Koyuldum koyulmasına ama, arkamdan şarkılar söyleyerek gelen sarhoş gruplar mı istersin; yol üstündeki hangi ülkenin olduğunu bilmediğim caminin önündeki sarıklı adamların bana pis bakışlarını mı? Bi de bi casino var yol üstünde, yani kapısında casino yazıyo kumarhane gibi bişiy heralde ne biliyim. Ben gündüzleri hep böyle 'içeride ne var acaba nasıl bi yer' diye baka baka geçerdim önünden ama ilk defa bu saatte geçiyorum; kafamı kaldırmaya bile cesaret edemedim, kapının önünde kocaman badigardlar, acayip lüks arabalar, limuzinler, içerinde bekleyenler veya şöförler falan.. Ve ben bu esnada nasıl küfrediyorum, nasıl küfrediyorum!!&%+'^+%+&/+%%

İşin sinir bozucu yanı, kızgınım ama aslında hakkım yok kimseye kızmaya. Elena ile birlikte gidelim gelelim diye sözleşmemiştik; Mark da elinde telefonla beni bekliyor değil ya; hem otobüsün durağını karıştıran da benim zaten..

Neyse yurda geldim sonunda, saat 2'ye geliyordu.. Başıma da bi iş gelmedi işte. Hiç de büyük bir olay değil belki de ama, bilmediği şehirlere gidince gündüzleri bile tek başına sokağa çıkmaya korkan, hele ki hava karardıktan sonra dışarıdaysa etrafındakilere hiç çaktırmasa da ödü b.kuna karışan bir cadı olarak, taktir ettim kendimi. Tek başına gecenin bi vakti yollarda olmak ya da olabilmek kabiliyet meselesi değil tercih meselesi dedim ya; kabiliyetim var gayet de, başardım eve varmayı, ama güzel miydi derseniz? Demezsiniz sanırım. "Bu korkumu yenmem gerek"tiğini de hiç düşünmüyorum çünkü zaten zamanla kendiliğinden azalan bir durum ve ben önlemimi aldığım sürece korkumla birlikte yaşayabilirim.

Ama kafamı kurcalayan başka bişiy var benim... Benim bu tedirginliğim, bu korkum, önceden yaşadığım o şeyler bilinmesine rağmen, 'yahu sen o saatte nasıl döndün eve' veya 'huu bu saat oldu nerdesin' diye bir merak edilmez mi? ................. Edilmezmiş demek ki. Demek ki eşşek kadar kız olmuşsan merak edilmezmişsin; merak edilmeyi beklersen 'kızsal tripler' olurmuş bu; saçma olurmuş, vs. vs. vs. Peki o zaman ne öğrendik? İlişkilere fazla hassasiyet gösteriyorsun diye aynı hassasiyeti göreceğini zannetmek yanlışmış. Sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevecek değilmiş... Ama asıl erdem, buna rağmen kendi içindeki güzellikleri ve hassasiyetleri koruyabilmekmiş.. Hassasiyetlerin yüzünden kırılmayı göze ala ala onları sürdürebilmekmiş.. Hassas olmaktan utanmamakmış belki de asıl erdem..

Demiş ya işte Nazım... şimdi bir tık dokunuverip de şu düğmeye, kapatıp gözlerinizi, bu cadıyı unutup ve anlattıklarını da; kapayıp gözlerinizi işte, dinleyin bi güzel; Esin Afşar söyemiş...

1 Mart 2009 Pazar

DAY 2009



Dünya Astronomi Yılı olarak ilan edildiği için sevgili 2009 senemiz, dünyanın her bir yerinde çeşit çeşit etinlikler düzenleniyor. Ben inat edip de Bonn Üniv.'deki etkinliklerde görev almadığımdan ve Türkiye'deki işlere de bulaşmak için yanıp tutuşsam da, insanların işlere uzaktan burnunu sokan cadıları sevmediklerini bilip yerimde oturmaya çalıştığımdan, şimdilik ancak zaman zaman burdan, pek de sıkıcı olmamaya çalışarak, OnurCUM'un da bahsettiği gibi lafı alakasız yerlerden astronomiye getirerek, böyle bir şekilde sosyal sorumluluğumu yerine getireyim de içim rahat etsin istedim azıcık. Yani zaman zaman size anlatacağım astronomi bilgilerinin nedeni benim yıldız aşkım değil sadece ve sadece DAY2009'dur, bu böyle biline. =) Sadece bilgi vermekten öte, sizin de evde yapabileceğiniz mini deneyler, çıktısını almak isteyeceğiniz mini borşürler ve şimdi bahsetmek istemediğim daha bi dolu minik minik yıldızıl fikirler var aklımda. Aslında fazla geç olmayacağını düşündüğüm ve benim hayatım da daha bi şekle şemale girmiş olacağı için Mayıs ayından itibaren sıklaşacak bu çalışmalarım, bunun için ayrı bir blog açmayı düşünmüyor değilim ama benim derdim hali hazırda gökyüzünü sevenlere hitab eden bir blogda astronomi ile ilgili bişiyler anlatmak değil, daha önce başını göğe kaldırıp da bir takımyıldız bulmaya çalışmamış kimselerin aklına biraz yıldız tozu serpebilmek...

Bu etkinlik kapsamında neler olup bitiyo, nerde ne var, ilginç bi etkinlik var mı, bugün nerde hangi teleskopla kim ne gözlüyor gibi sorularınız için http://www.astronomi2009.org/ adresine zaman zaman uğramanızı önerebilirim.

A bi de "2009 yılı boyunca gökyüzü bize ne gösteriler düzenliyor", "Hangi gün hangi gezegeni nerde görebilirim", "Buyün Ay hangi evrede", "Türkiye Ulusal Gözlemevi mi? O da nesi?" ve benzeri soruların cevaplarının içinde olduğu 2009 Gök Olayları Yıllığı* adı altında bir minicik kitapçık hazırlamış ulusal gözlemevimiz. Hani olur da balkonda otururken gözünüze ilişen bişiyer olursa ufo mu gezegen mi yıldız mı diye düşünürken açıp bakarsınız belki ;)


Bu maketi OnurCUM ve Ziza'nın ev arkadaşı olan Memo yaptı. Adam daha neler neler yapıyo bi görseniz... Keza göreceksiniz, çünkü Kayseri'ye ilk gidişimde Memo elimden tutup gezdirecek beni, tek tek gösterecek yaptıklarını, ben de fotoğraflarını çekicem bi güzel. Kendisinin bundan haberi yok henüz ama dert değil. Zaten bana çiii köfte de yapcak. Iııımmmhhhh!

Gökyüzünüz hep açık olsun!


*Pdf dosyasını indirmek için sağ tıkayıp, farklı kaydedin derim, keza browserlar sinir bozucu olabiliyor.

Girls stuff!


Sanırım son 1,5-2 aydır kafayı saçlarımla bozmuş durumdayım. Gerçekten çok fazla kırık var ve ben nasıl oldu da buraya gelmeden önce kuaförde şu "kırıkları aldırmak" işini unuttum bilmiyorum. Burda da hayatta gidip iki tıktıkla güya kırıkları alacak diye adamın birine 15€ vermem. Pintilikle fakirlikle alakası yok, Ankara'da bu işi 5 TL ye yapyıor adamlar. E durum böyle olunca hep gereksiz gördüğüm o saç bakım zımbırtıları aklımı çeldi. Geldiğimden beri zaten sürekli Nivea'nın Hair Care serisinin Straight& Easy'sini(1), zaman zaman da dalgalı kıvırcık olsun istediğim zaman Flexible Curls(2) kullanıyorum. Ama yine de kırık miktarı çok olunca kuzu gibi tüy tüy dolaşmamak için sakinleştirici bişiyler gerekiyor diye şu elektriklenmeyi önleyici kremlerden aldım(3&4) tee geçen sene. Ama artık bu kırıkları elime makas alıp tek tek kesmek beni tamamen deli ettiği ve alışkanlık halinde artık nerde makas bulsam kırıklarımı kesmeye başladığımı farkettiğimden beri buna ciddi bir el atmak gerektiğini fark edip, geçen hafta Intense Repair şampuan(6) ve spreyini(7) aldım. Aldım ama tamir edici spreyi kullanmaya fırsat olmamıştı taa kiiii... Dün gece Ruxy'nin doğumgünü partisine giderken tüm tembelliğim üzerimdeydi, bilgisayarın ekranında ise gidip saçlarımı yıkamaktan çok daha cazip şeyler vardı, vs. vs. vs. ben de yarı toplu yarı dağınık bişiyler yapıp pisliğimi kapatırken bi de baktım ki diamond gloss(5) diye bişiy bakıyo raftan bana :) ben onu ne zaman aldım, hangi akla hizmeten aldım, hiçbir fikrim yok ama "mevcut durumdan daha kötü olamaz, zaten olsa da topuz yapar çıkarım" diyip bi deniyim dedim ki, amanın! Süper oldu yahu! Kırmızı kırmızı parlıyolar, bi sevdim bi sevdim! Bugün de sabah koşusu sonrası artık temiz bir insan olmak farz olunca banyo sonrası şu tamir edici spreyi de deneyelim hele bi diyerekten, sıktım sıktım kuruttum taradım, yaptım işte bişiyler.. sanki iyi oldu gibi yahu.. Ben bunu böyle uygulamaya devam etsem cidden tamir olur mu acaba kırıklar? Ya da en azından yeni kırıklar eklenmez mi ki? Bilmiyorum ki? Şunu biliyorum bi tek; benim de bir marka takıntım varmış; Nivea! Güneş kremim de mesela 50+ Nivea olmazsa olmaz! Ben bir nivea tüketicisiyim, oh my gooood!

Hayır yaa, bu yazı için para falan vermediler, ama farkederlerse verirler belki? :P

Süper!

Kuasarlar ve mikrokuasarlar sınav sonucu açıklanmış: 1,7 !!! Yazılı sınavda bildiğim halde aklıma gelmediği için yazamadığım şeyler oldu. Kadın tüm dönem anlattığı üç ana konu başlığını soru olarak yazıp verince tabii kaç sayfa yazarsan yaz hep bişiyler eksik kalıyor. O yüzden çok emin değildim alacağım nottan, 4 le geçmektense bıraksa da sözlüye girip yüksek bi notla geçsem diyodum ki bugün bi baktım internetten, 1,7 almışım. 1,7 iyi mi diyenler için açıklama: en yüksek not 1, geçmek için gerekli en düşük not 4, kalmışsan 5 almışsındır. Bu biraz yıldızların parlaklık sistemine benziyor. Bir yıldız ne kadar parlaksa o kadar küçük bir değerde oluyor. Parlaklık birimine de "kadir" adı veriliyor türkçede. Mesela Güneş -26,73 kadir; dolunay -12,6 kadir; şehir ışıkları tarafından katledilmiş bir gökyüzüne baktığınızda görebildiğiniz nadir yıldızlar genellikle -1, 0 veya 1 kadir ama ışık kirliliğinden uzak bir yerde kafanızı kaldırdığınızda görebileceğiniz en sönük yıldız 6. kadirden, ki zaten o zaman Samanyolu sizi çoktan büyülemiş olacaktır.

Gökyüzüne ilgisi olanlar belki duymuşlardır, her ne kadar Mart ayı itibariyle artık erken batıyor olsa da, Orion en ilgi çeken, en sevilen ve aslında gökyüzünde en kolay bulunan takımyıldızlardan. Özellikle takımın ortasındaki üçlüden kolaylıkla bulabilirsiniz, ki biz buna Orion'un(diğer adıyla Avcı'nın) kemeri diyoruz; buyrun size bir de tüm acemiliğimle kendi çektiğim bir fotoğraf; soldaki bina da bizim yurt binası, diğer adıyla TLH: Theodor Litt Haus.

Tamam tamam daha güzeli burda işte:
Ama yine benim çektiğimdekini (üstüne tıklayıp büyük görüntüye baktığınızda) görmeye çalışsanız iyi olur, keza şehir ışıkları arasında sizin de daha iyi bişiy görebileceğinizi hiç sanmıyorum, hıh!

Ha bi de unutmadan, bu günlerde Güneş batar batmaz o gördüğünüz cıbıl cıbıl parlayan şey kutup yıldızı falan değil; onu nasıl bulursunuz, derdi nedir ne değildir bi ara anlatırım ama şu sıralar batı yönünde gördüğünüz ve kısa bir zaman içinde batan sevgili arkadaşımız Venüs! Hepinize selamı varmış, öyle dedi, olur da bi akşam başınızı kaldırıp onunla göz göze gelirseniz, etrafınızdakilere çaktırmadan bi göz kırpsanız yetermiş, bunu da size iletmemi istedi :)

+18 başarısız tecavüz


Hani geçenlerde dedim ya "salaksın be kızım kabullen artık" diye, sanırım yavaş yavaş kabulleniyorum ama bu yine de canımı yakmıyor değil. Neyse şimdi anlatacağım şey bugünlerdeki salaklıklarım değil, Aralık 2006'da Kayseri'de yaşadığım bir tecavüzememe öyküsü.

Hiç öyle uslu uslu okulunu bitirip, münasip bir iş ve eş bulup, hayatını kurup da kendi düzeninde yaşayan birisininki gibi bir hayatım olmadı benim. Üniversiteye girişimden, bitirişime, bitince olan hadiselerden yüksek lisans öykülerime ve Kayseri maceralarıma kadar herşey, olabilecek en ilginç şekilde oldu. Çoğunlukla "şaka gibi" idi, "kamera nerde? tamam yeter bu kadar hadi el sallıyım ben" dedim, ama bunca zaman geçti hala çıkmadı o gizli kamera ortaya. Maşallah çok iyi saklamışlar.

Efenim, olayın geçtiği bu zamanlarda, Erciyes Üniversitesi'nde yüksek lisans yapıyorum ama aile başka şehirde; ben de, ev tutmak meselesi olmaz, akraba yanında kalmam, falan fıstık sensin fıstık derken, fakülteye çok yakın olan ve aslında öğrencilerin kalmasına izin verilmeyen misafirhaneyi, allem ettim kallem ettim, kendime ev belledim. 2006'nın Aralık ayındayız, üstelik de ramazandayız. Dersimiz bitmiş, saat 5 suları ama hava kararmış tabii malum kış. Haftanın iki günü Kayseri'de, kalan günler evimde yaşadığımdan, 'artık her seferinde pijama vs. götürmek yerine şunları fazladan bir çantaya koyayım da misafirhanedekileri ikna edip orada bir yerde bırakayım bari' düşüncesi ile elimde bir mini valiz, ders notlarım ve kitaplarımın olduğu sırt çantam, sol omuzumda Zerrincim'in notebook'u ve elimde de kantinden aldığım akşam yemeğim.. Misafirhaneye giden yol aslında bir çıkmaz sokak olduğu için oradan geçen araba ancak misafirhaneye gidiyordur, o misafirhanede kalacak kimsenin de altında arabası olmaz zaten kolay kolay. Yol biraz ıssız, sağ taraf çorak bir alan, yapılanması hala tamamlanmamış olan üniversitenin boş arazilerinden bir kısım ve büyük bir stad/amfi öyle bişiy var işte. Yolun solunda ise tarla var. Tabii ki ekili biçili tarla değil ama o taraf da çorak bir arazi, tek farkla, aydınlatma yok ve çeşitli göçebe/çingene vs. çadırları var. Yolun solunu görebilmek imkansız, yolun sağındaki kaldırımımsı şeyde yürürken de işte ancak 10ar metre ara ile görebiliyorsun önünü ama 'noolucak ki, sonuçta üniversite sınırları dahilindesin, hem saat daha 5, hem daha hava ancak kararıyor ve hem de böylesi mutaassıp bir şehir olan Kayseri'de ramazan vakti ne olacak ki yani'.. Tabiiki o zamnda Kayseri'de hava da çok soğuk! Belki de çok soğuk değil ama gözlem zamanları haricindeki her zamanki gibi ben çok üşüyorum, LCWden aldığım unisex lacivert yağmurluğum var üzerimde, kapşonum kafamda, üstelik rüzgar sızmasın diye de kapşonun lastiklerini sıkıca çekmişim. Telefonda konuşuyorum Zerrincim'le, yol ıssız ya hani, "köpek falan gelirse korkma, indir kafasına notebooku boşver gitsin" gibi laflar edip güldürüyor beni ama ben birden bi huzursuz oluyorum. "Şimdi kapatalım, misafirhaneye varınca sana haber veririm" diyorum. Telefonu kapatıyoruz ve ben nedensiz yere huzursuzlanıyorum. Aslında çok da nedensiz değil, o ıssız yola minibüs kılıklı bir aracın girdiğini fark ediyorum. Telefonu kapattım, elimdeki sırtımdaki omzumdaki çantaları yeniden bi üstüme tepiştirdim derken fark etmiyorum aracın naaptığını, bi süre sonra görüyorum ki ileride, yaklaşık 100m ileride duruyor araba, dışarıda da iki kişi. Adamlardan birisi araca bakıyor, diğeri bana. Aklıma ilk gelen şey arabada bir arıza olduğu ve yolu tıkamamak için aracı oraya çektikleri oluyor ama kaput falan açık değil, lastiklere göz atıyorum hemen, inik/patlak da değiller, plakayı tam göremiyorum ama dikkatlice odaklanınca okuyabiliyorum; bu sırada yaklaşıyorum tabii adamlara, o zaman daha iyi fark ediyorum ki bunlardan biri ciddi ciddi beni inceliyor. Bu ıssız yolda kimdir bu gelen diye merak etti heralde diyorum ama içimden bi ses sürekli "unutma adamın kasıklarına tekme atcaksın" diyor, gülüyorum kendime. Sonra biniyorlar arabaya, arabayı çalıştırıyorlar, demek ki bir bozukluk yok, biraz daha ileri gidip duraklıyorlar. Ben yürümeye devam ediyorum ama biraz korkmaya başlıyorum bu gidip durma faslından. Araba çok yavaş hareket ediyor, ben de korkudan bi an önce misafirhaneye varabilmek için olabildiğince hızlanıyorum. Benimle aynı hizaya geliyor araç, hatta ben önlerine bile geçiyorum bir süreliğine ama artık aklımdaki senaryo iyice netleşiyor: bunlar benim kafama bişiy indirip bayıltacaklar, arabanın arkasına atıp kaçıracaklar, sonra böbreklerimi çalacaklar ve uyandığımda kendimi buz dolu bir küvetin içinde bulucam. Bundan o kadar eminim ki, hemen mesajı yazıyorum, "38 AT 083 mavi mazda" bir aksilik olduğu anda yes tuşuna basıp Zerrincim'e göndericem. Araç bir süre benimle yanyana gidiyor, sonra hızlanıyor, biraz ilerde duruyor, sağ kapı açılıyor, içinden inen adam arkadaşına sesleniyor "fazla sürmez benim işim yirmi dakkaya kadar gel al" diyor. Ben duraksıyorum, sanki adam sağdaki çayıra işemeye falan gidecek de yol veriyorum güya ama olay öyle olmuyor, tam türk filmlerindeki gibi "gel bakalım güzelim eğlenelim seninle biraz" diyor, tam bu sırada ben defalarca yes'e basıyorum cebimin içinde sıkı sıkı kavradığım telefonda. Bir eli yüzüme bir eli bacaklarımın arasına gidiyor. Çenemi tutup öpmeye niyetleniyor sanırım ki, ben mesajı gönderdim nasıl olsa diye elimi cebimden çıkarıp yüzünü avuçluyorum adamın, diğer elini tutup sırtıma alır gibi bi hareketler yapıyorum. Neden, nasıl, niçin bilmiyorum ama çok seri bir şekilde yapıyorum bunları. O sırada bir "bııııp" sesi geliyor cebimden, hani şebekeye ulaşılamayınca öter ya telefon, ya da mesaj gönderilemeyince, ha işte o ses. O sesi duymamla aklım başıma geliyor, bağırıp çağırmadığımı, sessizce boğuştuğumu ama yardım istemediğimi fark ediyorum ve avaz avaz bağırmaya başlıyorum. Çığlık atıyorum, adama küfrediyorum, bu arada elimi yeniden cebime atıyorum, telefonu çıkarıp aynı mesajı yeniden göndersin diye sürekli yes'e basıyorum bi elimle, yüzyüze geliyoruz adamla, yine yüzünü avuçlayıp itiyorum kendimden. Sonunda artık 'mesaj gittiyse gitmiştir, gitmediyse bile ikinci elime ihtiyacım var' diyip telefonumu cebime geri koyuyorum, tekmelerle girişiyorum adama. Adam "korkma tamam sakin ol bağırma" diyor uslu uslu. Öyle bir an geliyor ki kontrolü ele geçiriyor, omuzlarımdan kavrayıp araziye doğru yatırmaya çalışıyor beni ama sırtımdaki yük o kadar fazla ve ben öyle sağlam basmışım ki yere, yapamıyor, ve ben de bi yandan suratını tırmalıyorum adamın. Sonunda bi şekilde vazgeçiyor, "tamam tamam" diyor, gidiyor geri. Daha 2 adım atmadan bir başka adam geliyor üstüme bu defa, şöför koltuğundaki kişi, "nasıl konuşursun sen benim arkadaşımla böyle" diyor ve güya beni dövmeye geliyor, tabii arkadaşına konuştuklarımın seksen bin katı güzel küfürlerle cevap veriyorum kendisine. Gelip beni itiyor, ben onu itiyorum, hatta hızımı alamayıp yumruk falan atıyorum ama neresine geliyor bilmiyorum artık. Sonra arkadaşı sesleniyor buna "gel gel tamam" diyor, ve bu bi anda beni bırakıp arkasını dönüp gidiyor. Ve ben...yürümeye devam ediyorum misafirhaneye doğru... Arkama dönüp bakamıyorum, arabadan levye alıp kafama indirmeye veya beni bir çuvala sokmaya geliyor olabilirler ama ben dönüp bakamıyorum. Koşmaya cesaret edemiyorum çünkü yüküm çok fazla, düşersem bu yenilmek demek olur, düşmemeliyim diye koşamıyorum da...hızlı adımlarla yürümeye devam ediyorum. Bu boğuşma içinde yolun üçte biri bitmiş oluyor neredeyse, çok uzakta hareket eden bişiy görüyorum veya gördüğümü zannediyorum, en kuvvetlisinden bir ıslık çalıyorum. Boş arazide yankılanıyor ıslığım, yolun karanlık sol tarafından bir ses geliyor "hey kimse var mı orda" diye. Avaz avaz plakayı bağırıyorum, tam o sırada hızla bir U çekiyor araç ve gidiyorlar...

Hikayenin devamında benim şok halindeki trajikomik hareketlerim, bi süre gündüz bile tek başıma sokağa çıkmak istemeyişlerim, gerçekten çalıştığına ilk defa o gece inandığım Polis İmdat hattı, 2,5 saat içinde yakalanan suçlular, 4,5 saat sonra kollarında olduğum annem, sonrasında suçluların yakınlarından gelen sürekli telefonlar, adliye koridorları, ifadeler, karakollar, adli tıp önünde geçirilen sinir dolu dakikalar...yıllara yayılıyor tüm bunlar... Davanın son durumu ne bilmiyorum, ülkeme giriş çıkışlarımda bana sorun yaratmadığı sürece bilmek de istemiyorum artık zaten.

Peki bunu neden anlattım? Daha sonra hassisyet gösterdiğim bazı konularda daha iyi anlaşılabilmek için sanırım...