Garip bi duygu kaplıyor içimi, özeniyor muyum acaba diye düşünüyorum, sonra kendimi o rolün içine koyunca daha düşüncesinde bile daralıyor içim, demek ki özenmek değil, o zaman ne?
sanırım "benim de içimden gelse keşke böyle şeyler" istiyorum. ama gelmiyor. gelmediği için de hoşuma gitmiyor. ama başkalarının içinden gelerek ve severek yaptığını görünce imreniyorum. neyden bahsettiğim anlaşılmıyor değil mi? düğün, kına, ev düzmece, çeyiz dizmece, komşuluk etmece, bir imzanın ardından daha önce hiç tanımadığın insanları aniden sevivermece... içim daralıyor bunları düşününce. zaten o yüzden olabildiğince uzak durdum ve birçok kişinin de kalbini kırdım o süreçlerde istemeden. şimdi başkalarına bakınca içim burkuluyor sanki... ama değil, burkulma değil bu... ne olduğunu bilmediğim, anlamlandıramadığım saçma sapan birşey...
Sanırım şey gibi... insan bazen özenir ya, "dünyada kedi olmak vardı yahu ne mutlu hayatları var" der ya, onun gibi bir imrenme sanırım benimkisi... ama zaman zaman üzüyor işte.
Pek net anlatamadım ama işi harbici örneklere vurursam anlamı iyice sapıtacak, o yüzden susayım ben en iyisi.
28 Mayıs 2011 Cumartesi
27 Mayıs 2011 Cuma
Beklenen gereksiz yazı
Önceki yazıya ne yazmak için başladım, sonunu nerde kestim, hey allahım ya... Bonn'dayken neden ve nasıl o kadar çok blog yazabildiğimi hatırladım böylece. Sohbet edecek kimsesi olmayınca insan yazıya veriyor kendini işte.
Neyse...
Bu akşamın konusu: Kendini anlatmaktan aciz olan ben, twitter'in 140 karakteri yüzünden yaşadığımı zannettiğim ilk sorun ve önyargılı insanlar. İşin ironik yanı da olayın önyargılı insanların ön yargılarının durduk yerde oluşmamış olduğunu belirtmemle başlayıp karşımdakinin hem önyargılı hem de sabit fikirli olduğunu farketmemle son bulması, ya da benim son bulduğunu sanmam.. E karşındakinin sabit fikirli olduğunu düşünüyorsam bunu neden yazıyorum: belki anlaşılabilirim umuduyla, anlaşılamazsam da ben elimden geleni yaptım rahatlığına erişmek için sanırım. İşin kötü yanı benim su katılmamış salaklığımın fazla olması ve "Ulan hangi siyasal partiye bu kadar eleştirel ve negatif soru soruluyor. Sorular bile önyargı barındırıyor." sözlerinin o anda yayında olan bir programa ithafen değil de genel olarak söylendiğini zannederek "vahiy gelmedi o önyargılar di mi? adam verdigi bes sözün dördünü tutmamıssa sen de birseyler düşünürsün hakkında heralde?" diyişim. Yazar(ben) burda şunu vurgulamaya çalışıyor (vurgulayamıyor, o ayrı): İnsanlar o kadar önyargılı ise vardır bir nedeni. Bu neden insanların önyargılarını haklı çıkarmasa da bir sorun olduğunun işaretidir. Eğer önyargılar doğru olmadığı halde bu yargılar oluşmuşsa demek ki parti/kişi kendini doğru ifade edememiştir. Öte yandan eğer bir arkadaşın sana yapıcam dediği 5 şeyin 4ünü yapmazsa sen de onun sözüne bir daha güvenmezsin, yani vardır bir yamuğu ki insanlarda o önyargılar oluşmuştur.
Ne var ki 140 karakter olunca sınırlama, bir de bilgisayar başına geçmeden telefonun salak ekranında seksen kere silip yazarak, otomatik düzeltmeyle cebelleşerek ve bir de üstüne Türkçe karakterleri düzgün kullanmaya çalışarak yazınca insan böyle uzun uzun yazamıyor. Karşındaki de sana "kim verdiği 5 sözün dördünü tutmamışmış?" "hele bi say bakalım neymiş o?" diye soruyor. Gel de anlat şimdi "yahu arkadaşım ben kimsenin sözünü tutmamasından bahsetmiyorum, durum tespiti yapıyorum" de ama üstüne "çünkü elma ile armutu birbirine karıştırıyorsunuz. 90 yıldır kürtlere nefes aldırmazsınız hala suçlarsınız.." lafını işitme, mümkün mü? Konuşmanın tamamını buraya aktarmaya lüzum görmüyorum, keza bu bir suçlama veya şikayet veya "kim haklı söyleyin bakalım" yazısı değil, sadece kendimi anlatabilme çabası. Eğer ki söz konusu partinin bir yalanını/sözünde durmamışlığı görmüş olsam söylerdim de, ama bilmiyorum ki, dahası icraatlarını konuşmalarını vs. takip etmiyorum, etmek de istemiyorum. Bilmediğim - ilgilenmediğim adama niye çamur atayım? (Bilmiyorum derken, partiyi bilmiyorum anlamında değil, bir yalanını bilmiyorum. Partiyi biliyor ve desteklemiyorum, ama bu ayrı bir mevzuu) Ben diyorum ki bir önyargı oluşmuşsa bunda kişinin/partinin de payı vardır: ya bir yamuğu vardır ya da kendini düzgün ifade etmeyi becerememiştir. Hepsi bu.
Keşke o twitler sırasında telefonda değil bilgisayar başında olsaydım ve daha rahat ve hızlı yazabilseydim, keşke bu kadar keyifsiz olmasaydım da daha sakince kendimi ifade etmeye çalışsaydım...
Ha, hepsi bir yana, sözkonusu arkadaşla hemfikir olduğumuz konuların yanısıra hiç katılmadığım görüşleri de var fakat "düşüncelerine katılmıyorum ama düşüncelerini ifade edebilmesi gerektiğini" düşünüyorum, mesele de budur zaten.
Bugün dünyada tek bir kayda değer sorun varsa o da iletişim sorunudur bence. İnsanlar elma demek isterken armut diyorlar, dinleyen armut'u angut anlıyor, cevaben hödük demeye çalışırken höyük diyor... Kimse birbirini anlamıyor, kimse anlamlı şeyler söylemiyor, kimse kendini anlatamıyor... İşin daha vahim kısmı ise herkes kendisini çok iyi anlattığına inanıyor, karşısındakinin kendisini anladığını zannediyor...
Yıldızları bir yana koyup iletişim fakültesi'ne gitmek lazım belki de. Belki de yıldızlardan önce insanoğlunun kendini anlaması lazım daha iyice...
Labels:
twitter
Beklenen yazı bu değil
Yazının konusu: Sevdiceği gönderdim Türkiye'ye, kaldım yalnız başıma. Havaalanı dönüşünde kaybolup düze çıkmalar, alışlar verişler... Haftanın öncesinde sevdiceğin tezi için koşuşturmacalı yoğun günler... Güney Afrika'dan gelen grupla eğitimler, toplantılar...
MacBookAir kafayı yemişti geçenlerde, yazmaya fırsatım olmadı bi türlü, biraz da sevdicek detayıyla yazar belki diye yazmadım sanırım. Bi gün çok hantallaşınca kapatıp açalım dedik, kapanış o kapanış, açılmadı bir daha. Binbir takla attırdık ama yine de bana mısın demedi. Formatı bastık sonunda, önemli veriler zaten Dropbox'ta olduğu için sorun olmadı, önemsizlere de üzüldük azıcık, filmsiz dizisiz müziksiz kaldık biraz ama neyse dedik zaten çok yoğunuz şu sıralar... Ama yine aynı şey oldu!!! Format atılmış tam taze bilgisayar yine açılmadı. Böyle olunca, tezin yumurtasını da kapıya dayanmış bulunca, artık elden birşey gelmez olunca, AppleStore'un yolunu tuttuk. İşin kötüsü artık garantisi falan da kalmadığı için, biliyoruz içine bi' miktar pound sıkışmış: asıl mesele o miktarın ne miktar olduğu zaten... Sözün özü, harddiskin değişmesi gerekiyormuş, £120 sıkışmış araya, tam da bu Türkiye'ye gidiş öncesi, biletler falan derken zar zor ayakta durduğumuz günlerin sancısında... Yapcak bişiy yok, gidip aldık 1 hafta sonra, şimdilik sorun yok gibi...
Salı günü Güney Afrika'dan gelen bi dolu adamla toplantı vardı. Neler konuşuyor bu bilimadamları diye merak edenler için detaylar şurda. Akşamında da belediye başkanını ziyarete gittik. Çok sevimli bi adam, şimdiye kadar dinlediğim en keyifli devlet erkanı konuşmasıydı. Hem ciddi hem espirili hem talepkar hem düzeyli... Bi de bana "my dear" diyişi yok mu =)
* * *
Dün sabah yolu ettim sevdiceği, sağ salim vardı çok şükür. Dönüşte havaalanından otobüs terminaline giden otobüsün şehir merkezine vardığına karar verdiğim rastgele bir durakta indim otobüsten. Önce korktum biraz kayboldum sanarak, keza saat daha erken olduğu için dükkanlar da açılmamıştı, havada o gergin serinlik... Sonra "you are here" levhalarından birinde nerede olduğumu kestiremesem de merkezdeki "tourist center"ı görünce rahatladım ve şehrin tadını çıkarmaya karar verdim. Ne de olsa maaşım yatmıştı, gün daha yeni başlamıştı, ve gözlemevine gitmem de gerekmiyordu. Her zamanki hediyelik eşyacımızdan farklı bir hediyelik eşya dükkanı keşfettim ilk olarak. Çok bişiy kaçırmamışız, keza burdaki hediyeler güzel olsa da bizim alabileceğimiz türden şeyler değildi. Belki burdan ayrılırken kendimize anı olsun diye üzerinde yoncalar işlenmiş bir yatak örtüsü alabiliriz, hepsi o.
Belfast'ta kayda değer tek alışveriş merkezinin Victoria's Square olduğunu zannediyorduk ya, hah işte o konuda yanıldığımızı da kanıtlarcasına, bizim bildiğimiz kıvamda bir alışveriş merkezi olan CastleCourt'u keşfettim. Her ne kadar bir AVM insanı olmasam da özlemişim sanırım, garip bir aidiyet hissettim. Migros'un taa yıllar önce ilk açıldığı zamanlarına benzettiğim için oluştu bu duygu sanırım. Keza o basık atmosfer strese soktu beni. "Everything one pound"cudan aldığım 2 takım gazlı kalem, 2 takım kuruboya ve mikimauslu silikon buzluğu ve "Book Bargain" den aldığım birkaç kitabı saymazsak pek alışveriş yaptığım söylenemez =P Ama tam da günün sabahında "ya benim hiç çantam yok burdaaa" diye sızlanmamın üzerine indirime girmiş zilyon tane güzel sevimli süper deri çantalardan iki tane aldım, ve bunu saymazsak olmaz sanırım =) Haliyle vakit öğlen oldu, acıktım. Üst kattaki fast foodculara gittim. İlk baktığım yer KFC oldu ama adamlar o kadar yavaş o kadar yavaş ki anlatamam. Bi kere tek kasa çalışıyor ve herkesin siparişini tek tek alıp tek tek bekliyorlar, gerisini siz düşünün artık. Hemen yanındaki Burger King'e baktım ama onda da sıra vardı. Sıradaki dükkan ise bomboş ve bilin ne satıyor? Kumpir! Bilemediniz di mi? =) günün spesyalini seçtim, tavuklu körili bişiydi, değişik ama güzeldi.
Karnım doydu, ben yine kendimi yollara vurdum. Karşıma çıkan her dükkana uğradım. Her dükkana! Çünkü daha öğlen bile olmamıştı ve ben eve dönmek istemiyordum. Alışverişten haz etmeyen biri olarak hızlı hızlı girdim çıktım dükkanlardan, taa ki bir yıldır aradığım tarzda bir dükkan bulana kadar! Bu yağmurlu ülkeye geldiğimizden beri doğru düzgün kıyafet satan bir dükkan bulamadım. Ya her t-shirt'ün kotun sağı solu allı pullu, ya da aşırı pahallı. Türkiye'de en fazla 15'ye alacağın t-shirt hem zevkine uymuyor hem de fiyatı £20 olunca insanın sinirleri bozuluyor tabii. En makul ürünler yine H&M'de var ama onda da indirimi yakalamak gerekiyor. Neyse bu yeni bulduğum dükkan da dışardan bakınca çok cafcaflı bişiy gibi göründü ama her dükkana giricem ya, buna da girdim. Girmemle gözlerimin fal taşı gibi açılması bir oldu. Sol tarafımda güzel güzel katlı rengarenk t-shirtler ve fiyatı da £1.5-2. Sonrasını hatırlamıyorum =)
Eve geldiğimde yorgun argın atım poşetleri bir tarafa, odaya girmemle muslukların açılması bir oldu! Sanırsın ki adam öldü, veya terketti gitti. Amanııın, ben çok fena yaşlanmışım da farkında değilim valla. Neyse çok sürmedi 2-3 dakika zırladım "ben kocamı çok özledim, ya ona bişiy olursa, Allah'ım noolur bişiy olmasın ona" diye diye, sonra geçti. Zaten başım ağrıyordu çok fena, attım kendimi yatağa, yumdum gözlerimi uyudum azcık. Uyandığımda sevdicek de sağ salim varmıştı ama bu defa da Zerrincim'e ulaşamadım. Sardı mı beni bir feci suçluluk duygusu? "Allahım Onur için çok dua ettim de Zerrin'cimi unuttum diye beni cezalandırma noolur" diye bi arabesk kaset koydum ki çok sürmeden Zerrin'cime de ulaştım çok şükür. Ve ilk iş, aldıklarımı denemek, valize yerleştirmek oldu. Ha bak sahi şimdi aklıma geldi, arada bi yerde de Toruist center'a gidip eksik kalan hediyelikleri aldım. E bize ne aldın derseniz, size sorduk ya ne istersiniz diye twitter'dan, aklınız karıda kızda ben naapiyim. Ha yok twitter'dan sorduğun sayılmaz diyen varsa tamam la tamam, kıyamam söyleyin buralardan bi isteğiniz varsa getireyim gelirken.
Labels:
alışveriş,
arabeskim geldi,
ben seni sevdiğimi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)