14 Şubat 2009 Cumartesi

Bugün...

Kitap okudum biraz. Sağ menüdeki linki de değiştirmem gerek, çünkü bu sıralar Türkçe bişiy okumak zorunda olduğumu farkedip dün Türkçe romanların arasından rastgele seçtiğim Araf'ı okumaya başladım. Elif Şafak'ın bir kitabı Araf, arkasında yazılanlar benim için bu kadar geçerli olmasa, şimdi, dili temel alan ve de üstelik yazarı Türk olmasına rağmen orjinali ingilize yazılmış bir kitaptan ziyade dili güzel kullanan ve orjinali de Türkçe bir kitabı tercih ederdim sanırım. Şöyle diyor arka kapağında:
"İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir - bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş ıspanağın başına gelenlere benzer - ana malzemeye yeni bir tat eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu arada. Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye, ismine yabancılaşmasıdır."

Son on gündür gerçekten hiçbir şeye konsantre olamayışım, blogları bile satır atlayarak okuyup sonra "ayıp oldu yaa" diyip yeniden okumaya çalışışım, bedenimin kalbime bir kaç beden dar geldiğini hissedişim tam da doğama uygun şeyler olduğu için bu seferki "hiçbirşey yapamama" sendromumdan korkmuyorum. Böyle zamanlarda, akıcı ve bence güzel bir Türkçe ile yazılmış birşeyler okuduğumda kendimi daha huzurlu hissdiyorum. Dilin akıcılığı içinde ben de akıyorum sanki, en az yazmak kadar rahatlatan bir eylem oluyor okumak. O nedenle her zamankinden biraz daha önemli oldu bu kitap. Konusunu belki hatırlamayacağım belki bir sene sonra, kötü hafızam bana böyle davranıyor ne yazık ki, ama biliyorum ki içimdeki bu garip duyguyu hatırlayacağım ve muhtemelen "güzel bir kitaptı mutlaka okumalısın" diyeceğim birilerine, konusunun ne olduğunu anlatamayacak olmama rağmen.

Bilgisayarları kapattım, müziği de açmadım, odamın sessizliğinde kitap okumak istedim. Pencere açıktı ve üst kattaki kızlardan birisi şarkı söylüyordu. Huysuz bir günümde olsam sinirlenip küfredebileceğim gibi bir sesle söylüyordu, kolaylıkla rahatsız olunabilecek bir dilde. Ve her ne kadar pencere açık olduğunda kapının altından esen rüzgarın sesini ve kapının titremesini engellesin diye aldığım mavi uzun boylu hayvancığım olsa da, sürekli onu düzeltmekle uğraşmadığım için, kapının altından da kata yeni gelen ve benim inat edip hala gidip tanışmadığım yeni kızın sesi geliyordu. Elena geçenlerde söylenmişti biraz, bu kız hep bişiyler söylüyo ciyak ciyak, diye ama benim odamda hep bir müzik veya bir ses olduğu için duymamıştım o zamanlar. Şimdi sessizliğin hakim olduğu ilk dakikalarda gerçekten de farkettim ki o kız da benim gibi çok seviyor şarkı söylemeyi sanırım ama tek farkla, ben bu kadar aralıksız söylemiyorum =) ve bu iki kızın sesini bastırıp romandaki karakterin sesini duymaya çalışırken, odama gelip gidenlerin sık sık takıldığı sesi duydum ben de sonunda. Duvar saatinin sesi. Yatarken, uyurken vs. beni hiç rahatsız etmez, şimdi de etmedi ama işin ilginci şu ki duymam da ben o saatin sesini. Şimdi duyuyorum, yaklaşık yarım saattir tık tık tık tık tık tık tık tık tık tık tık tık tık ... ve rahatsız olmuyorum hiç de! Sanki huzurlu yapılan birşeymiş gibi zamanın geçmesini izleyebilirim şu an saatin karşısında durup öyle saniyenin tık tık tık tık tık ilereyişine bakarak....

Saat 4'e geliyor burda, orda 5'e. Sabahın 5,5'unda yattığını düşünsem bile bu saate kadar uyanmış olduğunu tahmin ediyorum, yumurtalı hamsileri de çoktaaaan mideye indirdiklerini :) yine de yanında olup onu uyandırmak isiyorum.. Ama sonra gözümün önüne uyurkenki hali geliyor, öpe öpe de olsa kıyamam sanki uyadırmaya diyorum, ancak geçer karşısına, nefes alış verişindeki huzurun tadına vara vara izlerim heralde. Mutlu başlayan sevgiliyi düşünme faslı hüzünleniyor tabii böyle olunca. Günler bi an önce geçse artık istiyorum, bi daha bakıyorum saate, daha hızlı ilerlesin diye dürtmek istercesine. Hiç sevmiyorum ben hayal kurmayı, çünkü sonunda elimde hayallerimle öyle kalakalıyorum. Sanki kendi kendinin refakatçisiymişsin, sen içerde ölmüşsün de doktorlar kalbini bir hastane poşetine koyup dışarda bekleyen refakatçinin, kendi kendinin eline tutuşturmuş gibi..elimde kalbim, poşet içinde hayallerimle kalakalıyorum ben genelde. Sevmiyorum hayal kurmayı. Hayalini kurduğum kaç şey gerçekleşti, ben kaç şeyin hayalini kurmaya cesaret edebildim, bilmiyorum.. hayalini kurmak istediklerimin sayısı 100 ise ve ben ancak bunların 30una cesaret edebilmişsem sanırım ancak 5-6'sı gerçekleşmiştir. E bu durumda normal mi benim hayal kurmamayı sevmemem? Normal olmasa kaç yazar :) Ben yine de onun uyku huzurunda yanında olmak istiyorum..


Aslında üşenmesem de yataktan çıkıp bi giyinsem, bişiyler yesem ve makinamı alıp dışarı çıksam fotoğraf çekmeye, çok güzel olur eminim. Her zamankinin aksine, sanki dün defalarca lapa lapa kar yağan yer burası değilmişcesine, çok güzel bir bahar havası var dışarıda şimdi. Tabii yarım saat sonra ne olur bilinmez :)

Şimdi ne yemek yapmak, ne giyinmek, ne dışarı çıkmak, ne fotoğraf çekmek, ne kitap okumak... sadece gözlerimi kapatmak, öylece durmak ve gözlerimi açtığımda ellerimi ellerinde bulmak istiyorum... İmkansızı istiyorum, biliyorum. Cadılar imkansız işler için değil midir zaten?

Budur!

13 Şubat 2009 Cuma

koyu

boğazım düğüm düğüm
biyerlerde kaybolmuşum gibi
bir korku var içimde
sanki elini soksan
yüreğini karıştırsan
sanki beni biraz arasan
elinle koymuş gibi bulsan
beni bulup yukarı çıkarsan
geçer sanki bu korku

gerçer elbet geçer bir gün
ama huzuru kaybetmiş gibi içim
gördüm ki zamanla ben de eksildim
eskimeden bulunmuyor mu?
eksilmeden olmuyor mu?

geçer elbet bu korku
eksildikçe geçer bu da
eskidikçe umursamam bunu da sonunda

12 Şubat 2009 Perşembe

Pilli beni seviyoooo! :)

Geçenlerde "Düşüncelerini, değerlendirmelerini, istediğin herşeyi istediğin şekilde arkadaşlarınla paylaşabilirsin ama bunu ulu orta yapman gerçekten hoş değil." şeklinde bir cümle ile karşılaşınca oturup düşündüm biraz, bu insanlar benim arkadaşım mı gerçekten diye. Aslında "burda 53 kişinin izlediği görülüyor, google reader a göre takip eden 59 kişi var, ve ben bu insanlardan sadece 2 tanesini tanıyorum, OnurCUM ve Ziza" diye düşündüm ama sonra bi daha düşündüm. Düşündüm ki beni izleyen 53 kişinin çoğunu ben de izliyorum. Yani bu ne demek? Anlatmak istedikleri kadar sevinçlerini, hüzünlerini, kızgınlıklarını, heycanlarını, hayatlarındaki birçok detayı, belki en yakınlarına anlatmadıkları en özellerini biliyorum. Benim için de durum böyle mi? Az çok böyle... Kimseye anlatmadıklarımı değil belki ama yüzyüze olsam söyleyemeyeceğim birçok duygumu burda anlatıyorum sonuçta, ve satır aralarını da okumayı bilenler bir süre sonra beni çok iyi tanır hale geliyor üstün körü okuyup geçenlerin yanısıra. O zaman farkettim ki gerçekten bu insanlar belki de beni en iyi tanıyanlar... Ben daha önce hiç kendimi bu kadar anlatmadım ki.. kırıldığım birçok şeyde o kadar sustum, sevindiğimde o kadar yutkunamadım konuşamadım ki...şimdi yazdıkça ben ve siz okudukça, o kadar ortadaki bu cadının kalbi de aklı da, tabii ki beni en iyi tanıyan insanlar oluyorsunuz siz. Ve "sinirimi yazmıyorum" dediğim zaman, "yazacaksın tabii ki" diyenler siz oluyorsunuz; sevindiğimde sevinen, üzüldüğümde "canını sıktığına değmez" diyen, ağladığımda kalkıp yanıma gelmek isteyen, sınav zamanı destek olan bile...hep sizler oluyorsunuz.. Blog yazan hiçkimsenin bu kadar sanal bir ortamda sırf laf olsun diye gelip yorum yazacağına inanmadığım, yazılan hiçbir yorumun samimiyetinden şüphe duymadığımdan, gönül rahatlığıyla böyle düşünüyorum. Hatta facebook'daki yüzlerce arkadaşımdansa burdaki yüzü eksik ama eli kalem tutan güzel yürekli arkadaşlarımı belki daha çok kendimden görüyorum zaman zaman... Tamamen bir inat uğruna başlayan bu blog meselesinin benim için zamanla bu kadar önemli hale geleceğini hiç tahmin etmezdim bile.

Nerden tuttu da yazdım tüm bunları? Şöyle ki, son 3-4 gündür sevdiğiniz bloglara blog ödülleri gönderiyorsunuz ya hani.. ordan işte, nedense bi alınacağım tutmuş benim, kimse beni sevmiyo ühüü ühüüü diye tam ağlamak üzereydim ki Pilli Cadım kurtardı beni bu sanal depresyondan. Son yazısını okudum okudum tam sonuna geldim ki amanın! Bi kocaman sırıttım ki görülmeye değer. Ben ne zaman bu kadar önemser olmuşum bu blog kardeşliğini hiç anlamadım gitti. Karşılıksız sevmeyi bırakınca kırıcı olur sevgiler, çok iyi bilirim, elimden geldiğince beklentisiz sevmeye çalışırım, ama kimi zaman farkında olmadan istediğimizden fazla değer verince o sınır kalmıyor insanın içinde. Çok salakça ve çok çocukça geliyor, belki de işi gücü olmayan bi aylak olarak algılanıyorum ama umurumda değil, onca şeyimi anlatmışım burda, bunu mu saklıycam, vallahi çok mutlu oldum :) Küçük şeylerden mutlu olabilmek de denir buna, gereksiz şeyleri fazla abartmak da; içinizden hangisi geliyorsa artık farketmez, mutlu oldum ben bi kere :)


Şimdii.... yıldızların cadısının blog ödüllerini açıklıyoruz.
And the boscar* goes tooooo:
Kendime en yakın gördüğüm blogger olduğu için, bana ödülü veren blogger olmasına rağmen, Pilli Cadı'ya;

Yazdıklarını okudukça "bu hatun benim içimi de yazıyor kendisininkiyle birlikte" dediğim için, Voodoo Girl'e;

Bence en cesur olduğu için Prncfrn'e;

En sevgilim olduğu için OnurCUM'a;

Yorumları ile beni çok mutlu ettiği için Perişte'ye;

ve juri özel ödülleri piltik'anım ve cesetizleri ve üfürüktenprenses ve osuruktanteyyare'ye gidiyoooor!

Ödül alan her bir bloggerın da 7** farklı kişiye ödül vermesi beklenmekete. Ha "ben ödülü aldım artık halk ile muhattap olamam" derseniz de siz bilirsiniz tabii =P

* boscar = blog oscar :P
** ödül vermeye doyamıyorsanız benim gibi jüri özel ödülü yapabilirsiniz bence, kime ne zararı var ki ;)

Sana sarılmak istiyorum Cesetizleri!!!

Yıllardır kendi kendime tekerleme gibi söyler dururum, okumayı öğrendiğimde okuduğum ilk kitaptı ve tabii ki ezberlemiştim ilk sayfalarını. Okuyacak başka kitap olmadığından değil, çok sevdiğimden. Hala daha aklıma gelir zaman zaman "çocuktum ufacıktım bir susayıp bir acıktım. dedim dede masal anlat, dedem dedi sen anlat. ben anlattım dedem güldü, bilmem dedem neden güldü".

Cesetizleri'nin sayfasının dibindeki;
"Küçüktüm ufacıktım top oynadım acıktım hatta bir dilenci kraldım..
sev seni seveni
aşk nedir bileni
öpsün seni cesetizleri"
kısmını görünce "ya bi aratıyım bakiim google'da" dedim ki o da ne?! Adamlar sonunda flash sitesini yapmışlar benim çocuklık kitabımın! Aha işte, buyrun okuyun dinleyin; koltuklara oturabilmek için tırmanmanız ve televizyonda çizgifilm izlemek için dedenize kafa tutmanız gerektiği; hasta olduğunuz için üzülen annenize sabahın 6'sında evden kaçıp çiçek toplarken tüm ev halkının yana yakıla sizi aradığı; ıspanağı yoğurtsuz yemem diye isyan çıkardığınız günleri hatırlayın. Ya da sadece ben hatırlıyım, içim böyle bi komik olsun, sanki eflatun bi tüy yutmuşum da karnımdan gıdıklıyor beni gibi :)
Dedem ve düdük
Sınıfta kaldım haberim yok
Korkuluk

Bir aşk yazısı taa buralarda beni kaç farklı şekilde mutlu etti,
sana kocaman sarılmak istiyorum Cesetizleri!

bi de böyleleri var


Şaka gibi insanlar var bu dünyada yaa! Ben kafayı yemişim; ilk masterım yarım kalmış psikopat p.ç heriflerin yüzünden, şimdi iki master daha yapmaya çalışıyorum, ikinci üniversiteyi sınav zamanlarının dengesizliği ve salak muhasebe dersi yüzünden bırakmışım ama çıkan afta ilk aklıma gelen "acaba bonn'dan ankara'ya gidebilir miyim sınav zamanlarında?" olmuş ve adam bana diyo ki "sana tavsiye işe odaklan, bırak bu bilim falan, boş işler" ben senin o boş kafana bi kafa atarım görürsün o zaman boş iş nasıl oluyo.

Sdfasd: acaba bende mi gelsem almanyaya eğitim falan
WOS: gel tabii (bu çocuk zaten okulu bitirince gitmemiş miydi almanyaya???)
Sdfasd: ne istiyo bunlar
WOS: dil için toefl, referans mektubu, transkript. o kadar. ama her yer farklı ister tabii
Sdfasd: ohhh
iyiymiş
WOS: ama bana sorarsan master için değil de phd için gelmek çok daha mantıklı. bunlarda daha master sistemi oturmamış kendileri de bilmiyolar ne yaptıklarını
Sdfasd: o ne
phd ne
WOS: doktora (adam üniversite sonrası eğitim için yurtdışına gitmeyi planlıyo ama phd ne diye soruyo. tamam bilmemek ayıp değil ama bu konuya meraklıysan bilmemen çok garip bence)
Sdfasd: hmm
peki bitrdin
iş imkanı nasıl
WOS: bilmiyorum hiç ilgilenmedim ben iş imkanları ile (oha yaaa, en az dört sene boyunca hepimize bu soruyu sordular ve her sorandan nefret ettik, adam mezun olmuş bana hala bunu soruyo, çüş!!!)
Sdfasd: ne yapcaksın peki
ennde sonunda bitecek
WOS: prof.luğa kadar yolu var işte (Sana kafa atıcam naapıcam, allahım yaaa!!)
gidebildiği kadar
Sdfasd: para veriyolarmı peki bu süre içinde
WOS: bilmiyorum işler nasıl yürüyo. şimdi bursluyum ben. sonrasını araştırmadım hiç (yok canım öpücük veriyolar)
Sdfasd: araştır bence o kadar emk boşa gitmesin
WOS: hele bu bitsin de o zaman bakıcaz artık
Sdfasd: çok büyük hata
WOS: önceden plan yapmak istemiyorum ben (bi s.ktr git yaaa!!!)
Sdfasd: şimdiden bak
olurmu
çok yanlış düşünüyosun
WOS: olur olur sen merak etme :):) (başka işin mi yok senin yaaa?!!)
Sdfasd: ben işe girince anladım
WOS: nerde çalışıyosun sen?
Sdfasd: gerçekten bak ii dinle beni
ben dersane ama bırakcam
özel ders falan veriyorum
WOS: hmm
Sdfasd: sana tavsiye işe odaklan
bırak bu bilim falan
boş işler
WOS: :))) (ha sen ordan bana akıl veriyosun bi de bilim boş, sen iş hayatına atıl diye. oooooldu canım!)
Sdfasd: ciddym
bi gün bana hak verceksin
WOS: ...
Sdfasd: Neyse hadi ben yatıyım artık sana iyi geceler
WOS: İyi geceler

11 Şubat 2009 Çarşamba

Is this gonna be forever?

4 kadeh hızlı şarap sonra içtikten,
bunun gibi bişiy oldum işte ben;

Is this real life?
Why is this happening to me?
Is this gonna be forever?

Sürer mi?


Çok krizsel sinirlerimi ancak türkçe bişiyler yatıştırır diyerek, ne zamandır izlemeyi ertelediğim "haybeden gerçeküstü aşk"ını izledim Yılmaz Erdoğan ve Demet Akbağ'ın. Başlarda çok lüzumsuz geldi, ama sonraları karakterlerin abartısı hoşuma gitmeye başladı. Kahkahalarla güldüğüm yerler oldu. Ve sonunda...
"Aşk sonsuz bir şımarma hali" dedi "Sonsuza kadar sürer mi?" diye ekledi.
Tabii ki bu geldi hemen aklıma:

Bi de yine son bölümde "Elma şekeri gibiymiş ya aşk, elinde sopayla kalana kadar yiyosun işte" dedi ama bence marifet şekeri yemekte değil, azar azar, tadına doya doya, bir ömür yettirecek şekilde yemesini bilmekte.

10 Şubat 2009 Salı

Ürün tanıtımı - Mim

Mimlerini çok sevip de benim gibi yazmaya kıyamayan kaç blogger daha var, merak ediyorum doğrusu. Sonunda Böcek'cimin yolladığı ürün tanıtımı mimine geldi sıra.

Blogda o kadar 'içtim, içicem, içiyorum' yazınca bi aralar herkes bana "sen de amma içiyosun haaa" demeye başlamıştı. O aralar henüz burada kendime uygun içecek bişiy bulamayıp sürekli denemeler yaptığım zamanlardı. Keza votka limon ikilisi her ne kadar tapılası olsa da o kadar sık içilemiyor ne yazık ki. Sonraları minicik şişelerde bulduğum şarapları pek bi sevdim ama hep imreniyordum farklı bira türlerini bilenlere ve onları ayırd edebilenlere. Ben her ne kadar yemeyi içmeyi sevsem de, damak tadı fazla gelişmiş birisi değilim sanırım, keza Burger King ile Mc Donald's hamburgerlerini de ayırdedemem ben; gerçi artık hamburger yiyemediğime karar verdim, nasıl oldu da bu halge geldim bilmiyorum, ben ki bir oturuşta iki big mac menü yiyebilen bir cadıydım. Sonra zamanla ben de öğrendim biraları, şimdi kesinlikle Kölsch sevmediğimi ama iyi bir Salvator içicisi olduğumu, Pils'e de hayır demeyeceğimi biliyorum artık :) Neyse efenim konumuz bu değil, şu: son zamanlarda keşfettiğim süper ikili!

Huzurlarınızdaaaa.... Meisterschütz ve Trendy Orange ikilisi!


Efenim bu Meisterschütz, %35 oranında alkol içeren bir tür bitki likörü. Eski yıllarda yaşlı amca içeceği olarak bilinirmiş ve fakat son yıllarda yeni bir tanıtım ve tasarım ile gençlere hitap eden bir içecek olarak yeniden piyasaya sürülmüş. TLH'de "Gentelman Fanta" olarak adlandırıyorlar, çünkü en güzel hali Fanta'nın taklidi olan bu ucuz Trendy Orange ile karışınca ortaya çıkıyor. Büyükcene bir bardağa iki parmak Meisterschütz koyup kalanını Trendy Orange ile doldurunca, ve üstüne de bir kaç buz parçası atıp pipetle içince, yarım saat içinde mutlu olduğunuzu hissetmeye başlıyorsunuz. Madem ürünü tanıyoruz, fiyatından da bahsetmek gerekli olabilir; Meisterschütz 4,85€, Trendy Orange ise sadece ve sadece 0,39€.

Mimimizi bir türlü sitesindeki yorum kısmının nasıl çalıştığını çözemediğim için "hayırlı uğurlu olsun yeni evin, umarım hep güzellikler getirir sana" diyemediğim, ve en kısa zamanda tanışmak istediğim sevgili Angie'ye atıyoruuuummmm! Yakalaaaaa!

Hak Yardım Sadaka Rüşvet

Ece'nin artık sunuculuktan çıkıp daimi konuk olduğu Türkiye'nin Nabzı'nı izledim ve ancak öylelikle unutabildim burda inatla sadece sinir bozmak için uğraşan insanların insaniyetsizliklerini. Evini, sevdiklerini, yaşamını, ailesini ve işte kısaca ülkesini bırakıp tek başına böyle b.ktan bi ülkeye okumaya gelmiş bi insandan ne istersin ki be hey hayvan diye bağırasım geliyor ama neyse..

Bu akşamki konuklar arasında hem beni hem de ekranda Ece'yi hop oturtup hop kaldırtan, "aynı ülkeden mi bahsediyoruz" dedirten, "1950lerden sonra bi yerlere gittiniz ve 1980'den sonra geri mi geldiniz?" diye sordurtan sevgili(!) konuk; Star Gazetesi yazarı Mustafa Akyol idi. Adını daha önce görmemiş duymamıştım, ama bundan sonraki en az bir iki yazısını mutlaka okuyacağım keza adım kadar eminim ki bu akşamki programı köşesinde yazacaktır. Benim asıl merak ettiğim, o mercümek(?) kadar aklı ile neler yazacağı. Adam o kadar ilginç ki... Partilerin, tabii ki AKP'nin, yardım adı altında dağıttığı sadaka veya rüşvetlerden bahsediliyor; bu yardımların bir parti tarafından yapıldığı zaman sadaka veya rüşvet ve fakat devlet tarafından yapıldığında demokratik bir hak olduğunu bilmeyen veya anlamayan bir vatandaş bu. Adamın savunduğu şey şu: sosyal devlet, benim paramla gidip yoksul insanlara yardım ederse bu bana haksızlık olur. Ben çalışıyorum, devlet de benim çalışıp kazandığımla işsiz adama para veriyor, bu haksızlık değil mi diyor. Ama partiler, seçim vaadi olarak kömür, beyazeşya, cep telefonu vs. dağıtırsa ve "beni seçmezsen bu yardımlar gider" tehditleriyle veya sadaka şeklinde, birçok yoksul içinden seçtikleri insanlara gidip yardım(!) ederlerse bu normaldir, doğrudur. Eğer ki seçmen, partisinden bu tür yardımlar bekliyorsa partilerin bunları sunması doğaldır.

Bu düşüncenin ahlaki bir bakış açısından yoksun olduğunu bir tek ben mi görüyorum? Bu şimdi ahlaki midir? Bu şimdi rüşvet değil midir? Yani yoksa bu rüşvet ahlakidir ve bir ben mi farkında değilim?

Anlayamıyorum, anlamam mümkün değil sanırm.

İnsanların temel yanlışı: sosyal devletin bir sorumluluğu olan yardımlar veya ödenekler vs. ile partilerin yaptığı sosyal yardım adı altındaki, oy için verdikleri, aleni rüşvetleri aynı kefeye koymaları.

İnsanlar aç oldukları için bu yardımları kabul ediyorlar, kabul etmek zorunda kalıyorlar, ama aslında içine sokuldukları bu durumun ne kadar kabul edilemez olduğunu görmüyorlar. Aç kalmamak bir yardım meselesi değil devletin sana sağlaması zorunluk olan bir sosyal haktır, nasıl anlaşılmaz bu? Neyin hakkımız olduğu ile neyin bize lütfediğilebileceğinin ayrımına varamayan insanlar var bu ülkede. Aç kalmamak için AKP veya başka bir partinin destekçisi mi olmak zorundasın, yoksa aç kalmayı mı seçmelisin denildiği zaman "aç kalmak bir zorunluluk değildir, o zaman aç kalmayacakları bir biçimde yaşam şekillerini değiştirsinler" diyen bir kimse bu adam! Ne yapsın yaşam şeklini değiştirip, banka mı soysun, hırsızlık mı yapsın, kendini mi satsın, ne yapsın? Adamın aklındaki şey şu; ona yardım eden kim ise, AKP ise AKP'yi desteklesin, kendisini aç bırakmayan partiden yana olsun. Ne kadar düşünmeden söylenmiş sözleri var insanların, ne kadar kolay çıkıyor cümleler ağızlarından. Hayat ne kadar kolay kimileri için, aç kalmasın o zaman kardeşim! demek ne kadar kolay.

"Neo-liberal politikaların yoksullara ne zararı var?" diye soran bir kimse bu adam. Bu politikalarla dünyanın çiçek bahçesi olacağını iddia edecek neredeyse. Tüm darbelerin sadece sağ partilere kasten yapıldığını iddia ediyor bile...

Ne oluyor da kimilerimizin aklı sadece parada çalışır hale geliyor, ne oluyor da insaniyetlerini unutuyor bu insanlar, veya kimler yetiştiriyor bunları ki insanlık nedir öğretmeyi unutuyorlar?

Hak nedir? Neler lütfedilebilir, neler zaten haktır? Bunları madde madde yazıp dağıtmak mı gerek insanlara? Satılık medya yüzünden halkına ulaşamayan Chavez hükümeti gibi pirinç torbalarının üzerine mi yazmalı bunları, halka bişiyler öğretebilmek anlatabilmek için?

15Haz

Arrriibbbaaaa! 15 Haziran'a kadar vizemizi uzatmış bulunuyoruz efenim, hayırlara vesile olsun :P

?

Dünün bitmek bilmeyen aksiliklerinden sonra, bugün henüz bir aksilik olmadı ama bir tane ve kocaman aksilik olmasını bekliyorum, o da az sonra gideceğim yabancılar bürosunda olabilir sanırım. Keza, adamların istedikleri belgelerden birsini daha dün gece farkettim ve şu anda onu temin etmem imkansız. Arrrgghhh!!!

9 Şubat 2009 Pazartesi

Nasılım?



Yeni tasarım nasıl olmuş anket sonuçlarını bildiriyoruz:

Açılan sandık sayısı: 1
Geçerli oy sayısı: 21
Süper olmuş: %61
Önceki daha iyiydi: %4
Banner çok büyük?: %33


Ankete katılan herkese bi dolu teşekkürler. Yeni tasarımı sevediğinize çok sevindim. Banner büyük olmuş biraz ama iyi olmuş gibi sanki yine de. Ama bi daha yeni bir tasarım yapacak olursam bu kadar büyük olmayacağını zannediyorum ben de :)

iç kitabı - 94


Kırılmaktır sır. Tutulmuş yanını olduğun yerde bırakıp, tutulmaya bırakıp, bir başka taş olarak olmaktır artık. "Ben", başkaları olur artık o zaman. Ama elbette bir taşın gücü yeter bu sabırsızlığın bedelini ödemeye. Artık hiç tutulmayacak olmanın lanetli katılığını, küçülmüş ve katılaşmış gövdesini sonsuzluğa doğru sürükleyip götürmeyi ancak bir taş becerebilir.
Taş, başlangıçta katı değildir. Fakat taş öğrenir. Ve taş, işte taş olmayı, böyle tutulup kırılarak öğrenir.









İç Kitabı - Ece Temelkuran

8 Şubat 2009 Pazar

Bazı insanlar...


- Bazı insanlar o kadar çok kalp kırıyor ki bir zamandan sonra onların da bir kalbi olduğuna inanamıyorum

- Bazı insanlar beni o kadar çok mutlu ediyorlar ki gerçekten var olduklarına inanamıyorum

- Bazı insanlar o kadar o kadar düşüncesiz davranıyorlar ki, kendilerine düşünceli davranılmasını nasıl bekleyebiliyorlar, anlayamıyorum

- Bazı insanlar bana o kadar benziyor ki, paralel evrenlerde aynı şartlar altında bu yaşa gelip sonra bu evrende "bakalım birbirlerini görünce naapıcaklar" diyerek karşılaştırıldığımızı düşünüyorum

- Bazı insanlar o kadar benciller ki, Güneş'ten haberdarlar mı diye merak ediyorum; keza Dünya onların değil Güneş'in etrafında dönüyor

- Bazı insanlar ellerindekinin kıymetinin o kadar farkında değiller ki, kaybettikleri zaman bile değerini anlamaları zaman alıyor

- Bazı insanlar o kadar duygusuzlar ki çok rahat duygu sömürüsü yapabiliyorlar

- Bazı insanlar o kadar sabırlılar ki olgunluklarına imreniyorum

- Bazı insanlar o kadar sessizler ki anlayamadığım bir şekilde korkuyorum onlardan zaman zaman

- Bazı insanlar o kadar korkunç ki ancak başkalarını acıtarak dindirebiliyorlar kendi acılarını

- Bazı insanlar o kadar yalnız ki, yalnız olduklarının farkında bile olmadıklarını zannediyorum zaman zaman

- Bazı insanlar o kadar sevgisiz büyütülmüşler ki, kendilerinden başka kimseyi sevmeye cesaret edemiyorlar bence

ve

- Bazı insanlar o kadar sevilesi ki, sevmeye doyamıyorum...

Huysuz Witchie

Her ne kadar yerimde duramayışım dalgalı denizlerden kaçmış olsa da içime, iş inada bindi mi veya bir mecburiyet söz konusu oldu mu ne kadar huysuz ve çekilmez bir cadı olduğumu beni iyi tanıyanlar bilir. Hele ki sinirlendiğimde... Asabi birisi oluşum Allah'ın emri zaten, ama bu demek değil ki 7/24 sinir küpüyüm. Azcık suyuma gidilse yapamayacağım şey yok.

Herşey bi yana, benimle didişmeyi seven ama bunu saygısızlığa dönüştürmeden yapan, kızdırsa da hemen gönlümü alabilen, benim suyuma gitmesini bilen ve bana ben istemediğim halde kendi istediklerini yaptırmayı beceren insanlara ilk başlarda alenen sinir oluyorum ama genellikle bu insanlar benim çok sevdiklerimden oluyor ki bişiy gelmiyor elimden. Sonra zamanla saygım artıyor onlara, çok artıyor hem de. Sonra zaten kalbinde fersah fersah sevgi taşıyan birisi olmama rağmen evrene sığmaz hale geliyor sevgim o insana karşı.

Bu insanlar zaten beni çözmüş kimseler oldukları için genelde bi kere girdiler mi bi daha çıkmazlar hayatımdan kolay kolay. Ama son zamanlarda bu özel insanlarımdan yakın çevremde pek olmayışının eksikliğini farketmeye başlamıştım. Didişmeler olsa da sonunda ya iş samimiyetle saygısızlık arasındaki sınırda takılıyor, ya ben sinirlenmemek için alttan alıp konuyu değiştiriyorum ya da gerçekten o kadar çok sinirleniyorum ki tadım kaçıyor.

Dün ne yazık ki böyle garip ve uzun bir sinir harbi sonrası biraz kırıcı oldum sanırım. Ama şimdi düşününce işte...tamam öyle sert tepkiler yerine daha sakin olabilirdim, belki daha alttan alabilirdim belki sakınabilirdim konuşmayı devam ettirmekten ama benim de bir sinir sistemim var ve çok fazla üstüne gidildiğinde ani çıkışlar olabiliyor her ne kadar istemesem de... İşin kötü, üzücü, gece boyu beni bi o yana bi bu yana döndüren kısmı bu ama bir de sabah uyandığımda daha net bir şekilde fark ettiğim güzel bir sonrası var.. Ben o kızmış cadıdan ne zaman geçtim de yüzünde salak bir tebessümle ekrana bakmaktan başka bişiy yapmayan, kimi an kalbi ruhundan hafif duran, kimi an kalbi ruhundan hızlı çarpan bir cadıya dönüşüverdim dün gece? :) Cadı olan benim, sihirler benden çıkıyor ama zaman zaman sanki birileri de bana bu tür bişiyler yapıyo gibime geliyo...

Garip belki ama başta bahsettiğim, ben istesem de istemesem de bana istediğini yaptırmayı bilen birileri olduğu zaman etrafımda, güvende hissediyorum kendimi. Bunu yapabilen çok az insan çıktığı için, çok az insan bu geçiş hakkını kazanabildiği için, çok az insan bunu dozunu bilerek kullandığı için sanırım, böyle birisi varsa hayatımda, huzurlu ve rahat hissediyorum kendimi...

Aklıma geliverdi işte, yazmak istedim kendimi biraz. Selam olsun bana laf geçirebilen nadir insanlara!