31 Ocak 2009 Cumartesi

half of the day

Gittim, girdim, soruları gördüm, boş kağıt verdim ve çıktım ki bütünlemeye girebileyim. Bi de adam gibi çalışmış olsam hangi sorulara çalışacaktım onlara baktım, alacağım puanlara, 38/75 alacakmışım..

İlk anda artık bunun sırasını savmış olmanın rahatlığı vardı, sonra sıra kozmolojiye geldiği için de biraz rahatladım. Ama...

Ama bi gariplik var içimde. Bi huzursuzluk, bi eksiklik... Sanki tüm puzzle'ı çözmüşüm ama parçalar yerlerine otururken o ince tık sesini çıkarmamış gibi. Bi minik eksiklik. Belki benden başka kimsenin umursamayacağı veya farketmeyeceği eksiklik. Zamanla geçer sanırım...

Pay it forward


İki kitap var elimde. Bi türlü karar veremedim hangisine başlasam diye. Biri malum, Pay it forward, OnurCUM'un önerisi; diğeri de kendime yılbaşı hediyem, Oz Büyücüsü. Seviyorum zaman zaman böyle çocuk kitapları okuymayı. Aslında sevmekten öte, ihtiyacım oluyor sanırım...

Evet evet, Portobello Cadısı bitti sonunda, gözünüz aydın. Ama çok etkiledi, beni benden aldı, bendeki beni arattı.. Bir fırsatta en azından altı çizili satırlarımı sizinle paylaştığım bir yazı yazmak istiyorum ama ne zaman olur, onu bilmiyorum işte...

Geçen gece elime aldım Pay it forward'ı, ilk paragrafı okurken uyuyakalmışım... Bugün boynumun bükük zamanlarında da Oz Büyücüsü el sallayıp durdukça raftan, ya acaba?? dedim... Acaba onu önceye mi alsam...

Ama az önce kesin kararımı verdim; yeni kitabımız; Pay it forward. Ama kapağı göründüğü gibi değil ne yazık ki filmden bi sahne koymuşlar sanırım, sinir oldum. Ama içi yıldız yıldız! :)

Hı? Zerrincim? Ah sen burda mıydın? Yok canıııım, değil tabii ki! Tabii ki değil! Pek tabii ki yeni kitabımız "seni çok seviyoruz cosmology" :)))

Scroll up beybi!

Yazarsın, yazarsın sayfalarca; derdini anlatabilmek, daha iyi anlaşılabilmek, aklına gelen tüm yanlış anlamaları ortadan kaldırmak, onu anladığını anlatabilmek, kendini anlatabilmek için; yazdıkça yazarsın, yazarsın sayfalarca... Sonra onu verdiğin hödük, "bu ne kadar uzun yaa, okuyamam ben bu kadar uzun şeyi" der ver okumaz! Okumaz adam cidden! Ne inanılmaz, ne sinir bozucu bişiydir! Ya da kimileri de vardır ki doğrudan açıp sonunu okurlar. Bu ikinci kategoriye giren sevgilisine mektup yazdı bir arkadaşım, ama son satırlar şöyleydi;
"Üzgünüm ki beklentilerinin aksine son satırlarda kayda değer bişiy yazmadım. Başını okuman gerekiyor; scroll up* pls!" :)
Uzunca bir süre bu scroll up espirisi döndü durdu aramızda ama en sonunda benzer bir hayvanlığı ben yaptım bugün. Ama "çok uzun, okuyamam, sıkılırım, vs." diye değil, dayanamadığımdan...önce son sayfayı okudum. Sonra döndüm ilk sayfadan başladım okudum, bi daha okudum, okudum bi daha, bi daha, bi daha... Benim değil mi, istediğim kadar okurum, kime ne?

Kimi davranışlar kimi zaman kabul edilebilirmiş, istisnalar olabilirmiş... İstisna olabilir miyim?

*e-mail olması münasebetiyle

30 Ocak 2009 Cuma

Uzay yelkenlileri

Sinir zıplatıcı uzun bir sürecin ardından bu ayki Bilim ve Teknik dergisinin 38.sayfasında karşınızdayız efenim.

Merak edenler için birkaç cümle ile yazıdan bahsetmek gerekirse; uzaydaki enerjisinin yanı sıra hareketini de Güneş ışınlarından alan bir sistem tasarlanmış. Çoğu teknolojik gelişme gibi bu da eski bir bilimkurgu hayali iken, günümüzde, üzerine büyük paralar yatırılan bir araştırma konusu. Arabaların benzinle değil de rüzgarla, hem de çok daha hızlı hareket ettiğini düşünsenize? O rüzgar koca arabayı hareket ettirmeye yeter mi? ?? Kafanız karıştı mı? E alın da okuyun o zaman =)

Bulutsuz geceler...

Biz? Ben? Zaman? Ne?


En kıymetli oyuncaklarımı çıkarmıştım.
Birlikte oynıycaz sanmıştım.
Yanlış mı anlamışım?
Elimde mi kaldı oyuncaklarım?
Ben de kendi başıma oynarım...

... dots... of the night / -.


Song of the night: Nilüfer - O Kadın Ben Olsam
Color of the night: Brown
Adj.of the night: Doubtful
Smiley of the night:


fotö=berraque

29 Ocak 2009 Perşembe

elele verdiler, gezintiye çıktılar, bekliyorum dönecekler...


Ben bi düğüm oldum ki sormayın... Yani düğüm de değil aslında ama böyle bi garip bişiy işte. Kafam karıştı diycem ama o da değil... İçim karıştı sanırım benim... Böyle bazen kalbim tutuyo elinden aklımın, alıp başlarını gidiyolar bi uçurtmanın peşisıra. Tamam, uçurtma da benim uçurtmam, bu bakımdan pek bi sorun yok gibi de... 

Birisinin de bi miktar şu sınavlara çalışması lazım di mi ama? Hay allah yaa... Sanırım kuantumdan nasıl olsa kalcam diye bu abuk haller şimdilik.. bi de iç karışıklığı nedeniyle... Bunlar geçince ben akıllı uslu oturur kozmoloji çalışırım heralde. Çalışırım di mi? Çalışırım çalışırım.. yani inşallah...  

Zerrincim'e Not: Bu entry'yi yazan kesinlike witchie değildir, ben onun klonuyum, o yaklaşık 2 saattir aralıksız bi şekilde kuantum çalışıyo, çok güzel gidiyo, kesin en az 5 soru yapacakmış sınavda öyle dedi. Merak etme sen ;)

Mantık? Ordu? Otobüs?

Bir allahın kulu varsa bana şu durumu açıklayacak, lütfen yapsın bi an önce!

Şekilde gördüğünüz yer şehir merkezindeki otobüs durakları.Enstitüden bindiğim otobüs uyuz uyuz ilerleyip sarı noktada duruyor. Ben hızlıca iniyorum ve kırmızı noktadaki otobüse doğru koşmaya başlıyorum. Mesafenin koşmayı gerektirmeyecek kadar kısa olduğu zaten haritadan da görülüyordur sanırım. Ama şöyle oluyor; ben koşmaya başlıyorum, kırmızı otobüs şöförü otobüsün kapılarını kapatıyor. Daha hızlı koşuyorum, ve elimle 1dk diye işaret ediyorum bi yandan ama otobüsün yanına varmam ancak 2 saniye sürüyor. Ve fakat otobüs şöförü amca kapıyı kapatmış olduğu için, bana anaokulunda öğretmenin donunu paçasından aşağı indirmiş çocuklara bakar gibi bir bakış atarak başını iki yana sallıyor. Ben kırmızı noktaya varıyorum, otobüs hareket ediyor.


Hava buz gibi! Artık sadece ben değil şehirdeki herkes donuyor! Herkesin kırmızı bir burnu var! Ne kadar kalın giyinirsen giyin, nehrin dibinde olmanın verdiği o rutubet ve biraz daha kuzeyde olmanın getirdiği rezil sert rüzgar içine işliyor insanın. Ben astronot olmaya karar veriyorum. Ancak o kıyafet üşümemi engeller diye düşünüyorum çünkü. Çünkü anlıyorum ki ne türbana girsem ne kar tulumuyla gezsem yetmeyecek, hep açıkta kalan ve donma tehlikesiyle karşı karşıya kalan bi yanım olacak. Ve bu hayvanoğlu hayvan herif, sadece hayvanlığından, SADECE HAYVANLIĞINDAN, beni bir sonraki otobüse kadar o dondurucu soğukta bekletmak istiyor.

Efendim? Yanlış mı anladım? Tabi, tabi! Görevini yapıyor! Sç$@&$$@@!?€ß**!#dsdsadsa!!!!

Nefret ediyorum bu şehirden, bu ülkeden, bu ülkenin bu insanlıkları bi taraflarına kaçmış canlılarından! NEFRET EDİYORUM!

Ha inadım ama ben de! Koşarak 4 sonraki durağa gidiyorum. Aklımsıra otobüsten önce gidip yakalıycam otobüsü o durakta ve o hayvan herifin gözünün içine baka baka binicem o otobüse. Noolucaksa sanki!? Beceremiyorum tabii. Ama o soğukta koştuğum için biraz ısınıyorum en azından. 10 dk bekliyorum bir sonraki otobüsü. Üşüyorum yine. Kaşkolum ve şapkamın arasından sadece gözlerim görünüyor ama gözlerimin kenarları üşüyor işte! O soğuk ordan girip tüm yüzüme, boynuma, tüm bedenime dağılıyor! Donuyorum ulaaan!

Sonunda eve geliyorum. Her zamanki gibi ilk işim olarak, evet tam bir internet bağımlısı olarak, paltomu çantamı bile çıkarmadan zaten beni hep açık hazır ve nazır olarak bekleyen Asuman'ın başına geçip maillerimi kontrol ediyorum...ve ancak o zaman içim ısınıyor... :)

28 Ocak 2009 Çarşamba

Cloudy wings


Sanki buluttan kanatlarım varmış gibi hissediyorum kendimi... o kadar hafif... o kadar ferah... ne kadar zaman geçmişti böyle rahat nefesler almayalı? Göğüs kafesim sıkışmadan havayı içime çekeli?

Hayır cuma günkü kuantum sınavına çalışmadım. Yarın Kuasarlar dersinden sonra kütüphaneye gidip orda çalışıcam biraz. Zaten asistan da, ben de, prof. da biliyoruz ikinci sınavda geçeceğimi o dersi. Benim için şimdi öncelikli olan 6'sındaki kozmoloji sınavı. Ki o da sorun olmayacak çünkü çok güzel çalışabiliyorum ona. Fakat hemen arkasından ayın 9'unda nükleer fizik sınavı var. Bunun için bi de dersin hocasıyla konuşmam gerekiyor, yarın belki onu da çıkarabilirsem aradan iyi olacak. Dr. Erben geçen hafta attığım maile hala cevap vermedi. Çok da umurumda değil zaten...

Evet, işler yolunda gözüküyor. Yoğun, ama yolunda... Aman nazar değmesin, tahtaya mı vuruyosunuz nereye vuruyosanız vurun, bak bi aksilik çıkarsa sizden bilicem, Maşallah falan diyin, yapın bişiyler artık =)

: )


Bu gördüğünüz her ne kadar bir 23 Nisan görüntüsü olsa da bugünün 23 Nisan olmadığının farkındayım. Ama 23 Nisan'mış gibi davranmama ne engel? Deliye her gün bayram zaten. Bu seferki bayramımın çocuk bayramı olmasına karar verdim. İtirazı olan varsa beri gelsin!

26 Ocak 2009 Pazartesi

Sertab & Sezen...




Eğer sevda bu demekse,
ben vazgeçtim,
beni sevmeyin...

İncelikler yüzünden oldu ne olduysa. İncindim, incitildim derinden... Bir minicik kız çocuğu, bak duruyor orada hala... Anlatamam gördüklerimi o neşeli çocuğa... Ben bu yüzden; incelikler yüzünden çok üzüldüm... Benim kadar değilse de, siz yine de incelikli davranın... Yoksa... Her gün bir şey daha biter, ve kötüsü, giderek acı vermez biten şeyler, çünkü, kayıtsız bir razı oluş başlar, solar içimizdeki güller, birer birer... Üzgünüm bitenler için, çok üzgünüm...ve sanırım dargınım da biraz...Gündüzü savaş, gecesi yalan bir şehirde çok yalnız kaldığım için... üzgünüm... Gün gelir, rügzar fırtına olur. Aslında dertleri gönül kendisi arar da bulur. Her gülüşte bir cevap buldum sanırsın, ama olmaz ne yapsan, eninde sonunda içinde kopar o isyan... Fakat sen, yine de gülümse ne olur.. Bugünler dün olur.. Hatıralarla yaşanmaz ki..yazık olur...

Mimlendik!

stZiza'cım daha önceki mimi yazamadan tekrar mimlemiş beni; çok da iyi etmiş aslında, çünkü o mim için gerçekten düşünmek çok hoşuma gidiyor, iyice içime sindiği zaman yazacağım, yazmaya kıyamadığım mimlerden birisi oldu benim için. Şimdiki ise en yakınımdaki kitabın 161.sayfasının 5. cümlesi:





The Complete Works of William Shakespeare
161. sayfa Titus Andronicus'a ait sayfalardan birisi:
"And what not done, that thou hast cause to rue"



Bu cümle ile ilgili söyleceklerimi sonraya saklamak istiyorum... ama şu var ki bugünkü dünyadan kaybolmak istediğim zamanlarda gerçekten işe yarayan bir kitap bu. Bugün de öyle zamanlardan birini yaşadım, yardımıma koştu Shakespeare amca... Titus Andronicus, Shakespeare'in ilk trajedi eseri. Bu eserde Özdemir Asaf'ın çok sinir olduğum bir şiirinde bahsi geçen Lavinia'da yer alır. Asaf, "sana gitme demeyeceğim Lavinia" der ya hani, hiç sevmem işte ben bunu. Çünkü Lavinia'ya bazen gitme demek gerekir, bazen sıkı sıkı tutmak gerekir kollarından ne kadar gitmeye çabalasa da... Ama kimi zaman da çok severim bu şiiri, çünkü özgür bırakır Lavinia'yı. Sevip sevmediğime karar veremediğim için, çok sinir olurum bu şiire:

Sana gitme demeyeceğim
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar,
Yanımda kal.

Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalan istiyorsan yalanlar söyleyeyim.
İncinirsin.

Sana gitme demeyeceğim,
Ama gitme, Lavinia.
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.

Ne zaman, gitmesi gerektiğini düşünüp kendini gitmeye zorladığı için, verdiği karar duygularına yenik düşmesin diye bir an önce senin ellerinden kaçmaya çalışarak gitmeye çabaladığını; ve ne zaman bir kuğu zarafetinde usulca, sessizce ve sen kabullenene kadar bekleyebilecek bir sabırla gitmek istediğini bir kadının..bilebilmek zor iştir...

25 Ocak 2009 Pazar

Yenilendik!

"Bu arkaplan rengi çok kötü"
"Yok yok, asıl yazıların rengi kötü"
"Hayır, bence fontlar olmamış" vb. diyen herkese müjdeee!

Evet efendim gördüğünüz üzere, Pilli Cadı'dan esen yenilik rüzgarlarına kapılarak biz de yenilendik. Yapmak istediklerimiz henüz bitmedi ve fakat hepsini illa ki bi kerede yapcaz diye bi kural yok. Keyif bizim, blog bizim, ne zaman istersek süsleriz püsleriz, sonra kuantum sınavı gelince de ben neden ders çalışmadım diye ah vah ederiz, bu ayrııı, bunu hiiiiiç karıştırmayın şimdi. Fakat hoşuma gitmeyen bişiy var; bu tepedeki şey böyle morlu değil gayet asil bir lacivert iken photoshop'da, burada neden böyle oluyor bilmiyorum ve sinirleniyorum!

Yeniliklerle yeniden karşınızda oluciiz efenim, görüşmek üzere, esen kalın...

Gereksiz Açıklama

- Yılbaşı için Tr'ye giderken balığım Sun'ı mutfağa bırakıp Erik, Ziyad ve Mark'tan arada onu beslemelerini istemiştim. Dönünce de bi türlü odaya geri alamadım. Zaten anladım ki Erik, Sun'ı evlat edinmiş, düzenli olarak suyunu değiştiriyor vs. Ama bugün aştı kendini! Hayvancağızı kocaman plastik bir kabın içine koymuş, içine de bir kaya parçası koymuş, artık öyle olacakmış; neymiş efendim balık rahat bi nefes alsınmış, hatta içine doğal olsun diye nehirden biraz kum koymayı düşünmüş ama mikroplu olabilir diye vazgemiş. Millete de Witchie artık balığını istemiyo, diyip duruyomuş zaten. Allaaaam allaaammm yaaa!!

- Elena ile son zamanlarda etkileşimimiz biraz azaldı. Hanfendinin önce Berlin gezisi, sonra Polonya gezisi, şimdi de finaller falan... Ama... 1 saat kadar önce kapımı tıklayıp "lunch is readyyy" diyerek içinde sıcacık dolmalar olan bir tabak uzattı bana! Meğer Romanya'dan gelirken yanında getirmiş annesinin sarmalarını, derin dondurucuda saklamış, benim de sevdiğimi bildiği için şimdi çıkarıp pişirince birazcık da bana getirmiş. Fotoğrafını çekecektim aslında ama birden iştahla saldırdım yemeye, fotoğrafı çekilebilecek boş bir tabak kaldı ancak geriye. Aslında tadı da o kadar iyi değildi ama neyse artık =)

- Yanıt yorumları başka bir mail adresime gelsin diye çok uğraştım ama sevgili blogger'a kabul ettiremedim, ben de diğer adresimle bir yazar daha oldum, bundan sonra burdan yazıp bu mail adresimle iletişicem. Profil vs. bilgileri aynı ama kafa karıştırabilir diye böyle bir açıklamada bulunayım dedim. Taklitlerimizden sakınınız efenim, orjinalimin aynısıyım merak etmeyin. =)

- Bi de biraz genişledik, ferahladık, daha iyi olduk böyle sanırım?

- Ders çalışmamak için uğraştığım şeylere bakın! Ölücem sonunda o olacak. Zaten en son Kayseri'deki seminere giderken yolda "allahım bu otobüs bi takla falan atsın, beni hastaneye kaldırsınlar ve ben o sunumu yapmıyım noolur", "ah şimdi şu merdivenlerden düşüp ayağımı kırsam ne güzel olur be tanrım lütfeeeen", "çok fazla kişi olmasa da insanlar toplaşmış işte, napıcam ben ya,hayatımın en kötü sunumunu hazırladım allahım noolur bayılıyım şimdi, ah zavallı kız yogunluktan bayıldı diyip iptal etsinler hadi, yalvarırım piliiiiiissss" diye dualar ediyodum. Bu sınavlar öncesinde yine tüm yaratıcılığımla böyle dua edicem sanırım bu gidişle. Bari en azından siz benim için "sen şu kıza akıl fikir ver yarebbbiiim" diye dua edin e mi?

dört

Yaptığım 4 iş:

1. Okumak: Şimdilerde depresif hareketlerim ve sınavlarım nedeniyle normale inmiş olsa da zaman zaman elime geçen herşeyi okuyorum. Bugünlerde dozunda yaptığım bir iş bu. En çok ders notları, bloglar, kitaplar, eskiden kalma notlarım, gazete ve sevdiklerimden gelen mektuplar, kartlar... Bunların her birini haftada en az bir kere okuyorum.

2. Durmak: Durmak bir iş midir demeyin çünkü benim durmaya çok ihtiyacım oluyor. Her gün mutlaka, hep aynı zamanda olmasa da, biraz durmam gerekiyor. Belki kızılderililerin yaptığı gibi ruhum bedenimi yakalsın diye, belki hissetmeye daha fazla vakit ayırabileyim diye, belki kalbim içime kaçmasın ki sonra bulup çıkarması zor olur diye, belki aklım uçup gitmesin ki sonra yakalayamam diye...

3. Şarkı söylemek: Mırıldanmaktan öte, iki-üç günde bir herhangi bir şarkıyı ciddiye alarak, öncesinde biraz hazırlanarak, sözlerini okuyarak, moduna bürünerek, sesimi açarak, şarkıyı kendime katarak...Söylemezsem üstü çizilmiş plak, sayfası katlanmış kitap gibi hissederim.

4. Sevmek: Sevmek nefes almaktan daha önemli bir iş benim için. Sevmediğim, sevgimi etrafımdakilere hissettiremediğim sürece boğuluyorum ben. Sevgiyi sürekli hissetmeliyim etrafımda. Kimi durumlar vardır ki karşımdakinin beni sevmediğini bilsem de onu sevdiğimi ona hissettiririm. Kimi zamanlar vardır ki penceremin önünden uçan papağan sürülerini severim; vardır ki kimi zamanlar, kitaplarımı severim, açıp kitabı kokusunu derince içime çekerim, o da anlar sevildiğini. Kimi zamanlar vardır ki o sevgi çıkmalıdır bir şekilde içimden, sarı tenteli bir dükkana gidip bıraktığım minik kartlarla dünyaya dağıtırım sevgimi: Ankara'ya, İstanbul'a, İzmir'e, Kayseri'ye, İtalya'ya, Hollanda'ya, Polonya'ya, Finlandiya'ya... Senin işin nedir deseler, "sevmektir" diyecek kadar çok severim. Hayatı sevmem, ayrı mesele; sevecek bir insanım varsa katlanılabilirdir hayat, o zaman daha kolay katlanırım, ama ben en çok insanları severim: hayatımdaki erkeği, kitaplarımı, şarkıları, kedileri, kalemleri, renkleri severim mesela, gökkuşağını da severim, dondurmayı ve salıncakları çok severim, ama en çok annemi severim; CAN olduğu için, direndiği için, umutları için, o güzel aklı için, o gerçek kalbi için, nadiren de olsa elimi tuttuğunda hissettiğim o eşsiz sıcaklık için, öpüş öpüş olduğumuz için...


Defalarca izleyebileceğim 4 film:

1. Dogville: Bir Lars von Trier filmi. Sinemanın sadece zaman kaybı olduğuna ve hiç de öyle ciddiye alınacak bir sanat dalı olmadığına inandığım yıllarda, tamamen uykusuz geçen soğuk bir gözlem gecesinin ardından, hiç tanımadığım birisinin evinde, çok sevdiğim bir dostumun kucağında uyuklayarak izlemiştim ilk defa. O zaman karar verdim sinemanın bir sanat olabileceğine. Şimdi defalarca izlemek beni çok yorar her defasında; gerçekleri görmek sinirlerini yıpratır insanın. Hayatın içinde olduğu, hep gözümüze batan ama görmezden gelmeye çalıştığımız şeyler sahnede bu kadar kusursuz bir sanatla anlatılınca, acıtsa da yorsa da izlerim ama kimseye tavsiye edemem, korkarım.. İzlemesini istediğim, yanında ben varken izlemesini istediğim birkaç kişi dışında tavsiye edemem, sıkılırsınız..

2. The Island: Farklı bir tür olsa da Dogville ile benzer duygular uyandırır bende. İzleyip de sevmeyen olmadı sanırım şimdiye kadar.

2, 5. Beynelmilel: Gecenin üçünde Mutluluk izlerken Özgü Namal'ı görüp, ulen ben nasıl olur da Beynelmilel'i unuturumi paniğiyle filmi durdurup yazılan edittir, o nedenle 2,5 numara olmuştur, kusura bakmayınız. Beynelmilel'i izleyiniz, mutlaka ve mutlaka izleyiniz.


3. Madagaskar: Animasyon meraklısı olduğum söylenemez ama defalarca izledim, defalarca da izlerim. Çok seviyorum yahu! I like to move it, move it!

4. Truva: İzlerim...



Yaşadığım 4 yer:

1- Annemin kalbi: O olmasa yaşayamam biliyorum, yaşamam hatta.
2- Ankara: Anneannem, dedem, annem... Şişkolar ailesi, kuzenler, anaokul, ilkokul, ortaokul, lise, üniversite...
3- Kayseri: Yüksek lisans... Yaşadım denir mi bilmiyorum, 1 sene boyunca her hafta en az 2 günümü geçirdim. Pek fazla güzel anım olmasa da şimdiye kadar orda, hayatımın dibinde vurduğum günleri orada geçirdim; Kayseri-Ankara arasındaki yolda aldım belki de en önemli kararlarımı. Artık bunlara güzelleri ekleme zamanı :)
4- Bonn: Bi yüksek lisans daha... Beterin beteri gerçekten varmış gördüm; tek başıma ayağa kalkmayı öğrendim; Uzaktan sevmeyi öğrendim, uzaktan sarılmayı...

İzlediğim 4 TV Programı:

1- Türkiye'nin Nabzı: Buraya geldiğimden beri izlediğim tek TV programı. Ece'nin sunuculuğunu yaptığı, haftada bir Habertürk'te yayınlanan bir program. Karşıt görüşteki insanları yanyana görebilmek ve zıt kutuplardan iki insanın yönettiği bir tartışmayı izlemek zevk veriyor bana. Uzakta olunca insan daha bi sahip çıkmak istiyor, daha bi korkuyor ülkesini örümcek kafalılara kaptırmaktan; bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz diye, iyisini de kötüsünü de, sevdiğimi de sevmediğimi de bilmeye, dinlemeye, anlamaya çalışıyorum elimden geldiğince,internet izin verdiğince.

2- Heroes: Zerrin'cimle gecede 2şer 3er tane izlerdik, artık tek başıma izlemeyi sevmiyorum.

3- The Big Bang Theory: Tek başıma izlemeyi sevdiğim bişiy bu sanırım, çünkü şimdiye kadar birlikte izlediğim kimse ile aynı tadı alamadım. Keşke birlikte izleyebileceğim birisi olsa, süper olurdu.

4- Komedi Dükkanı: Bi ara youtube'dan sürekli izliyordum ama son zamanlarda hem vakit darlığından hem de aşırı dozda alındığında biraz ara vermek gerektiğinden pek izlemiyorum; en kısa zamanda yeniden!

Tatil için gittiğim 4 yer:

1- Antalya-Saklıkent: Son yıllarda işleri tatillerle birleştirdiğim için, ve işimi diğer insanların hobilerini sevdiği gibi çok sevdiğim için, özellikle gözlem şenlikleri benim en büyük tatillerim sanırım. Pırıl pırıl bir gökyüzü, yeni insanlar, yeni dostluklar...

2- Anamur: Şişkocumların yazlığına giderdim eskiden, artık o eski kalabalık aile tatillerine dayanamıyorum o yüzden pek gitmiyorum.

3- İstanbul: Geçen yaz nasıl oldu da olduysa İstanbul'u sevdim sonunda. E tabii altında hem araba hem şöför olunca seviyor insan. Hele ki nazının geçtiği bi dolu güzel insan da varsa =) Haftasonu tatil mekanım oldu İstanbul son 2-3 yıldır.

4- İzmir-Balıklıova: İlkgençlik yıllarımın en güzel, en eşsiz tatillerini geçirdiğim mekan... Umarım yakın zamanda yeniden gidebilirim...


Sevdiğim 4 yemek;

1- Hamsi: Kızartması da olur, buğlaması da, hamsili pilav olursa pek bi daha güzel olur, ama reçeli olsa yemem heralde =)
2- Muhlama: En son OnurCUK yapmıştı, tadı hala damağımda!!
3- Karnıyarık: Mitko süper yapar bunu. Aslında menemen'i de çok güzel yapar ama karnıyarık daha bi süper sanırım.
4- Mercimek köftesi: Her defasında nasıl yapıldığını bilmediğini iddia edip sonra benim kendimden geçene kadar yiyeceğim kadar güzel yapar canım anneannem..yapsa da yesem.. bu gidişimde yine istedim ama bu defa yapmadı, aslında yapmasına fırsat verecek kadar evde durmadım da ondan oldu sanırım =)

Hemen şimdi olmak isteyeceğim 4 yer:

1- Şimdi olduğum yerde ama yanımda Zerrincim'le birlikte olmak isterdim
2- Balıklıova'daki iskelenin üstünde, ben, rakı, balık, şarkı, aşk...
3- Foça'da bir iskelede, elimde dondurmamla :)
4- Gözlemevindeki kubbede, "Muku tamaaaam" diyecek neşede

Bir yağmur damlası olsaydım düşmek isteyeceğim 4 yer:

1- An itibariyle çok sinirlenmiş ya da üzülmüş, ağlamak üzere olan, ama erkekler ağlamaz diye kendini kasan bir erkeğin yanağına düşmek isterdim. Karşısındaki beni göz yaşı sansın, o erkek telaşlansın, açıklamaya çalışsın, açıklayamasın, koyversin kendini ağlasın, ağlamanın insani bir şey olduğunu anlasın ve bir daha asla utanmasın duygularından diye.

2- Ağlamak isteyip de ağlayamayan bir kızın yanağına düşmek isterdim; ben ne zaman ağlayamasam yağmur yağar, "bulutlar benim yerime ağlıyor" derim ben, o kız da öyle desin diye...

3- Susuzluktan kuruyup ölmek üzere olan papatyanın dibine düşmek isterdim, kurumasın, canlansın, her gece kendisine göz kırpan arkadaşı Ay dedeyi hiç ama hiç yalnız bırakmasın diye...

4- Sevdiğimin bardağındaki suyun içine düşmek isterdim, kana kana içsin beni, bir damla da olsam hep içinde biryerlerde ben olayım diye...



Şimdi siz anlatın bakalım: Angie, Zehr-i Aysun-i, Oğuz Marangoz ve Pencere Çiçeği