31 Aralık 2010 Cuma
Yeniyıl yazısı orjinal başlığı
Anlatacaklarım bitmedi tabii ama artık bugünden devam edip arada da şu geçen 2 ayda olmuş birkaç bişiyden bahsederek devam edebilirim sanırım.
Yazacağım konu malum: yılbaşı. Lisede çok değil ama üniversitedeyken neredeyse her yıl içimde bir istek vardı yılbaşını dışarıda arkadaşlarımla kutlamak için. Sonra Bonn'a taşındığımda her Noel vakti erkenden Türkiye'ye gidip olabildiğince geç döndüm. Yılbaşını yine arkadaşlarımla geçirmek isterdim ama öncelik ailemdeydi ve gerçekten de ailemle vakit geçirmek beni daha fazla mutlu eder hale gelmişti. Geçen yıl malum İsrail'de girdik yeni yıla. Hayatımın en ruhsuz yılbaşısıydı. Topluca yenilen bir yemeğin ardından ruhsuz bir geri sayım ve ruhsuzca söylenen "happy new year" kutlamaları. Gerçi yemeğin ardından gençler eğlenmeye gitmişlerdi ama biz katılmadığımız için mi umduğumuz kadar eğlenmedik yoksa zaten o tiplerle birlikte eğlenemeyeceğimizi düşündüğümüz için mi katılmadık, bilmiyorum.
2008-2009 yılbaşısı gecesi, ailecek...
Bu yılbaşı için belki de en çok istediğim şeydi Türkiye'ye gidebilmek ama mümkün olmadı. Tam Noel tatili arifesinde Ankara'dan gelen koca bir koli bize yılbaşı sevincini erkenden yaşattı. Ben de tüm muzurluğumla Ankara'dakilere minik hediyeler içeren bir paket yaptım ve taa ayın 17'sinde verdim kargoya. Normalde 5 günde ulaşması gereken şey hadi 10 günde ulaşsa yine de şimdiye kadar çoktaan varmış olması gerekiyordu. Ne var ki şu beklenmedik kar meselesi sadece farklı ülkelere gidenleri değil benim gibi posta göndericilerini de mağdur etti. Kutuda herkes için minik hediyeler vardı ama beni asıl heycanlandıran o koca ailenin bir araya geldiği büyük yemekte kullansınlar diye gönderdiğim yılbaşı temalı masa örtüsü ve içine yazdığım notu okuduklarında hissedecekleriydi.. Ben yokken çam ağacı süslerler mi, yeni yıl pastası yaparlar mı onu bile bilmiyorum. Kuzenlerimin biri 18 biri 16 yaşında ama benim o yaşlardaki heycanlarımın ve sevincimin emaresi yok onlarda. Yani yeni yıl pastasının üstüne koysunlar diye gönderdiğim minik noel baba ve kardan adamcıklar da anlamsız kalacak paket ellerine geçtiğinde tarih 4 Ocak olursa...
Bize gelecek olursak... Minicik evimizi her an bir partiye ev sahipliği yapacak güzellikte süsledik ama buradakilerle gerçekten eğlenemeyeceğimizi düşünüp herhangi bir davet vermedik. İlk defa başbaşa bir yılbaşı geçireceğiz OnurCUM'la, bakalım nasıl olacak...
Şimdiye kadar ne kadar çok kabalık ve eğlenerek girdimse yılbaşına yıl da bir o kadar kötü ve aksi geçti. Geçen yılbaşının sıkıcılığını ve yıl boyu yaşadığım güzel süprizleri düşününce bu yıl da seneye sakin girmek kim bilir ne güzellikler getirecek bize. =)
Hepinize bol sevinçli bir yıl diliyorum!
Öpücük!
Bu da bizim ilk, minik, fotoğraftan belli
olmasa da mor çam ağacımız! Saat 12
olunca açıciiz hediyelerimizi. .
Labels:
yeni yıl
28 Aralık 2010 Salı
Kış geldi!
Kış geldi buralara. Kar fazla kalmaz yerde, bir iki gün yağar, bir iki gün belki kalır belki kalmaz diyorlardı. Ama hiç de öyle olmadı. Meğersem son 150 yılın en sert kışını yaşıyormuşuz da ondan! Önce son 170 yılın en soğuk Kasım gecesini yaşadık, sonra da en soğuk Aralık ayını.
Labels:
armagh,
evim evim güzel evim,
heryerde kar var,
kış
Evimizden kısa kısa
Yavaş yavaş etrafı keşfe çıkıyoruz... Çiftlikte toplam 3 at, 1 keçi - adı Lilly- ve 3 köpek var. Ahırların olduğu taraftan bayır aşağı inince bir de dere akıyor.
Bu arada Wilma yatak odasındaki halıfleksi değiştirmeyi düşündüğünü söylüyor, çok mutlu oluyoruz tabii ki. ama asıl mutlu eden şey bize önerdiği renk. Hiç hayalimizde yokken morlu eflatunlu bir yatak odamız olmuş oldu sonunda ve çok sevdik biz onu!
Labels:
evim evim güzel evim
Evimiz!
Yavaş yavaş evi yoluna koyuyoruz artık. İlk iş, Bonn'dayken almış olduğumuz harflerimizi kapıya asmak olacak tabii ki!
Labels:
evim evim güzel evim
Cadılar Bayramında Hoşgeldik
Boya badana işleri bitti, sıra taşınmaya geldi sonunda. Pazar günü Fred arabasıyla bize yardım etti neyse ki, yoksa onca valizi eşyayı vs.yi taşımak çok sıkıntı olacaktı bizim için. Misafirhanenin kapısına çektik arabayı, bagajı v arka koltukları doldurduk, hoop bir çırpıda geliverdik evimize. Eşyaları öyle bir anda yerleştirmek mümkün olmadı ama kaba taslak bir şekilde yerleştik. Tesadüfe bakın ki eve yerleştiğimiz gün 31 Ekim, yani Cadılar Bayramı! Hane halkı bu günü evde verdikleri bir toplantıyla kutluyorlarmış, bizi de davet ettiler. Bizim yeni evimizin iki katı olan koskoca bir mutfakta iki büyük masa. Birinde büyükler, birinde çocuklar oturuyor, herkes kıyafetler giymiş, Wilma çok hoş bir cadı, Fred de bir o kadar ilginç bir "bişiy" olmuş. İşte o anda nasıl özledim cadı şapkamı anlatamam.. Birbirinden güzel yemeklerin ardından, sıra tatlıya geldi. Tadı güzeldi ama içinden garip naylon parçaları çıkıyor gibime geldi. Ses etmedim. Bir süre sonra Fred "şans paralarından biri bende" diyince, baktım ki parayı naylona sarmışlar, hemen eşeledim tatlımı ve buldum paramı! Her zamanki gibi bulmuştum şansımı!
Yemekten sonra dışarı çıktık. Patikanın ortasına kadar ilerledik neredeyse, 4-5 metre yüksekliğinde bir ateş! Çocuklar etrafında dönüyor, büyükler sandalyelerini çekmişler birşeyler içiyorlar, etrafta da çocukların gündüzden hazırladıkları korkunç(!) şekilli balkabakları. Çocukların en büyük eğlencesi uuupuzun metal çubuklara taklıkları marşmelovları ateşte ısıtıp yemek. Ufaklıklardan birisi bana da verdi bir tane =) Bir süre ateş etrafında oyalandıktan sonra malikanenin ön tarafına geçtik. Sırada havaifişekler! Evin büyük oğlu Tenten ve misafirliğe gelenlerden birisi daha, bahçenin çeşitli yerlerine havai fişekler takıyor ve uzaklaşıyorlar, çeşit çeşit havai fişekler patlıyor. Bazısında hedef şaşıyor ağaçlara dalıyor, bazısında sadece ses çıkıyor birşey göremiyoruz. İlk defa böylesi bir şeye dahil olduğumuz için OnurCUM da ben de heycan ve mutluluktan dört köşeyiz resmen.
Havafişek faslı bitince malikanenin içine giriyoruz. Odalardan biri hazırlanmış, şömine ve mumlar yakılmış, çocuklar çoktan yerlerini almışlar. Sally giriyor ve yerini alıyor, bize bazı korkunç hikayeler anlatıyor...
Hem çok güzel bir cadılar bayramı hem de çok güzel bir hoşgeldin karşılaması oluyor bu etkinlik bizim için. yorgunluktan bayılmak üzereyken giriyoruz yatağımıza, evimizde ilk gecemiz...yorgun, mutlu, huzurlu...
Labels:
cadılar bayramı,
evim evim güzel evim
Benim renklerim
Cuma oldu ve biz ellerimizde boyalarımızla geldik bu defa. Bugüne kadar, henüz boyanmamış duvarlardaki çatlakların üzerinden farklı bir boyayla geçme görevi verilmişti bana ama o iş bittiğine göre, boyumun yettiği yerleri de çoktan hallettiklerine göre ben sevimli pencerelerimle uğraşabilirim artık.
Her pencere ayrı bir renk, her pencereye ayrı desenler... Bu benim ilk evim! Tabii ki çok güzel olmalı, tabii ki belli olmalı içinde benim yaşadığım, tabii ki en depresif günlerimde pencerenin bir köşesine baktığımda bile neşelenebilmeliyim!
Öyle hemen her istediğimizi yapmaya zorlamayalım kendimizi dedik, en azından banyonun kırmızı penceresi bekleyebilir dedik ama OnurCUM dayanamadı bendeki o burukluğa. Hoplaya zıplaya gidip kırmızıyı da aldık!
Cuma günü o kadar çabuk geçiyor ki, artık misafirhaneye dönelim dediğimizde saat geceyarısını geçmiş çoktan. Dışarısı zifiri karanlık, yağmur, rüzgar..gideriz canım ne var yani? Çıkıyoruz dışarı..ilk birkaç adımda sorun yok da, sonrası..o patika bitmek bilmiyor. Yolun her iki tarafından göğe erişmiş ağaçların dalları tam tepemizde birbirine kavuşmuş, gökyüzünü göstermiyorlar bize. Rüzgarla ağaçların birlik olup çıkardıkları sesler, karanlık, ıssız ortalık...çalılıkların arasından çıkacak sarhoştan mı korksam yoksa aniden üstüme bir tilki atlarsa napıcağımı mı planlasam..işim kötüsü ben korktukça OnurCUM da korkuyor. Of bitse şu yol...
Labels:
evim evim güzel evim,
pencere
Boya badana
Boya yapacakları günü telefonla bildirdi Temelreis ailesi. Biz de gittik OnurCUM'la. Eeee, yardım teklifleri bazen insana güzel avantajlar sunabiliyor, mesela odanın rengi ne renk olsun istersiniz diye sorabiliyor evsahibi =) Wilma ile odanın rengini seçmek için boyacıya gidiyorum. Bu sırada OnurCUM yardım ediyor banyonun boyanmasına. Açık leylak rengi seçiyorum yatak odası için. Oturma odasının rengine karışmıyorum çünkü zaten banyo ile aynı renk olmasına karar vermişler ve o renk boyadan -upuçuk yeşil- zaten ellerinde varmış çokça.
Wilma ile eve döndüğümüzde, evdeki eşyalarda bir eksiklik dikkatimi çekti. Meğer canım OnurCUM yukarılara ulaşmak için tırmandığı zavallı ikea çalışma masasını göçertmiş alt tarafı masa ortadan ikiye yarılmış, OnurCUM da hoop yere! Neyse ki OnurCUM'a bişiy olmamış da telef olan sadece çalışma masası olmuş. Zaten fazla yer kaplıyordu =P
Bu arada öğreniyoruz ki evin 3 köpeği var. Salvin, Skippy ve Tiny (e köpeklerin de adını değiştirmeme gerek yok artık sanırım!). Salvin bir Mısır tazısı, Skippy karma bişiy türünü bilemiyciim. Tiny ise Yorkshire Terrier cinsi bir zibidi, dili sürekli dışarıda: Boya boyunca bir tenis topu ağzında, ha bire kendisiyle oynamamız için zorluyor bizi. İlk defa bu kadar oyuncu ve laftan anlayan bir köpekle karşılaştığım için çok seviyorum Tiny'i. Gerçi anladığı komutlar türkçe değil ama olsun, onu da öğrenir elbet zamanla! =)
Boya işlerini bir günde bitirmek mümkün değil tabii ki. Cuma günü yine gelip boyaya devam etmek üzere ayrılıyoruz. Niyetimiz Cumartesi gününe taşınabilir hale gelmek. Ne var ki ben eve biraz renk katmak istiyorum. Mesela oturma odasındaki minik vitrinimsi rafı yeşil boyasam nasıl olur acaba? Wilma'ya soruyorum, tamam diyor, kendinize bir ev yapın istediğiniz gibi. Hahaa, sen misin bana bunu diyen? Tabii ki fikirler koşuşuyor kafamda hemen. Mutfak penceresi canlı bir turuncu olsa, yatak odasınınki mavi..banyonunki de kırmızı olsa mesela...Kapıyı da rengarenk boyarız...Yatak odasındaki gömme dolabın rengi de hiç güzel değil onu da mor yapalım! OnurCUM'la boyacıya gidiyoruz, aklımızdaki renkleri bulmaya...
Labels:
boya badana,
evim evim güzel evim
Ev?
Gözlemevinde ilk ayın bitmiş olması ilk maaşımı almamın yanı sıra başka şeyler de ifade ediyor. Mesela artık misafirhaneden çıkmamız gerektiği gerçeğini! Gözlemevinde öğrenciler ve çalışanlar için ayrı mail grupları var. Geçen günlerden birinde ismini bilemediğim birisi bir mail atmış: "Evleri gözlemevine yakınlığıyla bilinen Temelreis ailesi minik dairelerini kiraya vermek ve her zamanki gibi kiracılarının gözlemevinden birileri olmasını istiyorlar. İletişim için telefon numarası: 028......" E artık misafirhaneden çıkmak için fazla vakit kalmadı. Baktığımız birkaç emlakçıdan edindiğimiz bilgilere göre de ev fiyatları pek ucuz değil, üstelik bir de emlakçıya verilmesi gereken komisyonlar vs eklenince...en mantıklı seçim birileriyle ortak eve çıkmak oluyor ama bunu da artık biz istemiyoruz. E hal böyle olunca hemen aradım Temelreis ailesini, telefona Wilma çıktı ama yanında eşi Fred'de vardı. Sonuçta evi makul bir fiyata verebileceklerini, ama önce bir boya yaptırmaları gerektiğini söylediler. Evi görmek için gideceğimiz zamanı kararlaştırdık... ve gittik!
Kocamaaan bir çiftlik düşün, çiftliğe giden yol minik bir patika olarak ayrılıyor asıl sokaktan. Patikanın her iki yanı kocaman bahçe, içinde atlar var. Büyük bir mailkaneye götürüyor patika bizi.
Kapısında Fred'le karşılaşıyoruz, bizi bekliyor. binanın arka tarafına dolanıyoruz, minik birkaç basamak iniyor, içeri giriyoruz. Sağda bir kapı var, içeri giriyor Fred, biz de peşinden. Minicik bir yere açılıyor kapı. Kapının hemen dibinde mutfak tezgahı, musluk vs. sola dönünce de bir koltuk bir kanepe. 10-15 adım ileride bir kapı var, yatak odasına açılıyor, yatak odasının ötesinde de banyo ve tuvalet, banyonun içinde de minnicik bir depo odası. Evet çok küçük ama biz de zaten küçük bir aile değil miyiz? Fiyatı uygun olduktan sonra(merak edip de soramayacak olan vardır kesin, merakınızı gidereyim hadi yine kıyamadım size: £275) iki kişi buraya neden sığmayalım ki? Hem oturma odasındaki kanepe de açılıp misafir yatağı olabiliyormuş.
Ha sahi söylemeyi unuttum, burada evler hep eşyalı kiraya veriliyor, yani eşya derdine düşmemize gerek yok ama evde çatal bıçak bulacağımızı da tahmin etmiyorduk doğrusu. Bizim evin kirasına ayrıca ısınma ve su da dahil. Zaten tüm malikanenin tek bir ısınma sistemi var. Evi ısıttıkları sürelerde biz de nasipleniyor olacakmışız bundan. E geriye bi internet ve elektrik kalıyor, onu da hallederiz elbet bi şekilde diyoruz ve kabul ediyoruz. Ne var ki yakın zamanda evi boyamaları gerektiğini söylüyorlar. Benim için über eğlenceli bu işe burnumu sokmazsam olmaz. Boya yapılacağı zaman bize haber verecekler!
Labels:
evim evim güzel evim
Gözlemevinde ilk ay
Gözlemevi Ankara'daki gibi halkgünleri konusunda pek aktif görünmüyor ama randevu alarak gelen bir çok topluluk var. Gözlemevi müdürü, Mario, bu gezilerde gözlemevini, tarihini, ve gözlemevinin önemli bir parçası sayılan Astroparkı anlatıyor gelenlere, gezdiriyor hava şartları el verdiğince. Bu gezilere doktora öğrencileri de katılırsa Mario'nun epeyce hoşuna gidiyor. Aslında katılmamak için fazla neden yok. Mesela Türkiye'deki gibi zorunlu bir iş olmadığı için insanın içinden gelerek yardım etme duygusu daha rahat bir şekilde sahneye çıkabiliyor. Ama bunun yanı sıra yardım eden öğrencilere ekstra cüzi bir miktar para da veriliyor.
Türkiye'de çoğu üniversitede gereksiz görülen meteorlar ve kuyrukluyıldızlar burada çalışılan belli başlı konular arasında yer aldığı için bir bakıma hobim haline gelmiş bu konuya burada daha çok vakit ayırabileceğimi düşünüyorum. Aralık'ın 13'ünde Geminid akanyıldız yağmuru gerçekleşecek. Bunun için gözlemevinde bir etkinlik düzenlenmesini öneriyorum, Mario'nun hoşuna gidiyor. Daha sonraki birkaç karşılaşmamızda ve çeşitli toplantılarda dile getiriyor, benim sahiplendiğimi görünce seviniyor. Genellikle bu tür etkinlik fikirleri ortaya atılıyor ama sonrasında sahipsiz kalıyor anladığım kadarıyla. Ankara'daki öğrencilik yıllarımda yine meteorlarla iligli birçok etkinlik düzenlemiş hatta bunlarla ilgili minik el kitapları da hazırlamıştım. Mario'ya bundan bahsediyorum, isterse kitapçığı ingilizceye çevirebileceğimi, buraya uyarlayabileceğimi söylüyorum, çok mutlu oluyor yine.
Bilgisayara birşeyler kurmak için gözlemevindeki tüm bilgisayarların patronu olan Sıska'ya gitmek gerekiyor her seferinde. Eğer gözlemevinin lisanslı bir photoshop'u varsa benim bilgisayarıma da kurmasını rica ediyorum. Ne var ki bana Gimp öneriyor ve photoshop'u ne için kullanacağımı soruyor. Çoğu kimse aslında Word'deki minik resim özellikleri ile yapabileceği basit işler için photoshop gibi kocaman programlar kullanıyorlar diye de ekliyor. Gözlemevi için bir meteor kitapçığı hazırlayacağımı ve görselleri hazırlamak için photoshopa ihtiyacım olduğunu söylüyorum ama pek tatmin olmuşa benzemiyor, photoshopla yapacağım birkaç işlemi anlatıyorum. Tamam o zaman diyor ama satın almamız gerek ben bir bakayım. Hali hazırda satın alınmamışsa sırf bu iş için alınmasına gerek yok ben Gimp öğrenmeyi deneyeyim de olmazsa o zaman başka bir yok ararım diyorum. Üzerinden 2 gün geçiyor, programı satın aldığını söylüyor Sıska bana. İnanamıyorum. 10-12 sayfalık bir kitapçık için adamlar yaklaşık £200 ödüyorlar bir anda.
Sonradan öğreniyorum ki çoğu kimse Sıska'dan pek haz etmiyor çünkü istedikleri her işi hemen yapmıyor ve kendilerine zorluk çıkartıyormuş. Bu olayı anlattığımda, Sıska'yı epeyi etkilemiş olmalısın diyorlar. Adobe'un üniversiteler ve öğrencilere yaptığı indirimden faydalanalım diyoruz Sıska ile ve programı benim üzerime kaydediyoruz. Adıma lisanslı gerçek bir photoshop'um var artık! Hem de 27" ekranda kullanıyorum! E bu durumda kitapçıktaki tüm görseller de bana ait olacak sanırım. Çünkü Mario internette yapılan basit bir arama sonucu çıkan görsellerin kullanılması durumunda telif hakları ile ilgili bir sorun çıkmasından endişelendiğini söylemişti bana. Eh işte photoshop'u doyasıya kullanmak için güzel bir fırsat!
Bu arada ilk ayım bitti bile. Maaşımı aldım! (evet çalışırken gözlük takıyorum, çünkü bilgisayar ekranı canıma okuyor.)
Bilgisayarlardan ve gözlemevinin güvenlik yönetiminden sorumlu, huysuz suratsız ihtiyar Cef, koca bir vazoda bir çiçek getiriyor bana. Zerrincim'den "yeni işin hayırlı olsun" çiçekleri. Harika lilyumlar! Kocamanlar! Ve harika kokuyorlar!
Labels:
ilk ay bitti bile
Armagh'a hoşgeldik
Çoğu gün gibi yine yağmur dolu ve gri bulutlu bir hava var. Şemsiyelerimize ve kapşonlarımıza sığınarak haftalık alışverişimize gidiyoruz. Marketten çıktığımızda yağmur henüz dinmiş. Yukarılarda bir pencereye gözüm ilişiyor, rengarenk birşey yansıyor cama. Neymiş diye dönüp arkamı yukarı doğru bir bakıyorum:
Labels:
angels in the rain,
armagh
Belfast'ta normal bir gün
Kalacağım ve çalışacağım yerle tanıştıktan sonra sıra Belfast'taki üniversiteye gidip kayıt işlerini tamamlamaya gelmişti. Bu arada bir de katılmam önerilen adaptasyon semineri vardı ki gerçekten de keyifli geçti.
QUB'un hemen karşısında öğrenci birliğine ait bir bina var. Türkiye'de her türlü öğrenci birliklerinin canına okunurken burada öğrenci birliğine ait bir bina!! İşin aslı neredeyse tüm ülkelerdeki üniversitelerde öğrenci birliklerinin güç sahipleri tarafından nahoşlukla karşılanacağını zannediyordum. Sanırım Bonn'da durum böyle olduğu için bu kanıya varmışım. Ne var ki öğrenci binasında minik kafeteryalar, zengin menülü bir öğrenci restorantı, üst katta öğrencilerin kafalarına göre takılabileceği koltuklar kanepeler televizyonlar ve kocaman bir alan. Bu alanda her zaman ne yapılıyor bilmiyorum ama bugünlerde aşırı ucuz poster satışı var. Tabii ki hemen nasiplendik. Mesela ofiste benim masamda benden önce oturmuş olan velet noel baba kılığında azrail posterleri falan asmıştı sağa sola. İlk iş onları indirdim ama yerine ne asacağımı bilemiyordum, işte bana bi dolu seçenek! Kocaman bir dandelion posteri aldım ofis için, evimiz için de kermit ve snoopy posteri. Nedir yani henüz evimiz yok diye, asla olmayacak değil ya, olacak elbet, hem de yakın zamanda olacak ve o zaman mutlaka bu güzel posterleri asacağız!
Belfast şimdilik keşfettiğimiz kadarıyla çok büyük bir yer olmasa da güzel dükkanlar barındırıyor, Disney market mesela! E girip de eli boş çıkmak olmaz. Zaten ben de kendime kupa alıcam diyordum, bir türlü kafam göre birşey bulamıyordum, tesadüfe bak ki birbirinden güzel Eeyore kupaları..ve OnurCUM için de Tigger! Üstelik kupanın içinden bir de peluş çıkıyor!
Labels:
Belfast
Gözlemevinde ilk günler
Gözlemevindeki ilk günüm epeyce yoğun geçti çünkü önemli misafirler gelmiş gözlemevine. Öğle yemeğine hemen aşağıdaki Fransız lokantasına gidiyor topluca, Simon benim yanıma oturuyor, benim yemeğim gelmeden yemeğine başlamıyor.. Benzer durum daha önceki yıllarda bir profesörün evinde yemekteyken olmuştu, karşıma Effelsberg gözlemevinin müdürü koskoca profesör oturuyor ve sadece ben şarabımı yudumladıkça içkisini içiyor... Beyefendilerle karşılaşınca şaşırmamam gerektiğini o gün öğrenmiştim güya ama üzerinden o kadar vakit geçince yine şaşırdım tabii.
Sonra odamı ve masamı gösterdiler bana. Malumunuz şu yazıda paylaşmıştım yaşadığım şaşkınlığı. Odam kütüphane binasında. Bir Hintli bir Alman vatandaşla paylaşıyorum odamı. Hintli kız, adı Naz olsun mesela, çok sevimli bişiy, danışmanlarımız da aynı zaten, en iyi arkadaşım o olacak gibime geliyor. Alman bebe de, adı Runner olsun, gayet iyi niyetli, ve belli ki işinde de başarılı. Doktorasını bu yıl bitirmiş, birkaç gün içinde savunmasını yapacak ve mezun olacak, Güney Kore'ye post-doc. yapmaya gidecek. Odamızda bir yeni bilgisayar daha var, onun sahibi henüz ortalarda yok ama kütüphanedeki diğer odada çalışan MK'nın (ki bu da Hintli bir kız ama hiç sevimli değil, aksine böyle şeytani halleri var ki çok feci, MK=Mal Karı) bir kongreden tanıştığı arkadaşıymış, hatta Runner da tanıyormuş bu elemanı. Adı, daha sonra anlatacağım nedenlerle Yutak olsun bu arkadaşın. Yutak da gelince 4 kişi olacağız odada gerçi şimdiden ikidebirde odaya girip yan masamdaki yazıcıdan çıktı alan ve her geldiklerinde dakikalarca konuşan MK ve Ebil var...
Labels:
AO
donmuş -> yanmış
Misafirhanede genellikle dondurulmuş gıda tüketiyoruz. Türkiye'de taze yemek yapmak çok daha sağlıklı ve ekonomik olsa da buralarda pek öyle değil. Hatta Sainsbury'sin "basic" kategorisinin temelini donmuş gıda oluşturuyor diyebiliriz. Mesela 10lu pakette satılan fingerfishler (hani şu ince uzun, parmak şeklindeki balıklar) £0.70 yani yaklaşık 2TL. Türkiye'de ise bunları 5TL'den ucuza bulmanız mümkün değil.
Neyse ha bire dondurulmuş gıda, ha bire mikro dalga kullanırız da ben bu işe burnumu sokmam mı? Sokarım tabii. Bir mikrodalgada patlamış mısır maceramın sonucunu sizinle paylaşmaktan guru(!) duyuyorum. Buyrun sonuç:
Neyse ha bire dondurulmuş gıda, ha bire mikro dalga kullanırız da ben bu işe burnumu sokmam mı? Sokarım tabii. Bir mikrodalgada patlamış mısır maceramın sonucunu sizinle paylaşmaktan guru(!) duyuyorum. Buyrun sonuç:
Labels:
mikrodalga
Armagh'ta ilk günler
Sonunda yıllardır adını duyduğum o minik ve sevimli şehre geldik. Gözlemevi misafirhanesinin en büyük odası bizim, burada 1 ay boyunca kalmamıza izin veriyorlar, daha sonra da kalmaya devam etmek istersek ücretini ödememiz gerekiyor.
İlk gün N. bize biraz şehri gezdiriyor biraz da Belfast hakkında bilgi veriyor. Belfast Armagh'a 1,5 saat uzaklıkta bir şehir, Kuzey İrlanda'nın da başkenti aynı zamanda. Otobüslerin nerden kalktığını, saatleri, pratik bilgileri, en yakındaki marketi vs. gösteriyor bize.
Misafirhanedeki ikinci günümüzün akşamında adının Ebül, değil tabii ki ama burada böyle bahsedeceğim, olduğunu sonradan öğrendiğim Alman bir PhD öğrendici geliyor bize bakmaya, sağ salim gelebilmiş miyiz, herşey yolunda mı diye. Hatta bizi dışarı da davet ediyor ama henüz hazır değiliz o kadar sosyalleşmeye. Arkasından Simon geliyor, benim sevgili patron! O da bir görmek istemiş beni, ve de tanışmak. Hem hoşuma gidiyor hem de acayip heycanlanıyorum.
Misafirhane ile gözlemevi dipdibe, yürüyerek 5dk bile sürmüyor. Hemen karşı kaldırımdaplanetaryum var, onun biraz yukarısında, bolca ağaçlar arasında da gözlemevi.
Alışveriş için Sainsbury's'e götürüyor N. bizi,dönüşte Mall'daki çimlere yayılıyoruz biraz. (Mall için meydan diyordum ama meydan için Square kullanılıyor ve ben Mall'ı ne olarak çevirebileceğimi bilmiyorum.). Sonrasında da ilk akşam yemeğimiz, finger fish, salçalı spagetti, patates salatası ve portakal suyu!
İlk gün N. bize biraz şehri gezdiriyor biraz da Belfast hakkında bilgi veriyor. Belfast Armagh'a 1,5 saat uzaklıkta bir şehir, Kuzey İrlanda'nın da başkenti aynı zamanda. Otobüslerin nerden kalktığını, saatleri, pratik bilgileri, en yakındaki marketi vs. gösteriyor bize.
Misafirhanedeki ikinci günümüzün akşamında adının Ebül, değil tabii ki ama burada böyle bahsedeceğim, olduğunu sonradan öğrendiğim Alman bir PhD öğrendici geliyor bize bakmaya, sağ salim gelebilmiş miyiz, herşey yolunda mı diye. Hatta bizi dışarı da davet ediyor ama henüz hazır değiliz o kadar sosyalleşmeye. Arkasından Simon geliyor, benim sevgili patron! O da bir görmek istemiş beni, ve de tanışmak. Hem hoşuma gidiyor hem de acayip heycanlanıyorum.
Misafirhane ile gözlemevi dipdibe, yürüyerek 5dk bile sürmüyor. Hemen karşı kaldırımdaplanetaryum var, onun biraz yukarısında, bolca ağaçlar arasında da gözlemevi.
Alışveriş için Sainsbury's'e götürüyor N. bizi,dönüşte Mall'daki çimlere yayılıyoruz biraz. (Mall için meydan diyordum ama meydan için Square kullanılıyor ve ben Mall'ı ne olarak çevirebileceğimi bilmiyorum.). Sonrasında da ilk akşam yemeğimiz, finger fish, salçalı spagetti, patates salatası ve portakal suyu!
Labels:
armagh
27 Aralık 2010 Pazartesi
Armagh'a varış
>
Uçaktan indiğimizde Arma Cabs'ten bir taksinin bizi bekliyor olması gerekiyordu. Aileen'in bana detayları gönderdiği maili tekrar tekrar okuyup doğru yerde arandığımızdan emin oldum defalarca ama yine de taksi yoktu ortalarda. Arma Cabs'i aradım ben de, taksinin orada olması gerektiğini, iletişime geçeceklerini söylediler. Bir süre sonra taksi firmasını tekrar aramayı düşünerken bir süredir göz hapsinde tuttuğum taksici yanımıza geldi ve birbirimizi bulduk sonunda. Ne var ki arabanın ön koltuğunda bir bayan vardı. Kafamız karıştı biraz, valizleri bagaja sığdırmaya çalıştık ama olmadı, arka koltuğa aldık üçünü, sıkış tepiş bindik. Normalde çok sorun olmaz ama onca gerginlik, onca yorgunluk ve üstüne de neredeyse 1 saat sürecek bir yolculuk için pek de hoş bir durum değildi. Neyse, ses etmeden devam ettik yolumuza, vardığımıza N. gözlemevi misafirhanesinin kapısında bizi bekliyordu. İndik, yerleştik, tanıdık birini görünce neşelendik.
Sonunda aylardır uğraştığımız yere varmıştık!
Labels:
arma cabs,
vardık sağ salim
Uçuyoruuz
Bol dersli, bol alışveriş kaçamaklı, akşamları arkadaşlarla hasret giderilen, özlenilen bazı yerlerde dolaşılan bir Bonn kaçamağı, pardon yaz okulu demek istedim, sona erdiğinde tabii ki elimizde bi dolu fazla eşyamız vardı. Hafta ortası gibi durumu fark edip bir koca kargo göndermiştik zaten Armagh'a ama son gün son dakika işlerimiz olmazsa olmaz, bir ko0li daha çıkardık. Sabah kahvaltısına sevgili Ziad ve Elena gelmişlerdi, Goffredo ve Isadora ile ortak arkadaşlara sahip olmak böyle de keyifli bir etkinliğe vesile olmuştu. bir yandan eski dostlarla keyifli bir pazar kahvaltısı yapıp bir yandan da öğleden sonraki uçağa yetişebilmek için valiz hazırlıklarına girişerek, yine koşuşturmacaları bir son gün yaşadık Bonn'da, geriye de koca bir koli bıraktık Goffredo ertesi gün bizim adresimize postalasın diye.
Uçağa gidişimiz sakin oldu aslında, çünkü şehir merkezine gidip otobüsü yakalamak ve bu aradad zilyon tane valizle boğuşmak işimize gelmediğinden havaalanına taksiyle gittik. Yaz okulundan verdikleri harçlık gerçekten de işe yaradı =)
Havaalanında valizleri verirken önceden satın aldıklarımıza ek bir bagajımız daha oldu. Derdimiz aktarmalı uçuşlarda bu fazla bagajın sorun çıkarmamasıydı.
WOS: Bu fazla bagaj için sadece bi kere ödeme yapıyoruz değil mi? Londra'da tekrar ödeme yapmamızı istemeyecekler değil mi?
Görevli: Yok, hayır, öyle birşey olmayacak. Siz Londra'daki görevlilere bu makbuzu gösterdiğinizde sizden bir daha ödeme yapmanız istenmeyecek.
Peki, ablanın sözüne inandık, güvendik, fazla bagaj ücretini bayıldık.
Londra'ya varıp da Belfast'a doğru yeniden check-in'e girdiğimizde tam da akıllardan geçen şey oldu.
Görevli: Bu ödeme sadece Bonn-Londra uçuşunuz için geçerli, Londra-Belfast uçuşunuz için bir kez daha ödeme yapmanız gerekiyor.
WOS: Hasbinallaaaaaah!
Mevcut tüm şekillerde itiraz etmemize rağmen görevli nuh dedi de peygamber demedi. Naapalım, bari Bonn havaalanında yaptığımız salaklığı biraz olsun azaltalım. Bir şekilde valizleri birleştirelim de hem fazla bagaj hem fazla kilo ödemek yerine sadece fazla kilo ödeyelim. Gidip civardaki dükkandan büyükçe bir valiz satın aldık, kimi eşyalardan vazgeçmeye çalıştık ama bunlar birkaç bedava uçak dergisinden öteye geçmedi. Sonunda bir şekilde ayarladık ve sıraya girdik. Sıra tam bize geldiğinde iki farklı banko boşaldı. OnurCUM, önceden konuşmuş olduğumuz bize ödeme yapmamızı söyleyen görevliye gitmemizi önerdi ama ben görevlinin boğazına tırnaklarımı geçirip fışkıracak kanlardan ne kadar zevk alacağımı düşünmekte olduğumu farkedip diğer görevliye gitmemiz konusunda ısrar ettim. Ne de olsa yeni bir görevli yeni bir bakış açısı ve yeni bir şans demek olabilirdi. Keza öyle de oldu. Adam valizleri aldı, fazla valizi de aldı, ve bizden para falan istemedi. "Emin misin?" dedik "Amca bizi yakma sonra?", "Yok yahu ödemişsiniz ya zaten" dedi, kocaman bir ohhh çekip deriiiin ve uzun bir küfür savurduktan sonra diğer mal müdürüne, pardon görevliye demek istedim tabii ki, uçağa bindik ve yeni hayatımıza doğru yol almaya başladık.
Labels:
fazla bagaj,
uçuşlardayız yine
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)