14 Mart 2009 Cumartesi

Nehir kenarındaki yağmur adam - 1

Araf'ımı aldım, paltomu giydim, nehir kenarına indim, yağmur yağıyor diye yurt binasının çatısı aldına saklanmış bir çift gördüm, biraz duraksayıp devam ettim yoluma, karşıdan karşıya geçtim,nehrin kenarındaki banklardan birine oturdum, bir yudum aldım şarabımdan,kitabımı açtım. Yağmur yağıyor değil, çiseliyor bile denilemez, ara ara damlalar serpildi kitaa ama umursamadım, yıllar sonra o kitabı yeniden elime alıp açar bakarsam o yağmur izlerini görüp bugünü hatırlayacağımı biliyorum..Bir bölüm okudum, hava kararır gibi oldu, parmaklarım üşüdü, kalktım yerimden, nehir kenarında yürüdüm biraz... Nehir kenarındaki yağmur adam geldi...
- Çay mı kahve mi? dedi
- Şarap. dedim
- Termoslu kupada? dedi
- Evet? dedim
- Soğuk sevenlerden olmalısın. dedi
- Soğuk severim aslında ama soğuk değil ne yazık ki, dedim
- O zaman neden termoslu kupa? dedi
- Kadehle buraya inmek hem garip olurdu, hem de insanların ne içtiğimi bilmesine gerek yok, dedim

Son yudumu içebilmek için iyice kaldırdım kafamı geriye doğru, şarabım bitti, nehre baktım. Nehir sanki su değil de sütlü kahveden akıyordu. Sanki kupamı daldırsam sıcakken soğumuş sültü kahve dolacaktı içine... İyice yaklaştım kenara, hatta oturmak istedim ama ıslaktı..baktım, baktım, baktım...

Deli Carrie Market Miranda


Efenim şimdi şöyle oluyor. Malum blogger cadınız delirdi, her bişiye gülüyo. Yoldan araba geçiyo kız kahkahayı patlatıo, öyle feci bi durum mevzu bahis. Hatun kişi giyinir süslenir, makyajını yapar, çantasını koluna takar, Carrie edasıyla dalgalı saçlarını savura savura Bonn sokaklarında yürür. Üstü açık şeker pembesi bir vosvos görür, gülümser, o sırada karşı kaldırımdan geçmekte olan serseri kılıklı bir oğlan çocuğu bu gülümsemeyi üstüne alınır, laf atar, cevap alamasa bir bakışa da razı olsa, yine de atar, bi daha atar, sonunda basar gider. Kız Carrie edasıyla dalgalı saçlarını savura savura yürümeye devam etmektedir. O sırada aklına, bildiği hepi topu 2 lazca kelime gelir, onları söyler, eski günleri hatırlar, dekanlık koridorlarında lazca selamlaştığım kimse kimdi acaba diye düşünür, bulamaz, yüzündeki gülümseme daimdir zaten, bu düşüncelerin de belki biraz katkısı olmuş olabilir. Dükkana varır, alışveriş arabası almaksızın ilerler ve fakat sonradan anlar ki yine aldıkları taşacak kucağından, geri dönüp bir alışveriş arabası alıp yeniden dalar reyonların arasına, o sırada çarptığı limonlu trendy yığınının içinden bir tanesi düşer yere, ileriden gelmekte olan çocuk bunu görüp hızlı adımlarla gider ve düşen şişeyi alır, gözlerinin içine bakar kızın, kız zaten elindeki bi ton gülümsemeden bir demet de çocuğa verir, teşekkür edip yoluna devam eder. Alışverişi biter, aldıklarını yanında getirdiği sırt çantasına doldurur, dönüş yoluna koyulur. Bonn sokaklarında, dalgalı saçlarıyla Carrie edasıyla, yaylana yaylana yürüyen kız, "insan delirince hep gülüyo ya, gülünce daha bi güzel oluyorum yahu", diyerek koca camlı binalardan birinde kendi yansımasına bakar ki ne görsün? Sırt çantası açık yahu! =))) hiç oralı olmaz; sanki çok dolu olduğu için kapanmamış edasıyla ve fakat artık daha az yaylanarak yoluna devam eder.

Haaaa, kızı illa ki S&C kadrosundan birisine benzeteceksek bu kesinlikle Carrie değil Miranda olmalıdır keza hem saç rengi, hem huysuzluk, hem de ilişkilere bakışı yönünden oldukça benzemektedir.

Deli blogger cadımızın şimdiki planı ise bir kupaya az biraz şarap alıp nehir kenarında kitap okumaktır.

trilay lay lom

Aklımı kaçırıyorum sanırım, çok feci :))) gülmekten yazamıyorum bile neden aklımı kaçırdığımı düşündüğümü.. ama inanın ki kaçırıyorum, aha siz de ilk şahidi olcaksınız. Almanya da deliren kızın hikayesini yazarsa gazeteler 3. sayfa haberlerinde, heee biliyom ben bu kızı, diyceksiniz. Ama çok güzel bişiy delirmek. Çok mutlu bişiy.

Tırnaklarına lacivert oje sürüp her birinin üstüne beyazla sevgilinin adını yazmak mesela :))) Bişiy değil adamın adı da güzel yahu :)) Tamam delirdim ben... Gidip bi güzel şarap alıp, gelip pizzamı fırına koyup, güzel bi film bulup onu izliycem ve fazla çaktırmıycam etrafa delirdiğimi. En azından plan böyle :))

13 Mart 2009 Cuma

İşte!

Ben demiştim demek istiyorum ama diyemiyorum! "Tübitak'taki yeni kadro her ne kadar belli bir kafa yapısında olsa da, bu kadar aleni bir şekilde rengini belli edecek işler yapmaz, onlar sinsi sinsi ilerler; bu iş Atakuman'ın dengesizliğinden kaynaklanıyor" demek istemiş ve fakat diyememiştim, şimdi diyebilirim; buyrun okuyun: Milliyet'te. Ha bu demek değil ki Tübitak'ta o şekilde bir kadrolaşma söz konusu değil. O durum en azından benim bildiğim kadarıyla 2004'ten beri sessiz adımlarla ilerlemekte ama onlar bu kadar bariz yapmazlar işlerini, o ayrı bir mesele. Ne var ki bu zaman kadar kendilerinden yana oynayan adamları artık işinin bittiğini anlayıp, kendini kurtarmak için böyle bir hamle yapmış ve ortalığı verveleye vermekle kalmayıp dünya basınında da bizi rezil etmiştir; boşa dememişler kaybedecek birşeyi olmayandan korkacaksın diye!

Yine bu konuyla ilgili ama Tübitak tarafından bağımsız bir başka yazı var ki sevgili Ece'cim yazmış, bunu da okumanızı tavsiye ederim, keza ben çok beğendim.

Bu resim size ne düşündürüyor?

Sincap'la balataları sıyırmaya yakın bir sohbet gerçekleştiriyoruz. "Geçen akşam bi site buldum, gülmekten karnıma ağrılar girdi, adresi veririm ama küfretmeyeceksin ve sinirlenmeyeceksin, söz ver" dedi. Tamam dedim. Sitenin adresini şimdi buraya yazmayı yemiyo valla ne yalan söyliyim. Ama çok merak ediyorum, aşsak kendimizi, şu fotoğrafa en uçuk yorumlarımızı yapsak, ordakine erişebilir miyiz acaba? Hayal gücünüzü zorlayın, neler diyebilirseniz bi diyin şuracığa noolur... Sonunda fotoğrafın altındaki yorumu yazıcam ben de size.
Hadi ipucu da vereyim: küfürlü veya hakaret içeren bişiy değil...

PS: bilmiyorum belki benim güldüğüm kadar komik değildir ama bunları bi sırayla okuyunca çok fena oluyor insan. Aslında trajikomik bi durum. Gülüyorum ağlanası halimize ama çok gülüyorum yahu, benim de karnım ağrıdı. Hep acı keder mi yazıcaz, azcık eğlenelim şuracıkta. Blogun azcık bi imajı vardıysa onu da tarumar edelim =P

Sonradan gelen iki çift laf: Ben de bi daha size bişiy sorarsam iki olsun ulan. Sormuyorum bi daha bişiy size. Uyuzlar, noolcek! Hıh!

13. Cuma'dan korkanlar için yardım hattı!


Hemen dışarı çıkıp, çıplak gözle görebildiğiniz kaç yıldız olduğunu sayın, bulunduğunuz yeri ve sayabildiğiniz yıldız sayısını yıldızların ve blog aleminin en astronomik cadısı Witchie of Stars'a yorum veya sms olarak gönderin, cadınız yanınızda belirsin!

Gündüz mü? Gündüz vakti korkmayın zaten bişiy olmaz gündüz gündüz. Ama hani olur da korkcak olursanız, yine aynı durum geçerli.

12 Mart 2009 Perşembe

Öğrenmemeye inat ettiklerim;


- Ne kadar kolay erişilebilir olursan, kıymetin o kadar azalır.
- Ne kadar el üstünde tutarsan, o kadar el altındasındır.
- Ne kadar umursamazsan, o kadar umursanırsın.
- Ne kadar yalan söylersen, o kadar rahat edersin.
- Ne kadar açık edersen duygularını, o kadar kırılırsın.
- Ne kadar ağırdan satarsan kendini, o kadar kıymete binersin.
- Ne kadar
- Ne kadar
- Ne kadar

...

Biliyorum ama yine de direniyorum ben. Bunları hayatıma uygulamamak için, illa ki inat edip bildiğim yoldan, kendi yolumdan gitmek için direniyorum. Üzüntüyü göze alıp da kendi bildiğinden şaşmamak aptallara has bir özellik olsa gerek. İşte bu yüzden taa ne zaman, salaksın be kızım kabullen işte, demiştim de, itiraz etmiştiniz.

Sadece aşkta değil bu, her tür ilişkide böyle. Arkadaşlarını arayıp sormazsan, telefon susmaz bi süre sonra, palavradan da olsa merak sms'leri gelir. Kaba davranırsan etrafındakilere, "aman çok sinirli alttan alalım biraz" diyip gönlünü hoş etmeye bakarlar, kibarlığa geri döndüğün an canına okurlar hemen. Hocanın bir dediğini iki etmeden çalışır, işleri zamanından önce bitirirsen bu sefer o tembellik yapmaya başlar; işleri geciktirirsen onun etekleri tutuşur ya işler yetişmezse diye. Bayram harçlıklarınla kuzenlerini yemeğe çıkarırsan iki öpücükle geçiştirirler doğumgününü, ama izinsiz odana girdikleri için bile kızar hale gelirsen pervane olurlar etrafında.

Değişim, eğer değişmeyi istiyorsan o kadar da zor birşey olmayabilir, ama değişmeyi istemiyorsan işte o zaman derdin var demektir kendinle.

Ya da Grey's Anatomy'deki gibi: Maybe we like the pain. Maybe we're wired that way. Because without it, I don't know; maybe we just wouldn't feel real. What's that saying? Why do I keep hitting myself with a hammer? Because it feels so good when I stop.
Kesinlikle saçma ve hiç katılmadığım bir düşünce ama, kendi kendime bu yaptığımın başka bir açıklaması olamaz ki. Bunu bana birileri değil, kendim yapıyorum. Kendimi yaralanmaya bu kadar açık ve korunmasız bıraktığım için sorumlusu benim bunun, kimseye bişiy diyemem. Sincap seksen kere söyledi ve belki seksen bin kere daha söyleyecek bana, bu kadar hassas olmamayı öğrenmen gerek, diye. Ha sonuna da eklemeden edemiyor tabii, hassasiyetin sevginden geliyor ama yine de bu kadar hassas olmak doğru değil. Hak veriyorum, ama... Ama'sı var işte. Hani HIMYM'da herkesin bir ama'sının olduğu bölüm var ya. Benim ama'm da bu belki de...ne bu kadar çok sev insanları ne de bu kadar hassas ol; her şey dozunda güzel derler ne de olsa. Halbuki benim dozum diğer insanlara göre aşırı doz. Naapalım, öyle olsa da, canımı acıtsa da, mutlu ettiği zamanlardaki aşırılığı o kadar seviyorum ki, mutsuz ettiği zamanlardaki aşırılıkları göze alıyorum. Tamamen bilinçli bir durum bu ne yazık ki.

Dost, arkadaş, sevgili, yeğen, kuzen, torun...herşey olarak zor bir insanım biliyorum... Ama aslında hiçkimse kolay değil... Hangimiz kolayız ki? Ben mesela, kendimi bildiğim için, birkaç (bence) basit şart sağlandığı sürece çok kolay olduğumu sanıyoum, ama sonra biraz öteden bakınca kendime, o zaman görüyorum ne kadar zor olduğumu. Allah sabır versin benimle uğraşanlara. İnsan olmak çok zor yahu, ben sinek olmak istiyorum. Bunu bilahare anlatırım..ama gerçekten sinek olmak istiyorum.

Witchie Alice'in Harikalar Diyarı'ndan bildiriyor

* Alice, Beyaz Tavşan'ın elvidenlerini almak üzere evine girdiğinde bulup yediği kurabiyeler yüzünden bir canavar kadar büyüdüğünde yoldan geçmekte olan baca temizleyicisi kertenkeleyi çok sevdim. Hem de çok!

* Ama nargile içen tırtıla gıcık oldum. Zaten sonunda puf oldu gitti. Sonrasında Alice'in üstünde oturduğu, bir tarafı büyüten bir tarafı küçülten mantarı önce yiyip kocaman sonra minicik oluşunun ardından elindeki parçayı ancak yalamasıyla normal boyutlara dönmesi çok sevimliiiii!

* Çizgili ve kendi kafası üzerinde durabilen kedi de süper! Üstelik görünmez de olabiliyor!

* Unbirthday kutlamasınki pastanın mumunu üfleyince patlayan havaifişekteki minik farenin aşağı inerken söylediği şiiri sanki "twinkle twinkle litte star" gibime geldi ama emin olamadım :)

* Kupa kraliçesi için gülleri kırmızıya boyayan iskambil kartları çok sevimililer.


* Kupa kralı kılıbık olduğu kadar salak da! Ama sevimli yine de.

* Kriket topu olan kirpilerin tapılası şeyler olduğuna kanaat getirdim.

* Bu filmin bi yerlerinde bir duvar üstünde yaşayan yumurta vardı sanki. Bir de Alice'in doğru kapıyı bulmaya çalıştığı, bi dolu kapıyla dolu olan bir oda... Bunlar belki sonraki yapımlarda eklenmiştir...

*Bu yazı 1951 yapımı Alice in Wonderland izlenirken yazılmıştır...

Merak Ettikleriniz - 1

Bir saat olsaydım çocuklara neler anlatırdım?

- Ben olmasam hayatı düzenlemenin çok daha zor olacağını, insanların mesela "Güneş ufuktan 15derece yukarıdayken Venüs Cafe'de buluşalım" gibi zamanlamalarının bulutlar kaplı bir gözyüzünde işe yaramayacağını
- Yapmaları gereken işleri son dakikaya bıraktıkları zaman, onları cezalandırmak için daha hızlı ilerlemediğimi ama onların böyle hissetmesinin muhtemel olacağını
- Annelerinin 'yatma vakti geldi' dediğinde gerçekten yatmaları gerektiğini çünkü o vakitte benim de uykumun geldiğini ve yeterince uyumazlarsa yeterince büyüyemeyeceklerini
- Neden uzun olana yelkovan, kısa olana akrep dediğimi(Yalvaç Ural bu konuda hoş bir yazı yazmış)
- Sindirella'nın vaktini iyi değerlendirmediği için yaşadıklarını ve Harikalar Diyarı'ndaki beyaz tavşanın acelesini
- Akrep ile yelkovanın aşkını, ve birbirlerine her bir saatte ancak bir dakika sarılabilecek olmanın hüznünü ve sevincini
- Saniyem ilerledikçe çıkan sesten korkan insanlar olduğu
- Hiçbirşey yapmadan sadece bana bakarak zamanın geçişini izleyebilecekleri ama aynı sürede dünyanın başka yerlerinde kimi insanların çok önemli formüllerle dünyanın geleceğini değiştirmek peşinde olduklarını
- Yaraların kapanması, hastalıkların iyileşmesi, acıların geçmesi, kırgınlıkların unutulması, dostukların bitmemesi ve yemeğin pişmesi için ne kadar zaman gerektiğini
- Geçmesini istediğimizde bizimle inatlaşan, geçmesin istediğimizde de alelacele koşup giden zamanla iyi anlaşabilmek için neler yapmaları gerektiğini
anlatırdım.
Bir saat olsaydım bunları bilirdim heralde...


*** *** ***


Evet sonunda ben de Google Analytics verilerini blogda kullanmaya başladım. Niyetim, ısrarla aynı şeyi arayıp benim bloğuma yönlendirilenlere veya ilginimi çeken arama başlıklarına değinmek. Bir tür okur mektuplarına cevaplar tadında olacak bu sanırım. "Bir saat olsan çocuklara neler anlatırdın" diye arayıp duruyor insanlar, ben de merak ettim aradım, yok öyle kayda değer bişiy, bari ben yazıyım dedim...

Evrimin bir de bu boyutu var


Upsss!






Evet bu ülkenin insanları balık hafızalı olabilir, kimisi "karnımız aç ulan adamlar bize buz dolabı veriyor ama içi boş olduktan sonra neye yarar" derken kimisinin cevabı "satarsın hiç olmazsa o da bişiydir" olabiliyor ama neyse ki üniversite geçnliği, neyse ki Bilim ve Teknik okuyanlar, neyse ki mecburen de olsa Tübitak'la işi olan insanlar, akademisyenler, öğrenciler, bilime ucundan kıyısından ilişmiş insanlar ses çıkarmaktan korkmuyorlar konu kendileriyle bu kadar ilgili birşey olunca. Eminim ki Cebeci "bu kadar abartılacak bir şey yok" diyordur evindeki akşam namazı sonrası sohbetlerinde, mütevelli heyetlerinde... Bakalım basın karşısına çıkabilecek mi, çıkabilirse ne söyleyecek? Ben hala emin olmasam da bu işin Cebeci'nin mi yoksa masun rollerindeki Atakuman'ın mı başının altından çıktığına, en azından belki farkedilmiştir, özgürlüklerimizin içine etseniz de, bizi birbirimize düşürseniz de, türbanlı türbansız diye şekillerle damgalasanızda hepimizi, en azından hala bilime el attığınızda "hooooppp!" diyen birileri var işte.

Ha bir de unutmadan; ODTÜ öğrencileri de Devrim Stadyumu'nun “D”sinde Buluşup “EVRİM”e Sahip Çıkıyor, haberiniz olsun!

11 Mart 2009 Çarşamba

Med-Cezir Oldu Beynimin İçi


sen gitsene biraz
bilmiyorum nereye gitceğini
nehir kenarına falan in
eline bi fincan çay veya şarap al
üstüne de bişiyler al
soğuk olur nehir kenarı
git işte biraz
bırak beni
beynimi boşalt birazAlign Center
bi defol
bi çık
bi git
ştt sen!
evet evet sen de git
hepiniz bi gidin beynimden
bi defolun
bi boşaltın şu odayı
kendimle kalayım biraz
olmaz mı?
bi sessizlik olsun mesela
ısıtıcıyı da kapatayım
bilgisayarı da
ve ışıkları da
ve gelmeyin uzunca bir süre
hele sen hiç gelme

ama sen gelebilirsin
biraz sonra gel
ne kadar sonra bilmiyorum
yeterince sonra işte
beynim yeterince durulmuş olduğunda
yatağımın üstünde
dizlerimi karnıma çekmiş
ellerimi etrafında birleştirmiş
alnımı dizlerime dayamış
ve artık üşümeye başlamışken
o zaman gel
doğru zamanda
o zaman gel

ve ceketini çıkarıp üstüme ser
ve sıcacık kollarınla sarıl
ve ıslak yanaklarımdaki izleri öp
konuşma ama
sessizliği bozma
sadece
senin
ve
benim
nefes alışlarımız duyulsun
ama kimse duymasın
bi tek sen
ve
bi tek ben duyalım
ve sonra

zaten sonra
karışsın tadın tadıma
tenin tenime
terin terime
tuzun tuzuma
...med...
...cezir...

Aşk: 19'undan 25'ine


Doğru ya da yalnış olabilir ama gerçek şu ki aşıksanız mutlaka sevgilinizin etkisinde kalıyorsunuz. Hele ki 19'unuzdaysanız... Onun doğrularını kabullenmekte zorlansanız da bunu görmezden gelebiliyorsunuz, ve kendinizi "hemen kabul ettim, ne derse yapıyorum" düşüncesinden korumak için konu her ne ise önce üzerinde epeyi kafa yoruyor sonra yine eninde sonunda onunla hem fikir oluyorsunuz. Sonra üstünden zaman geçiyor, bakıyorsunuz ki, değişemezsiniz. 19'unuzda bile olsanız, değişmek, ilişkiye ve olaylara bakışınızı değiştirmek, öyle aşık olduğunuz bir adama hayatınızı adamak falan, bir yerden sonra tüm gerçekçiliğini yitiriyor. Çünkü genellikle 19'unuzda hayatınızı adamayı seçtiğiniz adam çok büyük bir olasılıkla doğru adam olmuyor...

Gözümün önünde, 19'unda bir kız çocuğu, doğrularını ve hayatını değiştiriyor sevdiği adam için... Hiçbirşey demiyorum, çünkü anlamı yok. O aşık, ve o inanıyor. İçimden geçirdiğim tek şey, umarım canı çok acımaz, umarım "değmezmiş" dediği şeylerin sayısı az olur, umarım tüm "ilk hayal"lerini o adamda tüketmez. Yok hayır, aşık olduğu adam kötü birisi değil ama aşk, ve aşk için feda edilebilecekler gerçekten sınırsız ve gerçekten aptalca. Aşk için bişiyler feda etmek aptalca değil ama neyi kim için feda edeceğini doğru bilmek gerek. Ve ne yazık ki 19'unda aşık olunca insan bunu doğru göremiyor.

Aman tanrım ne kadar uyuz oldu bu satırlar... Bana da söylendi bunlar, ben en azından anlayamaya çalışarak dinledim o zamanlar, ve öyle bi hale geldi ki, "kızım yanlış yaptığını bile bile devam ediyosun yaa... hay ben senin bu kalbinin içine..." diye düşünsem de, devam ediyordum bildiğimi okumaya. Ne oldu? Sonunda farkettim ki gerçekten değmezmiş, çünkü birbirimiz için doğru insanlar olmadığımız çok aşikarmış ama biz körmüşüz çünkü aşıkmışız...

Şimdi? Şimdi de canımı vermem gerekse bi an düşünmem(gerçi bu benim zaten işime gelir de o ayrı mesele:) ) Ama şimdi şunu biliyorum, "hadi şunu yap" dese hiç düşünmeden yapacağın insan aslında zaten sana asla onu demeyi aklından bile geçirmeyecek insandır. Ama derse de yapar mıyım? Hiç düşünmeden! E o zaman ne değişti? Şu değişti: öğrendim ki...
... doğru insan diye bir insan varmış gerçekten
... herhangi birisini seçip hayatta çok sevebilirmişsin ama çok sevmek mutlu olmak için yeterli değilmiş
... doğru insan zaten kendinden fedakarlık yapmanı beklemeyenmiş
... senin içinden gelenler ile onun içinden gelenlerin örtüştüğü kimseymiş asıl sana huzur verecek olan
... kimseyi değiştirmek veya kimse için değişmek, istesen de, içinden gelse de doğru değilmiş; çünkü mümkün değilmiş insanın hamurunu baştan yaratmak: Seramik hamurundan yapamazsın şehir merkezine koyacağın heykeli; veya mantı yapmak için yola çıkmışsan ondan un kurabiyesi çıkartamazsın ne kadar uğraşsan da
... aynı şeylere gülebildiğin ve bilmediklerini söylemekten çekinmediğin insanmış doğru insan
... ortak ilgi alanları yaratmaya çalıştığın değil, hali hazırda ortak ilgi alanlarının olduğu; ve içinden gelerek onun ilgisini çeken şeyi merak edip öğrenmek istediğin adam, içinden gelerek senin saatlerini ayırdığın şeyi merak edip öğrenmek isteyen kadınmış doğru insan
... gözünün içine bakıp da aklını okuyabilir hale gelene kadar da, hiç utanıp çekinmeden tüm dürüstlüğünle ve tüm cesaretinle, olabilecek herşeyi göze alarak doğruları söylediğin, ve yaptığın yanlışlarda seni yargılamak yerine seni anlamak için çaba sarf eden insanmış
... o öyle düşünüyor diye kendi düşünceni değiştirmen veya onunkini değiştirmeye çalışman değil, farklılıklarınızın tadına vararak bunu da bir paylaşım malzemesi haline getirebilmekmiş doğru olan

25'inde işte, bakıp da karşındakine, bunları göremiyorsan, ama yine de için kıpır kıpır oluyorsa, buna reğmen "seviyorum ama yanlış!" diyip, aklını başına devişirip, yollarını ayırıyormuşsun zor da olsa... 19'undan farklı olarak, bildiklerini uyguladığın yaşmış 25.

İlk çeyrek asırımda bu dünyada, aşka dair, ilişkilere dair bi dolu şey öğrendimse işte bi kısmı da bunlar...

Geldiler yine!


- Almanya'da 17 yaşında bir çocuk bir ortaokula girip okulun çeşitli yerlerinde birilerini öldürmüş bu sabah, şimdilik 11 kişi ölü bulunmuş ama sayı artmakta sürekli. Haberleri habertürk'ten takip ediyorum. Neden aralarında Türk olup olmaması bu kadar önemli, ben anlamıyorum? İNSAN öldürülmüş orda, ÇOCUKLAR öldürülmüş! Türk ne? Alman ne? Sen nesin ki?

- Bir kurum veya kuruluşu temsil eden, belirli bir konumda bulunan insanların bozuk bir dil kullanmasına sinir olmaktan öte ciddi ciddi sinirleniyorum; "arkadaşlarıynan" nasıl bir kelimedir? "hocalarıynan" ne demektir yahu?

- Eskiden imrenerek baktığım ve fakat sonrasında kendisi ile gerçekleştirdiğim talihsiz bir konuşmanın ardından hakkındaki düşüncelerimin değiştiği Ali Alpar dün gece 5N1K'da imiş. Burdan onu izleme şansım yoktu ama ne hikmetse tanıdığım çoğu kimse de kaçırdı o programı bir şekilde. Merak ediyorum neler demiş. Konu sanırım BvT'in kapak meselesiydi. Bu konuda herkes tepedeki adamların kapağı sansürleyip Çiğdem Hn'ı da görev aldığını zannetse de ben öyle olmadığı tahmin ediyorum. Ne var ki benim de söyleyeceklerim dedikodudan öteye geçmeyeceği için duyduklarım kendime kalsa en iyisi. BvT'dekilerin kafası azcık çalışıyosa durumu kurtarmak için en azından nisan sayısında inadına Darwin'i kapağa koyarlar. Ama hiç zannetmiyorum.

- Dün gece büyük bir heycanla "haydi vur kendini şaraba" dedik sonrasında da bi kadeh şarap ve biraz da başka bişiyler eşliğinde AOM oynadık. Beklentilerimin çok altında ve çok sıkıcı bir geceydi. Ama telafisini bu gece yapalım, bu gece vuralım kendimizi şaraba, zati 91 de dün akşamki yazıyı bu sabah okumuş; akşama hazırlık olsun bari :)

- Kahvaltı sofrasında sevdiğim insanlarla vakit geçirmeyi ve bol bol çay içmeyi, ağır ağır bişiyler yemeyi sevsem de kahvaltının bizzatihi kendisinden nefret ediyorum. Sabah sabah bişiyler yemek ne kadar gereksiz bişiy yahu...

- 6 gün sonra sabahları uyandığımda sırtımı tekmeleyen bu huzursuzluk hissinin yerinde çok daha sıcak bir huzur kokusu olacağını umuyorum. 5 gün önceki paniğim kalmadı; acıdan zevk alan psikopatlar gibi, ve biraz da hissiz bir şekilde sessizce bekliyorum günlerin geçmesini.

- k yerine q, v yerine w kullananları boğazlamak istiyor "Sen daha Türkçe'deki şapkalı harfleri öğrenmeden q ve w'nun nasıl okunduğunu mu öğrendin bakiim?" diyip yanaklarından makas almak istiyorum, evet istiyorum!

10 Mart 2009 Salı

haydi vur kendini şaraba

MeSeNe

202 kişinin kayıtlı olduğu bir msn nasıl olur? Buyrun görün, böyle olur:

Bi kere kategoriler var;

Aile: malum aile eşrafı
Astayf: astronomi camiasından arkadaşlarım
Bilimliler: ilkokulda lise son sınıfa kadar hep aynı okulda okursanız lise arkadaşlarım vb. yerine doğrudan Bilimliler kategorsi açmak daha keyifli bişiy bence.
Bonn: Bonn'daki arkdaşlarım
Arkadaşlar: üstteki kategorilerden hiçbirine girmeyen mesela üniversiteden fakat farklı bölümlerden vs. normal arkadaşlarım işte.
Ciddiler: hocalardan oluşuyor bu grup, keza bir üstteki isme tıklamak yerine yanlışlıkla alttakilerden biri bir hoca olur da ona tıklayıp "naber lan" yazmamak için önemli bir önlem
Dearest: online olursa mutlaka bi selam vermek istediğim, benim özel insanlarım.
Diğer Kişiler: çeşitli etkinliklerde tanıştığım, ıdısının vıdısı diye beni ekleyen, bence çok gerekli olmayan ama yine de onlara ayıp olmasın diye listemden silip atmadığım insanlar.

Bugün birisini dearest'dan başka bir kategoriye taşıdım, keza farkettim ki onu orda görmek benim ancak canımı sıkıyor, benim için ne kadar kıymetli de olsa online olduğunu gördükçe elim gidip gidip geliyor bişiyler yazıp yazmamak üzere.

Ayıp bişiy mi arkadaşlarını çok sevdiklerim diye ayırmak? Ayıpsa bile dürüst en azından.

tübütak, büsküvü gibi, komik bişiysin sen artık

Birçok gazete yazmış, bloggerlar da yazmış..uyanır uyanmaz, daha yataktan çıkmadan, gözümdeki çapağı silmeden, gece yatarken açık bıraktığım bilgisayarın ekranına kaldırıp kafamı, reader'ıma gelen yazıları okuduğumda bugünün haberinin "Flaş! Flaş! Flaş! Bilim ve Teknik Dergisi Darwin'i sansürledi" olduğunu anlamakta zorlanmadım, tüm uyku sersemliğime rağmen. Ama yine de şaşırmadım. Bekliyordum, daha da bekliyorum. Değişim her ne kadar Bilim ve Teknik Dergisi ekibinde olsa da bunun asıl nedeni TÜBİTAK kadrosundaki değişiklikler ama halka en çok yansıyanı işin dergi tarafı yoksa verilen ve kabul edilen projeler vs.lerden de gidişattaki vehametin uygulamaya nasıl yansıdğı ortadaydı. BvTD'nin önce editörü değişti, çok sevdiğimiz Raşit Gürdilek gitti, yerine daha yüzünü bile görmediğim Sayın Çiğdem Atakuman geldi. Tabii ki tek başına değil ekibiyle birlikte. Dergi içi çıkardıkları huzursuzlukları hiçbir birinci ağızdan dinlemesem de görmemek için kör değil ruhsuz olmak gerekiyordu zaten. Ardından bu yaz 11.si düzenlenen Ulusal Gökyüzü Gözlem Şenliği'ne el atıldı. "Bu etkinlik gerçekten gerekli mi? Sanki bir grup lüzumsuz insan dağa bayıra çıkıp lüzumsuz yere para harcıyorlar gibimize geliyor, öyle mi hele bi kontrol edelim" operasyonu düzenlendi. Operasyonun ajanlarının TÜBİTAK'ın ve devletin her yerine giren düşünce sistemine uygun insanlar olduğunu söylememe gerek var mı? Ajan dediklerim kötü insanlar değildi aksine çok güzel yürekli güzel düşünen insanlardı ama ... ne olursa oldun ajandılar işte. Ve onların üsttekilere vereceği son rapor büyük ihtiamlle GGŞ'nin kaderini etkileyecekti. Tüm ekip olarak her zaman elimizden geleni yapmamıza rağmen en çok canımızı dişimize takarak çalıştığımız gözlem şenliklerinden birisi olmasına rağmen "12.GGŞ'den ne haber" diye sorduğumda aldığım, daha doğrusu alamadığım cevaplar gösteriyor ki GGŞ gereksiz para harcama etkinliği olarak damgayı yemiş ve rafa kaldırılmış, üstelik tüm dünyada avaz avaz "bu yıl dünya astronomi yılı, bir etkinlik düzenleyin, halka bişiy anlatın da ne olursa olsun, biz sizi destekleriz" çığlıkları atılırken. TÜBİTAK sanırım bilim kamplarına da bir ket vuruyor bu sene, çok da emin değilim. Halbuki tam da toplumda bilime merak uyandıracak çalışmalar, güzel yayınlar ve etkinlikler düzenlemeye başlamış, işleri rayına oturtuyorlar artık kanısı uyandırmıştı. Hele ki gökyüzü gözlem şenlikleri artık öylesi bir süreklilik kazanmıştı ki bence Türkiye'de bu konudaki bilimsel kongreleri de gölgede bırakıp en verimli astronomi etkinliği haline gelmişti. Hayatında daha önce kaçınız Samanyolu'nu görebildi ki? Kaç kere Satürn'ün halkalarına çıplak gözle baktınız? Kaç kere yıldız kayması ile ilgili bilimsel bir çalışmada yer alıp uluslararası bir ağa verilerinizi gönderdiniz? Hepsini de geçtim, tamamen keyfi olarak, kaçınızın çocuğu takımyıldız mitolojileri dinlerken samanyolunun altında uyuyakaldı kucağınızda? Dünya astronomi yılı bangır bangır heryerde sesinini duyurmaya çalışırken ve herkes buna destek verirken TÜBİTAK bunu gereksiz görüyorsa zaten daha ne beklersiniz ki?
Şimdi bana tek ilginç gelen, zaten sistemin adamı olan kişiyi, yayın yönetmeni Çiğdem Hanım'ı neden günah keçisi ilan ettikleri? Kesin vardır bunun da altında bi bit yeniği, görücez bakalım..
Neymiş, Çiğdem Hanım'ın suçu derginin kapağına Darwin'i koymakmış. TÜBİTAK, BvTD'nde Darwin'i de sansürlemiş. Aferim aferim! Zaten dünya öküz boynuzları üzerinde duruyor ve hepimiz de Adem'in kaburga kemiğinden yaratıldık. Bilim falan, safsata bunlar safsata. Ama içinizden biri çıkarda ben simyayı çözdüm derse işte o zaman asıl bilim budur diye ilan edip dinleri para olanların bilimleri de gerçekten saf para olur, işte o zaman tam olur!

Edit:
Bugün gördüm bi de bu var, tüm laflar ne kadar kıvrak ve oynak!

Ay şöyle mi olsa böyle miiii? =P

Karar vermek ile doğum yapmak sanırım benzer şeyler... Benim için yeterince ürkünç bi olay zaten o... Halbuki karar vermekte hiç daha önce bu kadar zorlanmamıştım... Doğum sancısı çeksem anca bu kadar canım acır sanırım... Tam "aha şimdi karar verdim" dediğim anda bi rahatlıyorum, fazla geçmeden yeni sancılar başlıyor, "ya .... ise" diye... Biliyorum tanrım biliyorum büyük konuşmamam gerektiğini öğrettin bana kaç kere ama kararsız ya da karar vermekte zorlanan insanlara gıcık olduğum kadar da beni bu konuma düşürmen gerekmiyordu. İnan bana bu tecrübe düşüncelerimi değiştirmeyecek. Her ne kadar kararsızlıklar kabilesinin Buda'sı olma yolunda ilerlesem de hala sinir oluyorum kararsız insanlara ve hep de olacağım, yapcak bişiy yok, ben de böyleyim...

9 Mart 2009 Pazartesi

düşündükçe... - 1

"Sonsuzluk" dinledim önce sonra da "eksik bir şey mi var" dinlemek istedim. İki şarkının da mp3ünün benim arşivimde olmadığını farkettim, youtube'dan dinledim ama en azından Ezgi'nin Günlüğü'nün Çeyrek'ini bu sene GGS den dönerken almıştım, yanımda da getirmiştim, o şarkı o albümde vardı biliyorum, bulmak için cd'lerin olduğu kitaplığa giderken, bir el uzanıp çekti beni yatağa, sırt üstü uzandım bi anda. Garip oldu ekran karşısından belli bir hedefle kalkıp pat diye yatağa atmak kendini. Tavana baktım biraz. Sonra farkettim ki elim elimde... Daha önce de yazmıştım, elele tutuşunca kendimle, çok garip oluyorum... Bi de geçenlerde farkettim, insanın kendine sarılması salakça gelebiliyor da, ellerini başkasının elleriymiş gibi çapraz yapıp kendi yüzüne dokunmak çok hüzünlü, belki de acınası bişiy...

Ve insanların sizin güçlü maskelerinizi görüp ona hayran kalması ne acı, ne yazık... Onlar için yazık bi durum bu, bilseler de her insan aslında zayıf ve güçsüzdür diye, illa ki kandırılmak istiyor oldukları için, ve belki de kendi güçsüzlüklerinden ölesiye korkutukları için seviyorlar güçlü insanları, daha doğrusu güçlü görünen insanları..Sizin için de acı bir durum bence bu, çünkü sevdikleriniz veya etrafınızdakilerin, sizin içinizi görmeye cesareti ve isteği olmadığını bilmek, sürekli güçlü durmak zorunda olmak... Çok mu klasik, asıl güçlü olanın güçlü görünmeyi ya da nasıl göründüğünü umursamayan insan olması? Ya da asıl güçlü olanın güçsüzlükleriyle yüzleşebilen ve bunu etrafından saklamaya gerek duymayacak kadar cesur olan olması?

8 Mart 2009 Pazar

İnsanlar ve ilişkiler ve bir cadı...

" Dünya Kadınlar günün Kutlu olsun" yazdı, " :) teşekkür ederim" yazdım ama içimden de çok gıcık oldum. Sonra yazdığı cümle tüm düşüncemi alt üst etti, kutladığı şey aslında ne kadar anlamsız da olsa, utandım gıcıklığımdan; "bugün bir annemi birde seni kutladım hepsi bu :)" dedi... bunu diyen bi başkası olsa bu kadar umrumda olmazdı da, 45 yaşlarında bi adamdan duyunca etkilenmemek elde değil...


Kimi insanlar için özel olmayı çok iyi beceriyorum. Ya da daha doğru bir cümle kurmak gerekirse, kimi insanlarla o kadar iyi anlıyoruz ki birbirimizi, özellikle de samimiyet ve saygısızlık arasındaki ince çizgiyi, ve sonra buna dayanarak oluşan güven öyle kocaman bi sevgiye yol veriyor ki...yaş, cinsiyet, kimlik..hiçbirşey ayırdetmeden büyüyüp kocaman oluyor. Herhangi bir gece, başım sıkıştığında arayıp herhangi bir derdimi anlatmak istesem, dünyada o anlamsız derdimden çok daha mühim bi dolu işi olmasına rağmen beni tüm dünyadan ayrı bir yana koyup benimle "tüm dünya"ymışım gibi ilgileneceğini bildiğim insanlar olması ne güzel, ne eşsiz, ne özel bir şey...



Diğer yandan da hayatımdan çıkan insanları düşündüm bugün. Benim çıkardıklarımı değil de, kendisi çıkanları. Hani filmlerde falan hep "kapıyı suratına çarpıp" çıkanlar olur ya, benim hayatımdan çıkanlar hep sessizce çıktı.. Hep dediğim de zaten saysam sanırım...en fazla 3 olur...Hangi gidene kal dedim diye düşünüyorum? Kal dedim mi herhangi birisine bilmem ama hepsine de bir kez olsun "neden?" dedim, hiçbiri de cevap vermedi. Cevap veremedi diyemem, bir cevapları olmasa beni hayatlarından çıkarmazlardı, hepsi de hayatlarının çok içine koymuşlardı beni.

Nerden aklıma geldi? Birisi çok taze de ordan... Burda hep bahsettiğim Elena... Nedenini bilmiyorum, bu defa açık açık da bişiy sormadım... Yaşının küçüklüğüne ve yanlış anladığı şeyleri bilmeme ve düşünce tarzına verip susuyorum..önyargılarıyla davranıp, anlamadığı davranışlarımı bana sormadığı için de kızıyor muyum, bilmiyorum... beni hayatına o kadar sokmuş birisi nasıl bana yakıştıramadığı birşeyi gelip bana sormaz bilmiyorum ama bunu yapmadan beni hayatından çıkartıyorsa gidene kal demem..çünkü kaçanı kovalama oyunlarını sevmem, kovalanmak için kaçmam, kal densin diye gidiyorum demem...

Olur da dersem ki gitmek istiyorum, bırakmak gerek beni, döneceksem döner gelirim zaten. Ama inadına kolumdan tutup kal denirse de, kalırım...Her zaman için bir şans daha veririm kal diyene, bir kez daha durup bakarım, ama yine de gitmek istiyorsam ve yine de inatla tutulursa kolumdan, ancak kalmış gibi yaparım, fazlasını yapamam.. Gitmek istiyorsam
zaten hayrım kalmamış demektir....

İşte bu yüzden ben, gidene kal demem...İçimden gitme diye ölüp ölüp dirilsem de, demem gitme diye. Sorarım sadece nedenini ki o da bencilliğimden, bi hatam varsa farketmeden yaptığım, bana ders olsun da bi daha yapmayayım diye. Yoksa zaten beni doğru tanımış herkes bilir; dünyamı ancak sevdiğim insanlar yaşanılabilir kılır, o yüzden de herşeyden çok değer veririm o özel insanlarıma. Hassasiyetim de sevgimden gelir zaten. Bir lolipop tutuşturup elime deseler ki "görünce sen aklıma geldin, bilmem ki sever misin" dünyalar benim olur. 25 yaşında bi hatunu sevindirmek bu kadar mı kolay olur? Kolay işte.. ama bu yüzden belki de, üzmesi de kolay...

Neyse, bunlar ayrı mesele de..beni tanıyan insan buları bilir de, bi şekilde beni hayatından çıkarmaya karar verirse, ben zaten kolundan tutup illa kal demeyeceğime göre, yine de nedensiz cevapsız çekip giderse...ne diyim? Allah yolunu açık etsin, mutlu olursun umarım derim..ha geri gelirse de kapım açıktır yine...

Kaç gündür tutuyordum içimde, artık kabullendim sanırım ki gidişini yazabildim bunları. Bi anda boşalıverince de işte pek bi günlüğümsü oldu bu yazı...nerden nereye gelip, neler anlattım yahu...

Yırtarım!

Ne olur biliyor musun? Yırtarım ben bu saatleri! Duvardakini, bilgisayardakini, hatta üşenmeden kalkar gider mutfaktakini de! Elime alır, bir tomar kağıdı yırtar gibi, tepesinden sıkıca tutar, sağ elimi kendimden sol elimi öte yana ileterek tam tepesinden yırtarım, o olur işte!

Başka şeye benzemez bu!

Bir cadı saatleri yırttığında, gökyüzü delinir mesela, ama büyük bir delik değil, minik minik, kevgir gibi olur koca gökyüzü, korkar kaçar tüm faniler.

Bir cadı saatleri yırttığında, karıncaları ağzına alan kuşların gagalarında yanıklar oluşur, fillerin ayakizleri buz kalıplarına dönüşür ve her kartalın bir kanadında en az bir ama mutlaka tek sayıda mor tüy belirir.

Bir cadı saatleri yırttığında, tüm çimenler bir santim uzar bir anda ve toprak kupkuru kalır, ve gökkuşağının renkleri sırasını değiştirir bir sonraki yağmura kadar.

Bir cadı saatleri yırttığında, su artık 100 derecede değil 20 derecede kaynar, 0 derecede değil 10 derecede donar. Yaşamak için geriye kalan 10 derecede akar zaman, ve sen o aralığın kaydırağına sığacak kadar küçülüp yanıma akarsın: 8 gecede değil, 8 saniyede olur bu!

Yırtarsam ben bu saatleri; duvardakini, bilgisayardakini, hatta üşenmeden kalkar gider mutfaktakini de; elime alır, bir tomar kağıdı yırtar gibi, tepesinden sıkıca tutar, sağ elimi kendimden sol elimi öte yana ileterek tam tepesinden yırtarım, o olur işte!

Kaçıncı dünya ülkesi?


okuyun şu yazıyı

sonra unutun

sonra gidin kendinize o marka kot alın

sonra gelip kotlarınıza o rengi veren adamların karılarının kadınlar günün kutlayın

bi de dua edin onlar için

bi an önce kocaları ölsün de belki o kotlardan 10-15 tane alacak kadar para geçsin ellerine diye

ne de olsa o kotlar olmadan yaşamak zor bu dünyada

kendileri giyemediyse bile çocukları giyebilsin bari

o kotlar, hele ki o renktekiler çağımızın bir gerekliliği artık

di mi?