31 Aralık 2008 Çarşamba

iç kitabı


"Sen, içini çıkarıp vermek istiyorsun başkalarına. Başkaları da bilsin, sana baksınlar diye...değil. Sen gibi baksınlar dünyaya diye. Çünkü orda baktıkça, tanıdıkça, anlattıkça çoğalan, gerçekleşen bir acı var. ... Bilsin bakalım onlar da, nasıl oluyormuş hiç anlaşılmayacak bir dilde oluşan bir başka evreni..taşımak..içinde.."

Çıkarıp versem mesela ellerimi, birkaç satır yazı yazsanız.. kaçınız korkmadan devam eder yazmaya, kelimelere ortasından başlayıp sonra başını yazan bir eli olunca? benim ellerimle kavrasanız bir cam bardağı ve baksanız ki en olmadık anda itiraz etmiş o el o bardağı taşımaya, paramparça olmuş cam, ister miydiniz o eli? Ya da sevginin elini tutmaya korkan, bir tuttu mu da bıraksa kangren oplup öleceğini sanan bir eliniz olsa, kaç kere yeniden cesaret edebilirdiniz ki sevgiye?

Gözlerimi versem size.. Bulutlara baktığınızda aklınıza sel altında kalan çocuğunu kurtarmaya çalışan bir babanın görüntüsünü getiren; toprağa baktığınzıda insanların görmeden ezip geçtiği solucanları hatırlatan; bir bebek gördüğünüzde korunamayacağı binlerce sıkıntı ve kalbini kıracak haksızlıkları düşündüren, saate baktığınızda kendinizi zamansız bir uzayda hissettiren; anlamaya ve anlaşılmaya açılan kapınızın kilidi olan bir çift göz ister miydiniz?

Ya da kulaklarımı versem? Çığlıklar, sessizlikler, bombalar, damlalar, koşuşlar, uçuşlar, sesler, sesler, sesler... duymak ister miydiniz ben gibi?

Ben Zakkum olduğumu düşünürüm yaklaşık 8 senedir. "Hayır! Hayır, hiç de sanıldığı gibi değil; bir zakkum seçemez zakkum olmayı. Ağır ağır gerçekleşen bir zorunluluktur bu. Zaman alır bir zakkum olmak. Bir ömür sürer zakkum olmak, bir zakkum için. Zehrini yaratmak, sagılamak kendine ve en son alışmak zehrine, bir ömür alır. Zehri taşımak, zehirlenmekten daha çok acıtır canı."

Ya sen? En iyi ne anlatır seni?

29 Aralık 2008 Pazartesi

HB2U!


Benim içim kararınca, kendimi bi garip hissedince, ve sanırım hep bir uyumsuz kalınca dünyaya... hep böyle zamanlarda okuyorum "iç"i; git gide içe yöneliyor, gittikçe içi görüyor, daha iyi anladığımı sanıyorum içi her seferinde... Mutlu zamanları paylaşamasan da her zaman gönlünce, en sıkıntılısı kendini anlaşılmaz hissettiğin yalnız zamanlardır ya, işte o zamanlarda hep yetişir bana bu "iç". Umarım sen de seversin, umarım sen de iç'inden bişiyler bulursun, umarım kendimi en çok bulduğum bu iç'i anlar, seversin sen de... İç'indeki tüm güzelliklerle, tüm güzelliğinle; nice mutlu, huzurlu yıllar senin olsun Onur'cuk, doğum günün kutlu olsun!



İpucu1: Uğurevler her neresi ise, size çok uzaksa, yarın tüm gün evde otur uslu uslu, kar yağışı fazla olunca sihirlerde gecikme olabiliyor. Yok yakınsa o zaman kalk git sihire yardımcı ol biraz.

28 Aralık 2008 Pazar

kaaar, yokuuuuş ve atraksiyoooooon!


Dayanamadım sonunda evdeki psikopatlığa, "Zerrin'cim hadi sana bi kahve ısmarlıyım" dedim, bi bahane uydurduk evdekilere, attık kendimizi sokağa. Sitenin merdivenlerini çıkınce her zamanki kar manzarası ile karşılaştık, lapa lapa yağan kar sonucunda yokuşun dibinde birbirine girmiş bi dolu araba, sinirden gülen araç sahipleri, aracı çekmeye çalıştıkça daha fazla arabanın birbirine çarptığı bir kaos, ve benim kahkahalarım. Zerrin'cim kızdı tabii gülünmez diye ama ben bu sahneye gülüyorum, çünkü araçlarda ciddi bir hasar olmuyor, arabalar bir türlü laf dinlemiyor, kar tüm haylazlığıyla yağmaya devam ediyor ve gülmekten başka yapacak birşey olmuyor. Köşedeki taksi durağına doğru ilerledik, durakta taksi yoktu, yeni araba gelene kadar kazayı biraz daha izleyelim dedik. Amanın o da ne!!! Bizim arabalardan biri!!! Sülale kalabalık olunca ailedeki araba sayısı da fazla oluyor haliyle. "AaAAAaaAAA bizim arabaaa" çığlıkları eşliğinde arabanın yanına koşunca diğer araç sahipleri gülmeye başladı bu sefer, bu kar kaymaları her ne kadar maddi zarar veren türden kazalardan olsa da herkesi güldürüyor bir şekilde, arabalar söz dinlemeyen yaramaz ufaklıklar gibi oluyor çünkü. Hemen telefon ettik teyzeme, neyse ki onlar da bizim evdelerdi, hemen indi Şişko'cum; polis, diğer araçların sahipleri, etraftaki meraklı insanlar vs... Çok ciddi bişiy yok tabii bizim arabada ama atraksiyon oldu işte akşam akşam. Sonra da gittik kahve dünyasında birer kahve içtik, çene çaldık, deşarj olduk, geri geldik sevgili tımarhanemize..

bakalım bakalım

Dönüş biletim olmadan, nerede kalacağımı bilmeden, mantığımı bile yanıma almadan çıktım yola pazar gecesi 23:30'da. Sabah 5,5'da Esenler Otogarı'ndaydım. Biraz bekledim, Çiko'cum geldi, gittik bi güzel kahvaltı yaptık Bonn'daki arkadaşlarımıza hediyeler aldık, Taksim'e gittik dolandık, bana kestane aldı ve servise bindirdi.

Yola çıkarken aklımdaki şey Taksim'de makul mantıklı bir mekan bulup, "ben geldim, son bi kere görüşmek konuşmak istersen buyur beklerim" demekti Mr. Rude'a ama sonra farkettim ki orada görmek istediğim diğer insanlar da var, "yürü be kızım kim tutar seni" dedim kendime, düştüm yollara. Sonrasını ne sen sor ne ben anlatayım...Garipti diyebilirim ancak. Akşam peder beyi aradım, Kadıköy'de buluştuk, eve gittik, ona facebook'u öğrettim, saat 2 civarında da yattık uyuduk. Ctesi günü sabahtan düştük yollara, Özsüt'te hızlı bir kahvaltı yaptık sonra hayırsız kuzenimin iş yerine gittik, affettim tabii görünce, sarıldık koklaştık, viaport yollarına düştük, ben sinir krizleri geçirdim bir miktar, alışveriş yapmayı sevmeyen bir cadı olarak epeyi zorlandım ama geçti gitti bi şekilde işte. Ardından Mr.Rude'un yanına gittim yine. Akşam vakti de tuttum elinden getirdim Ankara'ya... Çok kolay söylediğimi sandığı ayrılma meselesinin aslında kolay olmadığını ama sandığından fazla üzüldüğümü anlatmaya çalıştım bi kez daha ama bunca zaman beceremediğim şeyi şimdi de becerebildiğimi hiç sanmıyorum. Bu hafta bakalım bakalım dedik...bakalım bakalım.. görücez tamam mı devam mı...

Evde durumlar o kadar boğucu ki bunu anlatmamın mümkünatı yok. Koşa koşa kaçıp gitmek istiyorum evden, herkese ve herkese sinir oluyorum. En çok da misafir adı altında gelip ailenin huzurunu bozan insanlara sinir oluyorum. Sözkonusu canlının benimle aynı tarihlerde Türkiye'ye gelip gitmesi ise ancak benim tatillerimi zehir etmekte. Adam psikopat diye tüm terbiyesizlik, küstahlık ve edepsizlik haklarını nasıl alabiliyor bilmiyorum ama bu şekilde devam ederse benim de o kötü yüzümün ortaya çıkması çok yakın.

Sinirliyim, gerginim, gitmek gitmek gitmek istiyorum. Ya da açılıp şöyle bi koca tokat yapıştırmak istiyorum suratına!

Kar yağıyor bu sabahtan beri, şehre indiğimde karla kaplıydı her yan, ama çıkıp kartopu oynayacak kimsem yoktu işte.. kendi kendime "kar yağıyooo" nidalarımı dinledim durdum. Kar hala yağıyor ama bende ne huzur var ne neşe... Tüm bencil insanlardan nefret ediyorum, beni seven herkesin bencil olmasından da nefret ediyorum. bi bahane bulup çıkıp gitmek istiyorum bu evden. hayal ettiğim tatilimin içine eden herkesin tek tek elini sıkıp teşekkür etmek istiyorum. Gerçekten sayenizde tam da ihtiyacım olan tatili yaşıyorum!

24 Aralık 2008 Çarşamba

uzatmayalım daha fazla


şimdi tek bir damla bile akmıyor...

Tüm damlalar farklı zamanlarla damla damla akmıştı. Son damladan bu yana, dünden beridir yani, bugüne yeni damla biriktiremedik. Her damlada bir damla sevgi soğur, yerine bir damla hüzün, bir damla yalnızlık gelir içimde. Çok aktı damlalar şimdiye kadar, o kadar çok akmış o kadar çok soğutmuş ki içimdekileri şimdi yeni damla akmıyor artık. Son damlalardan bu yana yeni sevgiler yeni mutluluklar koyamamışız demek ki, bu yüzden akmıyor damlalar bugün. Sadece bir damlacık gözyaşı gelip gelip kaçıyor içeri geri, akmak istemeyen bir damla, akıp da içimi iyice boş bırakmak istemeyen bir damla, kıyamayan bir damla var..akmıyor belkiyor hala..

Akıtarak eksilebileceği kadar eksilmiş içimde zaten, geriye kalanlar ancak zamanla aşınacak bir sevgi ve özlem ve belki ucundan ucundan örülmeye başlanmış birkaç minik hayal ilmeği...ki en çok da bu hayal ilmekleri acıtır zaten.

diyecek birşey yok artık. kimse kimseyi isteyerek üzmedi, isteyerek kırmadı, isteyerek acıtmadı. kızacak birşey yok...üzülünür artık ancak...karnınla kalbin arasındaki boşluğun canını acıtmasına katlanabilmek için ellerini bağlarsın göğsünde sıkı sıkı, iki büklüm olur kıvrılırsın, kendi göğsüne koyarsın başını, gidip de alamazsın kalbini geri ama kar taneleri burnunun ucuna düşe düşe, ıslak saçların yanaklarına değe değe, gözlerini kaldırımdan ayırmadan yürür ararsın kalbini, acaba en son ne zaman nerde düşürdü kalbimi diye, acaba toplasam parçalarını yeniden birleştirebilir miyim diye, neyle yapıştırsam eskisi kadar sağlam olur kalbim diye diye diye..

Kar ve Ayva Tatlısı!



Sabah 5,5 du sanırım otobüsten indiğimizde, her ne kadar Ankara'ya yaklaştıkça ben ara ara uyanıp cama çarpan kar tanelerini görmüş olsam da gece vakti Emek'in o karla kaplı, sessiz ve pembeye çalaan sokaklarının verdiği kar mutluluğu bambaşka! Yürüyerek gittik eve Aşti'den, Zerrincim kayıp düşme tehlikesi ve muhtemel sapıklardan korkarken ben iki de bir "kar yağıyo yaa, ne süper bişiy di miiiii" nidalarıyla pek bi rahatsız ettim onun korkularını, yolun sonunda artık o da karın tadına vararak fotoğraflar çeker hale gelmişti =)


Evde misafir olduğu için bu saat oldu hala çıkmadım yataktan, karşılaşmak istemiyorum, karşılaşınca nasıl davranacağımı da bilmiyorum zaten. Ha şimdi ha biraz sonra diye diye ertelediğim banyo sefam ise az önce anneannemin odama ayva tatlısı getirmesi ile en büyük darbesini almış durumda. Uzun bir banyo keyfi düşlerken şimdi aklımdaki tek şey bi an önce misler gibi kokan temiz bir cadı olup çıkıp anneannemin mükemmel yemeklerinden yiyip üstüne tatlımı yemek. Ayva tatlısı için yılbaşı akşamına kadar beklemem gerektiğini düşünüp heycanlanırken böyle hiç beklenmedik bir anda onu karşımda görmek beni çok etkiledi doğrusu. Patlayana kadar ayva tatlısı yemek istiyorum!

24 Aralık 2008 - 00:57

yazmam gerek, o güzel gülen gözlere ve kendime haksızlık etmemek için...
yazmam gerek, o güzel dakikaları unutması kuvvetle muhtemel hafızama kurban etmemek için...

Gece 2,5da bindik Kent'in Kayseri arabasına, iğrençti. Fen-Edebiyat fakültesine vardığımızda sabah 8,5 civarındaydı, 09:55'di İbrahim Hoca'nın kapısını tıklattığımda, seminerime başladığımda 10:15, rahata erdiğimde sanırım 11'di.

Zerrincim, OnurCUK ve Ziza ile birlikte keyifli adımlarla ilerlemeye başlayıp titrek tavşanı gördüğümüzde kampüste, saat kaçtı bilmiyorum. Sanırım Stresi Rahatlık geçiyordu. Eve vardık, biraz zaman aldı benim hayatımın en rezil seminerini vermiş olmamın huzursuzluğunu ve fakat atlatmış olmamın verdiği rahatlığı farketmem. Ziza ve OnurCUK hemen kahvaltı hazırlıklarına giriştiler, aslında sabah 6'ya kadar beklemişlerdi kapılarını çalmamı ama böylesinin daha iyi olduğuna karar verdik sonradan, hayatımın en dostane ve en lezzetli kahvaltısını yaparken. Özellikle OnurCUK'un yaptığı peynir tavalama ve Ziza'nın yaptığı ekmeği anlatabilmeyi, ben yazdıkça sizin ağzınızda o tadı hissettirebilmeyi çok isterdim ama o şans bana aitti bu sabah.
Mükemmel ötesi bir kahvaltının ardından oturma odasına geçtik, aktarılacak filmler diziler müzikler ders notları, izlenecek komik videolar ve OnurCUK'un XVI. Ulusal Astronomi Kongresi'ndeki konuşması vardı bizi bekleyen. Gün içinde Mehemet ve James ile tanıştık, Seval'i de ağırladık kısa bir süre, Lazca'dan bahsettik, facebook çılgınlığından, 80leirn sonu 90ların başındaki çizgi filmlerden ve arkadaşlarımızdan bahsettik.
Zaman nasıl geçti bilmiyorum, tek bildiğim kendimi çok "aitmiş" gibi hissettiğim, uzun zamandır özlediğim sohbet ve çok güzel bir mutluluk tadı... Kocaman bir teşekkür burdan sizlere, o güzel gün ve içimi ısıtan o güzel gülen gözleriniz için..

Akşam vakti, Şener ve taze sözlüsü ile buluştuk, halamın evine gittik. Babaannem de ordaydı, ve Zekiye ve çocukları. Son bıraktığımda pencereden dışarı bakıp "dıgıl dıgıl" diyen Elif'i artık konuşan ve yürüyen ve hatta sıkıca parmaklarımdan tutup benimle danseden bir tombalak olarak buldum karşımda. O huysuz Ayhan'ın artık ilkokul 2.sınıfa gittiğini ve ben yokken insanlara benden bahsettiğini öğrendim "biliyo musun bizim ailemizde astronom var, bana uzak kitapları alıyor" diye. Akşamın beni en çok güldüren hikayelerinden birisi ise babaannemin babam çocukken bir ayakkabıcıya yaptırdığı ve kaybolmasın diye babamın beline taktığı lastik ipli tasma oldu. Evet ya, kaybolmasın diye bir tasma yaptırmış ipi lastikten ve beline takarmış dışarı çıktıklarında. Hay allahım yaa =))) Ve...hemen üstüne... en sevdiğim çocukluk arkadaşım ve aynı zamanda da çok uzak da olsa bir akrabam sayılan Taner'in evlendiğini öğrendim, içim kırıldı, gözlerim doldu, konuyu değiştirdim hemen. O benim en iyi çocukluk arkadaşımdı. Yazın benim için en sıkıcı İstanbul günlerinin bile en keyifli hatıraları, sabaha kadar atari oynadığım, birlikte salıncağa bindiğim, birlikte yaramazlıklar yaptığım en iyi arkadaşım evlenmişti, bana bir davetiye bile göndermeden, bir telefon bile etmeden bir kısa mail bile yazmadan... Daha sonra terminalde oturup otobüsümüzün kalkış saatini beklerken Zerrincim'e anlatıyordum ne kadar kırıldığımı, 3 damla damladı gözümden, durdurdum gerisini ama içim burukldu yine.

Ve fakat bugün çok güzel bir gündü tüm "ama"larına rağmen:
- seminerimi verdim her ne kadar bana yakışan bir şekilde olmasa da, çok da kötü değildi
- Ziza'nın blogunda benden bahsettiğini görüp mutlu oldum ama üzüldüm sabaha kadar uykusuz kalmalarına sebep olduğum için
- OnurCUK'un süper süprizi beni çok mutlu etti
- Bol bol güldüm hiç rol yapmadan, hiçkimseye "Türkiye'yi temsil ediyor olma kaygısı" hissetmeden, içimden geldiğince, içimden geldiği gibi güldüm bol bol
- Huzurlu hissetttim kendimi
- Şener için ne kadar önemli olduğumu hissettim, çok önemli olmasam da yine de önemliler arasında olduğumu görüp çok mutlu oldum
- Ayhan'ın beni benden bahsedecek kadar hatırlamasına çok sevindim
- Elif'le dansetmeyi sevdim
- Bu güzel günü yaşarken Zerrincim'in de benimle olması öyle iyi geldi ki..zaman zaman canının sıkılmasına üzülmeme rağmen sıkıntıdan fazla mutluluk paylaştığımızı düşünüp "iyi ki gelmiş" dedim

Şimdi otobüsteyiz, yine Kent Turizm'de. Giderkenki pis ve huzursuz yolcuğula rağmen neden yine Kent'le döndüğümüzü bilmiyorum, ama şunu çok iyi biliyorum ki bir daha asla Kent'le seyahat etmeyeceğim. Hatta kendime yaptığım bu haksızlıktan ötürü haftasonu İst. seyahatimi KamilKoç Rahat Hat'la yaparak kendimden özür dileyeceğim.

Ve bi de...
...eve uyuz misafirler gelmiş, o yüzden hiç eve gidesim yok.
... yarın akşam Bilimliler toplantısı var ama mekan hala belli değil, sinir oldum, en kötü ihtimalle Zeynep'le mutlaka buluşucaz.
... İst'a Perş .akşamı gidip Pazar sabahı Ank'da olacak şekilde dönmeyi planlıyorum ama henüz kesin değil
... otobüs çok pis kokuyo, midem bulanıyo, koca otobüste Zerrincim ve benim dışımdaki herkesin abuk ve eril cibilliyette olması çok rahatsız ediyor, otobüs çok pis kokuyor, midem bulanıyor...

22 Aralık 2008 Pazartesi

Şaka gibisin THY!

Havaalanına otobüsle gitmeyi planladığım için 16:55'deki uçak için 13:45 gibi evden çıkmayı planlıyordum ki saat 14 civarında kendimi Mark'ın anne-babasının arabasında buldum, havalanına vardığımda saat 14:20 idi. Bu kadar erkenden orda olmak sıkıcı değilmiş gibi bir de uçak 17:45'e ertelendi uçağın kalkışı ise 18:20 yi buldu! 4 saat bekleyiş! Neyse ki havaalanında beklerken 1,5 saat kadar uyudum biraz da bu sayede vakit hızlı geçti. Artık şehirlerarası yolculuklarda yanıma oturan garip insanlarla muhabbet etmemenin yolunu biliyorum ama uçak için henüz o kadar tecrübe kazanamadım sanırım, yine de bu seferki çok da kötü değildi, daha kötülerini de tercübe ettiğim hatta salaklığıma doymayıp abuk insanlara telefon numaramı vermek zorunda kaldığım da olmuştu. Hostesin de salaklıkları bir başkaydı, önce yaptığı hata başına iç açmasın diye yanlışlıkla fazladan doldurduğu sprite'ı içtim, sonra üstüme birisinin tereyağı çöpünü üstüme döktü, en az 2 kere omuz atarak yanımdan geçti, duty free satışı sırasında fiyat barkodları olan bi dolu kağıdı kucağıma düşürdü vs. vs. vs. Tabii bi de yanımda oturan süper anlayışlı(!) ve sakin(!) amcanın atraksiyonlu hareketlerine katlanmam gerekti ama neyse geçti bitti, indik derkeeenn... Amanın! Ne kadar çok insan var dış hatlar çıkışında! Kendimi Britney Spears gibi hissettim. Hani böyle NTV müzik ödüllerini almaya gelir havalı havalı kırmızı halıda yürürler, metal parmaklıkların ardında da hayranlar ve basın vardık tıklım tıkış, aynen öyle! Güvenlik önümden ilerliyor, açılın yol verin diye diye. Ben de bi havalandım, salına salına yürüyorum tıkır tıkır, derken o da ne! Bi dolu karafatma! Yanlarında da karamemet! Efenim Hac'dan mı geliyolarmış Hacca mı gidiyolarmış öyle bişiyler işte. Neyse koşa koşa iç hatlara geçtim, ilk iş kontor aldım kendime, trcell 100 kontor 18ytl olmuş, zaten yanıma 20 ytl harçlık ayırmıştım, kontoru de alınca sap gibi kaldım ortada. Yok aç falan değilim, kredi kartımda da limit var az biraz ama insan yine de bi huzursuz oluyo öyle cebinde 2 ytl ile. Neyse geçtim oturdum 105 no'lu kapının bekleme yerine ama bir yandan sürekli rötar anonsları yapılıyor bir yandan da bizim boarding vaktimiz geldi ama kapıya ne gelen var ne giden, görevli bulabilene aşk olsun. Diğer yolcular da benim gibi huzursuzlandı tabii ve sonunda beklediğimiz haber geldi. Hobareeeey! TK168 sefer sayılı Ankara uçağına 50dk rötar! Evet şimdi tam tahmin ettiğiniz gibi 105no'lu kapının bekleme salonunda bi dolu sinir küpü insanla birlikte bekliyorum. İşin ilginç yanı Barselona'dan vs. gelen dış hatlar uçaklarında da rötar olmuş bugün. A bi de yanımdaki amca ile farkettik ki uçağımız havaalanına geldiği halde bi tur atıp öyle indi, nedenini anlamadık ama heralde havaalanında işler bayaa karışmış bugün. Daha önce de bildiğim ama bu sabah ruh-u müdafaa'da duyup bir kez daha vurulduğum ve hemen mp3ünü bulduğum muppet show şarkılarından mahna mahna eşliğinde kafamı bıt bıt bıt sallayıp parmaklarımla tık tık not tutarak yazıyorum bu yazıyı, sağ salim Ankara'ya varsam ne güzel olacak ne güzel... Ben akıllı biz kız olsam da bunları yazmak yerine sunumumla uğraşsam daha da güzel olurdu pek de güzel olurdu ama aaaah ah!

22-12-2008 00:07

19 Aralık 2008 Cuma

Tatil planı

Somehow, yazdıktan sonra yayınlamak yerine kaydedip çıkmışım dün, zamanlarla dünlerle bugünlerle oynamadan olduğu gibi koyuyorum, okurken farkezdin ki günlerden Cuma, vakit de akşam =)


Evet sayın seyirciler, yaklaşık 3 haftadır sürmekte olan depresyonumuza çarşamba günü itibariyle son noktayı koymuş bulunmaktayız (cümleye Evet ile başlanmaz!!!). Ne oldu nasıl oldu da çıktık bu depresif hareketten derseniz, tek sebep seminer! Evet, seminer tarihini ve saatini belirledik, başlık kararlaştırıldı, ben çalışmaya başladım, ve keyfim süper! (Cümleye evet ile başlanmaz dedim, kime dedim heeey hoooo?) Şimdiye kadar konu ile ilgili topladığım makale sayısı 308. Tabii bu yaklaşık 2 sene önce bıraktığım haliyle bu miktarda, yeniden bir literatür taraması yapacağımı düşünürsek bu sayı daha da artacak pek tabii. Ama o kadar mutluyum o kadar mutluyum ki! Bu konuda aldığım yorumlardan sadece birisini sizlerle paylaşıyım: "En az 308 makale okuması gerektiği için böyle mutlu olabilen başka bir yaratık daha tanımıyorum." =)))

Dün Köln'e gittik Mark'la, bi dolu fotoğraf çektik ama asıl merak ettiğim Weinachtsmarkt kapanmıştı biz gidene kadar. Tavuklarla dolu bi ülke burası. En geç 9,5 oldu mu açık dükkan bulman imkansız gibi. Bari bi bira içelim o kadar yol geldik dedik ama istediğimiz gibi bi mekan da bulamadık, biz de geri geldik ilk trenle, burda güzel bi mekan varmış oraya gittik, sanırım hayatımın en güzel birasını içtim. Ben ki biradan hiç haz etmeyen birisiyim, tadı damağımda kaldı..

Sonracığıma bugün de eksik kalan son 2 hediyeyi aldım, eve geldim valizimi değiştirdim. İki küçük valiz alırım diyodum ama beni yolcu edecek kimse olmazsa burdan o zaman tek parça olması daha kolay olabilir diye düşünerek büyük valize aktardım eşyaları. Dün sabah Elena'yı yolcu ederken o kadar imrendim ki.. kız sadece bir el valizi aldı yanına bi de notebook, hepsi o! Ben de valize bakıyorum yine kilo sınırını aşmam umarım diye. Ama olsun, mutluyum memnunum halimden. Çikolata götüreceğim kimsem olmayıp da el bagajıyla gitmektense bagaj limitini aşmak ve onu taşımanın tatlı yorgunluğunu çekmek beni mutlu ediyor.

Gelelim planlara...
21.Aralık: Uçağımız Köln Bonn Havaalanından 16:55'de kalkacak, İst. aktarması yapıp 00:55'de Ank. Esenboğa havaalanına iniş yapacak diye umuyoruz(inmek yerine çivileme çakılırmış uçak, bu da benim son blog yazım olurmuş. acayip havam olur öte tarafta artık =P). Gecenin bi körü eve gittiğim için Pazar gününe dair bi planım yok, muhtemelen eve varışım 3ü bulur, anneannem dedem teyzoş ve saz ekibi ile bir süre oturur sonra aşkıma sarılıp yumuş yumuş uyurum diye düşünüyorum.

22.Aralık: Ptesi günü haydut ve eşkiya'nın okullarını sabote edip benimle kalmalarına ve birlikte evi süslemeye karar verdim ama bu kararımdan amiral teyzemin haberi yok henüz. Tüm sevimliliğimle ikna ederim onu sorun değil ama durum şu ki anneannem çam ağacımızı attığı için çam ağacı gerekiyor, valla hiiiiç alışverişe falan gidemem, bi çaresine bakıcaz artık. Sonra daha ayağımın tozuyla Ptesi gece yatağımda rahat bir uyku uyumadan hooop Kayseri'ye!

23.Aralık:
Muhtemelen Salı sabah 5,5 gibi otobüsten inip Ziza ve Onurcuk'un kapısına dayanıcam, heeey hooo ben geldiiiim diye, güzel bi küfredip bana bi lokma kahvaltı verirlerse kahvaltımı edicem, sonra da saat 10:00'da seminere koşucam. Seminer sonrası Seval'i Dicle'yi, Arzu'yu ayrıca bol bol öpücem ki özlüyorum onları, akşama doğru da 1 ay önce tanıştığı çıkmaya başladıklarının 10.gününde evlenme teklif ettiği ve yarın da nişanlanacak olan süper kuzenimi arıycam ki gelsin beni alsın gidip halamın süper mantısından yiyim. Ve akşam yine otobüs, bekle beni Ankara..

24.Aralık:
Bunca yorgunluktan sonra artık çarşamba günü evden dışarı adım atacak halim kalmayacak muhtemelen. Ama günün akşamında Bilimliler toplantısı var! Mekan neresi bilmiyorum henüz ama hepsini çok özlediğim bi dolu ortaokul arkadaşımla buluşacağım için şimdiden heycanlıyım.

25.Aralık:
Gündüzünde Zerrin'cimle birlikte ofise gitmeyi planlıyorum. Oraları da bi şenlendirmek gerek, somurta somurta çalışıyolar hep arada bi gidip maymunluk etmezsem olmaz. Evet, açıklıyorum, 25.Aralık akşamım boş efenim(kaç kere uyardım seni kaç kereeee!)! Gerçi eve gidip sülalece takılmak güzel bir alternatif olabilir gibi sanki, henüz bilmiyorum...
Zerrincim'in Antalya'ya gidişi ve eve istenmeyen uyuz misafirlerin gelişi hasebiyle benim İst.'a kaçışım söz konusu, İst.'da artık kim ararsa her teklife açığım, gezelim eğlenelim içelim tozutalım hesabı. Ama en geç 26'sı Cuma akşamı İstanbul yolları taştan sen çıkardın beni baştan diye diye sevgilimin kollarına atlamak İstanbul planımın asıl amacını teşkil etmekte pek tabii.

27.Aralık:
Sevgiliye adanmış özel gün olacağını tahmin ediyorum. Artık elimden tutup nerelere götürür bilemem. En uyuz olduğum şeydir, nereye gidelim sorusu, umarım güzel bişiyler vardır aklında, yoksa bile evde otururuz ama yeter ki o soruyu duymıyım. Hatta hane halkının sayısına bağlı olarak benim aklımda Tabu oyanamak planları var, burda en çok özlediğim oyunlardan birisi.

28.Aralık:
DALİ Sergisi! Evet, evet, evet! Gidicem! Bi de bugün pederi görücem, beni güzel bi akşam yemeğine götürür ardından da terminale bırakır diye umuyorum. Arada arayan arkadaşlar olursa, neden olmasın, buluşuruz vs. hiç belli olmaz. Günün sonunda tut sevgilinin elinden, doooru Ankara!

29.Aralık:
Bugün artık fakülteye uğramak farz! "Ethem dede Ethem dede derdime derman dede" diye tekerleme söylerlermiş Ethem dede yatırına gidenler, ben dünyanın en tapılası astronomi profesörü ve benim biricik danışmanım canım ciğerim Ethem Hocam'a giderken söylüyorum bunu. Kapısını tıklatıp, koşup boynuna atlıyorum sonra da! =) Tabii sonra özlediğim diğer hocalarım da oluyor, onlara uğruyorum, sonra sıra yüzbinyıldır asistan kalmayı başaran arkadaşlarıma geliyor, en önce Mitko Paşa (ki muhtemelen bi şekilde biz onunla daha önce görüşmüş oluruz bile), ve taze evli oda arkadaşı sonra da mutlaka Gökhan ve Tolgahan. Gökhan'ın zaten başına ekşiyeceğim için onun boş bir gününü veya gecesini ayarlamam gerek kendime, zilyon tane Sextractor sorucu sorucam ona. Ve ve ve.... tabii ki benim gibi gurbet çeken İtalya mağduru Tenay'ım, benim biricik kız arkadaşım! Sonra Mithat, Sami, Zahide ve daha kim varsa.. Günün akşamında Zerrincim'le buluşup Zerrin'lere gitmeyi planlıyoruz. Geçen defa teraslarında yaptığımız süper balık sefasında benim balığım eksik kalmıştı, onu telafi edicez =) Ama uygun değillerse Ayşegül'lere gideriz dedik, bakıcaz bakalım.

30.Aralık:
Gündüzünde Zerrincim'le ofise gidebilirim gibi..akşam üstüsünde süper kahraman Serkan'cımla buluşup sonra da Feryal'e geçeriz dedik ama başkalarına sormadan onlarla plan yapmanın dayanılmaz tereddütü içindeyim, bakalım ne kadar gerçekleşecek bu planlar.

31.Aralık:
Sevgiliye özel gün ilan etmeyi düşünüyorum yine, ama iki başımıza naapcaz diye sıkılırsak en kötü ihtimalle Haydut ve Eşkiya'yı da yanımıza katıp bi atraksiyon buluruz elbet; akşamında da çılgın yılbaşı partisiii!!!!

1.Ocak:
Aşkımla yumuş yumuş bir sabah, belki akşamüstü Şaybe'cimlere gideriz, ama akşamında Sevda'lara gitcez, koca yaz gitmedik çok üzüldüler, bu sefer mutlaka gidicez, tabu oynıycaz!

2.Ocak:
Gündüzü yine sevgiliye özel gün =) (Özledik şekerim naapalım, boşuna getirmedik heralde elinden tutup Ankara'lara). Akşamında Şaybe'cimlere gideriz, onun yemeklerini de çok özledim. Gerçi yılbaşı akşamı muhtemelen bişiyler yapar getirir ama olsun bana özel pişirsin bi de.

3.Ocak:
Aslında bu gece döneceğimi zannettiğim için gündüzünü Sevinç'lerle, akşamını da evde valiz hazırlamakla geçiririm diye düşünmüştüm ama dönüşüm 5 Ocak'ta olacak, böylece fazladan 2 günüm daha var, ki bunları planlamadım, plansız günler çok garip geliyor şimdi =)

Veeeee, asıl güzel haber! 5.inde Bonn'a dönüp 9'unda nükleer fizik sınavına giricem diye streslerdeydim ki bugün öğrendim meğersem o sınav final değilmiş. Deneme sınavı diyorlar ama finale etki edecekmiş, o yüzden vize gibi bişiy zannedersem. Bi rahatladım bi rahatdım ki anlatamam. Ama işin gıcık yanı, asıl final ne zaman olacak bunu bilen yok henüz...

Evet şimdi biraz daha seminerimle ilgileneyim, keza 22 o'clock da Mark, Erik ve Ziyad la birlikte Risiko oynıycaz(uyarmıyorum artık!)!

A bi de, çok içimden geldi, böyle uzun yazıları sabırla ve merakla okuyanlar olunca içim bi mutlu bi mutlu oluyo, öpüyorum her birinizi! mıccık mıccık!

18 Aralık 2008 Perşembe

18 Aralık 2002 - 20:30


"Çok sevdiğimiz hocamız, biliminsanı, Doç. Dr. Necip HABLEMİTOĞLU 20:30 itibariyle uğradığı silahlı saldırıda hayatını kaybetti.


Alışverişten evine dönerken başına sıkılan 9mm'lik iki kurşunla öldürüldü.


Bağnaz düşünceler ve yabancı vakıfların ülkemizdeki sömürgeci çalışmalarına karşıtlığıyla bilinen hocamızın uğradığı suikast ile acaba Kopenhag'daki konuşmasında "Artık yabancı vakıfların Türkiye'de çalışmaları kolaylaştırılacak. Onlara çalışma rahatlığı sağlanacak" diyen Erdoğan devletinin bir ilişkisi olabilir miydi? Geçtiğimiz yıl (2001) Hulki CEVİZOĞLU'nun Bergama'da siyanürle altın arama çalışmalarının arkasındaki alman vakıflarıyla ilgili bir programına katılan hocamız, program öncesi ve sonrasında bizlere anlattığı derslerde aldığı tehdit telefonlarından bahsetmişti; ve artık aramızda değil... Tam da Recep Tayyip Erdoğan'ın Kopenhag konuşmasında "Özellikle Alman vakıflarının artık ülkemizden çekinmelerine gerek yok. Önlerini açacağız!" sözlerinden sonra!


2001-2002 öğretim yılı boyunca tarih derslerimi Doç. Dr. Necip HABLEMİTOĞLU'ndan almanın gururunu yaşıyorum. Çok sevdigim, degerli biliminsani, canim hocam... Ne mutlu bana ki bir sene boyunca hiç kaçırmadan girdiğim dersler, tadına doyamayıp ertesi sene sevgilimin elinden tutup yeniden dinlemek için can attığım, benim için değeri anlatılamaz o dersler, koca amfiyi dolduran yüzlerce öğrencinizin her birinin gözünün içine bakarak söylediğiniz "iyi akşamlar" hep aklımda, hep aklımda kalacak!"
*

Tarihimi bilip ona sahip çıkmakla faşist, insani davranmakla da komünist olmayacağımı, ama bilgilerimi insanı duygularımla birleştirip mantığımla irdelememi ve bunun da ancak hümanist bir yaklaşımdan geçtiğini öğrendim hocamdan. Ülkeme ve tarihime sahip çıkmak diğer toplumları ezmek anlamına gelmiyor, diğer toplumlardan nefret etmek ve onları yok saymak anlamına gelmiyor benim için. Kürtleri sevdiğim kadar Ermeni'lerin acısını da paylaşıyorum, ve bunları söylemekten çekinmiyorum; Türkiye'de yaşayan diğer ırklarla ve toplumlarla arama duvarlar değil köprüler kurmak için elimden geleni yapıyorum, "Çünkü Türküm ve başka Türkiye yok!.."

"Sevgili Necip, kalbi gibi yüzü ve zihni temiz, güleyüzüyle canımızdan can insanımız yine seninleyiz, seni seninle anmak için birlikte olacağız…18 Aralık 2008 Perşembe günü Saat 12.30'da Karşıyaka'da 5. kapıdayız."


* 18 Aralık 2002'de kaleme alınmıştır.

17 Aralık 2008 Çarşamba

Kısa kısa ...


* İbrahim hoca ile seminer gününü kararlaştırdık sonunda, benim istediğim güne tamam dedi ve sunumun başlığını sordu! Anacım daha iki satır okumadım ki? Ben o konuya en son 3 sene önce bakmıştım, rezalet!!! Hemen bişiyler okumaya başladım! En sevdiğim iş bu yaa! Ders yok bişiy yok, araştır, oku, öğren, kodunu yaz, analizini yap, olmasın bi daha yap, yine olmasın sinirlen kudur ama yine yap. Allah'ım sonunda sevdiğim kısma sıra geldi!!!

* Artık burdakiler de benim mükemmelliyetçi bir uyuz cadı olduğuma kanaat getirdiler. Tamam mükemmelliyetçi olduğum doğru ama bunu insanlara nasıl böyle itici bir şekilde yansıttığımı hiç bilmiyorum. Nasıl yapıyorum ya nasıl? Geçen akşam yaptığımız Christmas partisinde birisi Felix'e "her gün için kötü şakalar" adında abuk bi kitap almış, o gün için yazılan şey de "en iyiyi yapmaya çalışan insanlar aslında en kötülerdir" gibi bişiy, Erik atladı hemen, bak bu sensin diye. Gerçi o bunu demeden 15dk önce ona bi fırça kaymıştım o yüzden olabilir ama canım sıkıldı yine de. Kalbim kırıldı desem daha doğru sanırım..

* Pazar günü kalkıyor uçağım ama keşke daha erkene alsaymışım diye pişman oldum. Raquel bugün gidiyo, Elena yarın gidiyo, ben iyice yalnız kalıcam burda. Aslında kafasını kullanan bi cadı olsam bundan istifade edip oturup seminerimi hazırlarım ama bakalım, görücez...

* Köln'e gitmeyi çok istiyorum şu weinachtsmarkt meselesi orda nasıl acaba? Ama Elena yarın yola çıkcağı için bugün valiz toplıycak muhtemelen o yüzden bu akşam gidemeyiz, sonraki akşamlarda da gitmek istersem burdaki oğlanlardan birini almam gerekecek yanıma, bakıcaz bakalım...

* İbrahim hoca bi anda bana seminer başlığımı sormasa bugünkü niyetim fotoğraf makinamı alıp biraz daha Christmas fotoğrafı çekmekti ama sanırım öğleden sonraya erteyicem o işi.

* Kendimi mutlu etmek için, en sona sakladığım işi yaptım ptesi günü ama o bile mutlu etmedi beni. 2009 ajandamı aldım kendime, ama o kadar uyuzum ki içine adımı yazmak bile gelmiyor içimden. Bugün çıktığımda masa takvimimi de alırım belki. Tüm neşem kaçtı gitti bi yere, şeytan aldı götürdüyse satamadan getirir umarım tez vakitte.

* Odamı hep severdim de son aylarda çok daha fazla sever oldum. Hiç dışarı çıkmadan günlerce burda yaşayabilirim sanırım.

* Şu örgüyü bitirirsem, Cumartesi günü doğumgünü olan bi arkadaşım var ona hediye etmeyi planlıyorum. Böylece o kadar da yakından tanımadığım birisine hediye alma stresinden kurtulmuş olucam ve hediyesini sevmese bile el emeği olduğu için birazcık sevecek her halükarda, böylece yırtmış olucam.

* Gözlemsel Astronomi dersinin ödevi hala duruyor, üniversitenin sistemine girip de beni bırakmışlar mı naapmışlar bakmak bile istemiyorum. Nasıl olsa o dersi geçmek zorundayım er ya da geç. Tr'ye gelince Gökhan'ın yakasına yapışıp Sextractor sorunlarımı halledersem süper olacak ama buna özel bir gün ayarlamam gerek.

* Anneannem çam ağacımızı atımış =( çok üzüldüm duyunca ama onu üzmemek için bişiy demedim. Sadece yenisini isterdim diye tutturdum o da tamam alırız sen gelince dedi. Ama benim planım ptesi günü Haydut ve Eşkiya ile birlikte evi süsleyip ertesi gün Kayseri'ye gitmekti. Bu durumda geldiğim gün hemen alışveriş fasılları gircek devreye.. Of alışveriş kusucam artık! Belki Eşkiya'yı gönderirim almaya, ya da yakınlarda bi yerde varsa ilk bulduğumuzu alırız artık. Bu ev süslemesi faslı bile heycan vermiyor bana bu günlerde. Halbuki gereksiz yere burda bulduğum güzel süsleri bile aldım evde asıcam diye. Of neler oldu bana yaa...

* Şimdilik böyle, seminerin en azından başlığını bulup, Ferhat Hocama haber verip İbrahim hocaya iletmem gerek. Sonra çıkıp fotoğraf çekebilirim, hatta belki akşamı beklemeden Köln'e giderim.

* Aaaaa, çamaşır yıkamam gerek, unuttum yine!

...dots... of the night / .....


Song of the night: Ayten Alpman - Ben Varım
Color of the night: Orange
Adj.of the night: Trembling

Smiley of the night:

Mad!

Sinirliyim, acayip hem de! Nedenini bulamıyorum. Nasıl başladı bilmiyorum, ilk neye sinirlendim de bu hale getirdi bilmiyorum. Herkese gülümsemeye devam ediyorum ama her kim benimle konuşmak istese, hatta hiçbişiy demeden önümden geçse, hatta uzaktan sesini duysam, gidip evire çevire ağzından burnundan kan gelene kadar dövmek istiyorum! Nedeni yok! Bu kadar!

16 Aralık 2008 Salı

p/27

"Sen, içini çıkarıp vermek istiyorsun başkalarına. Başkaları da bilsin, sana baksınlar diye...değil. Sen gibi baksınlar dünyaya diye. Çünkü orda baktıkça, tanıdıkça, anlattıkça çoğalan, gerçekleşen bir acı var. Bütün organlarını yuvalarından çıkarıp başkalarına vermek istiyorsun. Bilsin bakalım onlar da, nasıl oluyormuş hiç anlaşılmayacak bir dilde oluşan bir başka evreni...taşımak...içinde."

İç Kitabı - Ece Temelkuan

Aslında zor

Aslında zor, hem de çok zor. Sadece değilmiş gibi yapıyoruz. Sadece, ne var canım herkesin derdi bunun gibi şeyler işte, aslında bunları atlatmak zor değil, aslında bunları yaşamak da zor değil, aslında hayat hiç de zor değil diye diye ilerliyoruz. Hedefi belli olmadan durmaksızın koşması gereken askerler gibi ileriye değil sadece ayakucumuza bakarak, aslında zor değil, diyoruz. Aslında zor, hem de çok zor!

13 Aralık 2008 Cumartesi

katran karası




gözünün karasına oturmuş bir minik tekne de, içinde kova kova yıldızlar, ölmesin diye içi su dolu kovalara konmuşlar. Tekne bir tek ama iki tane, yansımış ya gözünün karasına, kirpilerine vuruyor yıldızların ince ışıkları. dipleri en az gözlerin kadar kara, uçları kalbini acıtan her sözün ucu kadar ince kirpiklerinin. koparıp çektiğin her yıldız için bir damla taşıyor gözbebeğinden, o yüzden damla damla ıslanıyor yanağın. Gözlerini kırpmadan dursan da sen, dolup dolup taşıyor damlalar, kovaya koyduğun her yıldızda biraz daha, biraz daha... teninin beyazına baktıkça üşüyor içim, kirpiklerinin uçları kar tanesininkilere o kadar benzer ki...yıldızların ince ışıkları vuruyor kirpiklerine, teknenin yansısı, kovadaki yıldızlar ve damla damla taşan göz yaşların...
dümdüz yürüyüp gitmek istiyorum gözbebeğinin taa merkezine...

12 Aralık 2008 Cuma

ve kahreden, yaratan ki onlardır...

Gidiyolar işte yine.. Biri Bingöl'e biri İskenderun'a... ve henüz bilmediklerim kimbilir daha nerelere...

Serkan daha sessiz sakin İzmir'de askerlik yaparken doğuya asker yığdılar diye tüm gün ağlayıp gecelerce uyuyamadım, şimdi nasıl olacak bakalım.

Bunlar benim arkadaşlarım, kimisi sadece tanıdıklarım, kimi canım... peki ya sonra? ya sonra bir gün benim kanım da gittiğinde ne olacak? Tanıdıklarım, arkadaşlarım, dostlarım, canlarım ve günü geldiğinde benim kanım, doğuracağım çocuk ölmesin istiyorum, çok mu? Başka anaların doğurduklarını öldürmesin de! Benim bu yaşta korktuğum dünyaya, benden küçük çocuk kadınlar yeni canlar getiriyor, ben hala korkuyorum bu dünyada olmaktan, hele ki bir de yeni birisini bu dünyaya katmaktan. Olur da bir gün insani çaresizliğimle ve hormonsal doyumsuzluğumla ben de kalkışırsam buna, o zaman ne olacak? Tüm gücümü kocamdan alıp içimde bir can büyütmeye başladığımda, hayatımı aklımı ruhumu geleceğimi paylaşacağım ve içimdeki canı ona güverenek yaşattığım adam gidip de bir namussuz kurşunla öldüğünde ne olacak? İçimde her saniye minik minik büyüttüğüm canım içimde çıkıp da gitse ve sonra bir gün bana "vatanı savunuyordum anne" dese ölümüne özür mü olacak? Çözülecek mi bu kavgalar o zaman? Yeterince insan öldü artık tamam diyecekler mi hiç? Bir dalya olunca mı bitecek? Kaç çizgi çizmemiz gerekcek o dalya dolsun diye?

Seksen tane takımelbiseli adamın evrenle birlikte ivmeli genişleyen egoları tatmin olsun diye, hayatında değil takımelbise giymek, takımelbisenin olduğu bir vitrin önünden bile geçmemiş çocuklar ölüyor öte yanda,
NEDEN?


Nefret etmiyorum PKK'lılardan, Kürtlerden ya da her ne iseler hiçbirinden. Onlar da her toplum gibi bir lider tutup kendilerine, peşisıra giderek hayallerine yaklaştıklarını sandılar. Kendi hakları kendi özgürlükleri ve olacaksa da kendi koydukları yasakları olacaktı, kendi topraklarında, kendi bayrakları altında. O toprak Türkiye'min bir kısmı olmasa böyle düşünecektim, şimdi de böyle düşünmeliyim, çünkü onlar özgür olmak istediler, Türkiye içinde kendi özerkliklerini yaşamak istediler, sonunda çareyi direnmekte değil saldırmakta buldular. Yaptıkları doğru değildi ama sırf yanlış olduğu için anlamaya çalışmaktan vazgeçersek biz de elimize silah alarak veririz cevabı.

O kadar yaklaşmışlardı ki hayallerine, ya da öyle sanıyorlardı... Gün oldu Apo yakalandı, gün oldu içlerinde fireler çıktı, gün oldu ki artık analar çocukları ölsün diye doğrumaya itiraz etti! Şimdi korkuyorlar ve bilemiyorlar ne yapacaklarını. Örgüt yıkıldı içinden, hayalleri çok uzaklarda kaldı, ilk günkünden de uzaklarda. Uzalaşmak? Savaşı bırakmak? Bu kadar yol almışken değil de bu kadar can vermişken mümkün mü... Akıllarında hep şu var: "sonunda uzlaşacak idiysek neden öldü oğullarımız? Şimdi tamam dersek bu uzlaşmaya, ölen oğullarımıza ne deriz peki?" Bilmiyorlar artık devam etmeli mi, dur mu demeli. Bu kadar yıkılmışken hala ölüme gönderdikleri her can için arşa kadar yükseliyor çığlıkları, ama işte bilmiyorlar ne yapmalı...

Bilmediği şeyden korkar insanoğlu en çok. Bilsen ki kazanacaksın savaşı, korkmazsın ölmekten de; bilsen ki karşındaki 70metre boyundaki devdir sana saldıran bilirsin nerden saldıracağını da yine korkmazsın davranmaktan... Korkuyorlar, çünkü bilmiyorlar... Ve tek yaptıkları devam etmek hali hazırda süregelen kavgaya çünkü başka bişiy bilmiyorlar ki nasıl yapılır, nasıl olur.

Bu yüzden kızmıyorum ne Kürt ne PKK ne de her ne ise işte, benim canlarıma ve kanlarıma kurşun sıkanlara. Onlar da doğduklarında 2kilo 800gram gelen, gözlerinin rengi belirsiz, sesi merak edilen bebektiler. Onlar da sevdiler, sevildiler.. Onlar da istediler ki kırmızısını kendi kanlarından alan bir bayrakları olsun.. Kızmıyorum onlara... Kızıyor muyduk Bosna-Hersek'te direnenlere? O zaman kızmıyorum ben Kürtlere de.

Benim kızgınlığım o seksen tane takımelbiseliye! Aydınım diye kasılıp barışı kanadından tutup da yanımıza getirmeyi beceremeyen ve fakat iktidara yaranmak ve reklam yapmak adına ortalarda taklalar atan ve utanmaktan nasibini almamış, bu toplumun kendi üzerindeki emeğine saygı nedir bilmeyen omurgasızlara! barış diye mırıldanır gibi yapıp kalbi iyi aklı saf insanların ellerine silah verenlere!

Varsa bir yerlerde bir Allah, sopası yoksa da canınızı yakacak bi yolu vardır elbet! Allahınızdan bulun!

10 Aralık 2008 Çarşamba

Finden Sie nicht auch deutsch sprechen?

Naapcam hiç bilmiyorum, hiç! Taa üniversitenin ilk yıllarından bi arkadaşım gelmiş Bonn'a, onunla buluşucam. İyi hoş da, akşam MPI'dekilerle yemeğe gidiyorlarmış, sen de gel diyor. Evet biliyorum bu davet süper ama ben hala Almanca KO-NU-ŞA-MI-YO-RUM! Of allahım yaa.. Anlıyorum anlamasına, hatta çok zorladım mı yazıyorum bile ama konuşamıyorum. Zaten yurttakiler de sinir ediyor iyice, bazen çalışıp çıkıyorum mutfağa gidip biraz pratik yapıyım diyorum başlıyolar hemen bana garip garip bakmaya. -Nooldu diyorum yanlış mı kurdum cümleyi? -Yoo çok doğru. -E o zaman telafzum mu yanlış? -Hayır, hayır, gayet güzel. -E sorun ne o zaman? -Ya biz alışık değiliz senin Almanca konuşmana da ondan garip geliyor. Kih kih kih... Allahım nerde o sayfalarca Almanca mektup yazdığım günler? Azcık düzgün çalışsam hatırlıycam halbuki biliyorum ama neyse işte yine geldi yumurta kapıya dayandı, benim için öncemli onca adamın arasında yine sessiz kukla gibi oturup hafif tebessümlerle katılıcam konuşmalara, eğer gidersem! Gerçi iyi oluyo böyle, burdaki yırtık kızlardan sonra bayaa bi hanım hanımcım görüyorlar, çok etkileniyorlar. Hele bi de zarifce giyinip minik bi yaka iğnesi veya fular taktım mı, taze yaz sabahı gibi kokan hafif bir parfüm ve hafif topluklularla ortama girdim mi bir de ağzımı bıçak açmayınca, üstüne de onların rezil aksanlı ingilizcelerinin yanında aksansız bir İngilizce ile konuşunca süper oluyor. Tabii ellerinde kağıt kalem olmayınca formüllerini de bir kenara bıraktıkları için, meydan benim güzelim yorumlarıma kalıyor ki değmeyin keyfime. Ama.. Ama'sı var işte işin. Bi kere Kayseri'deki olaydan sonra(bi ara anlatırım ama kısaca bir tecavüz öyküsü diyeyim size) bir süre gündüz bile tek başıma çıkmaya korkar hale gelmiştim, sonra gündüzlere alıştım ama geceleri çok zorda kalmadıkça çıkmıyorum tek başıma. Şimdi bunlar kesin benim bilmediğim bi yere gitmişlerdir yemeğe çünkü ben geldiğimden beri restoranta falan gitmedim burda. Herşey hem ateş pahası hem de yemeklerin üstüne iğrenç soslar koydukları için ya yiyemiyorum ya da yesem de anında midem bozuluyor falan filan.. Of.. Tek başına çıkmak var, mekanı bulmak var, eğer arkadaşım da almanca biliyorsa gecenin çoğunu sessiz azınlık olarak geçirmek var, bunun bi de dönüşü var, ve bir de yarın sabah erkenden kalkıp kuasarlar dersine yetişmesi var. İyisi mi ben sessiz sedasız evimde oturup kuantum çalışayım, hiç olmadı örgü falan örerim... =/

Zaten Zerrin'cime de ulaşamıyorum, teleşlıyım öğlenden beri..

Hala bayram!

Üçüncü gün artık Zerrin'cime iyice fenalıklar gelmiştir, hızlıca duş alırız sırayla ve doooğru kuaföre yol alırız. Gerçi kuaför faslı Zerrin'cimi yine sıkan bişiydir ama ben cik cik ötmeye başlayınca saçım yapıldıktan sonra, onun da neşesi yerine gelir. Belki 7.Cadde'de bi fincan kahve içeriz, belki biraz yürür eve gideriz, belki Ayşegül'e telefon ederiz, İzmir'de değilse onunla buluşuruz, ya da Zerrin'cim işe gider ...
Ben de Haydut ve Eşkiya'yla buluşurum, Migros'ta veya Armada'da veya Kızılay'da, önce bi güzel Mc Donald's ziyafeti çekerim onlara, bacak kadar boylarına bakmadan kendileri ödemeye kalkışırlar, sonra ben ödeyince önce bozulur gözüme bakarlar biz çocuk muyuz edasıyla sonra jeton düşer ve işin tadını çıkarırlar. Yemeğin ardından ya sinemaya gireriz ya Fantasialand veya benzeri ne varsa mekanda.

Ne kadar lüzumsuz iş varsa hepsini yaparız muhtemelen ve benim tüm bayram harçlıklarım bitme noktasına yaklaşırken hadi artık yeter dediğimde herkes doymuştur haylazlığa ve kimse itiraz etmez, yorgun argın yola koyuluruz ve muhtemelen istikamet bizim ev olur, ama Sevinç'in nazına niyazına bağlı olarak benim onlara gitmem de mümkündür. Eğer bize gidersek zaten Sevinç'ler kalkışa hazır vaziyette bekledikleri için çocukları alıp giderler hemen, eğer onlara gidersek biraz sohbetten sonra hemen bi Tabu oynanır, üstüne belki bir okey, duruma göre belki biraz tavla...

Eşkiya yeni öğrendiği şeyleri çalar gitarla, Haydut da eksik kalmaz kemanı alır gelir, onlar çalar ben söylerim sonra kesmez bu durum enişteye sulanırım şu sazı bi çıkarsana diye, ortam değişir hemen, türküler dile gelir, zaman nasıl geçer bilmezsin, telefon gelir evden, "Witchie orda mı? Merak ettik saat kaç oldu" diye, halbuki herkes bilir benim orda olduğumu ama bu aslında "biz sıkıldık hadi gelsene" sinyalidir, eniştem beni eve bırakır, yolda sohbet ederiz onunla, ve eve girer girmez hemen hesap sorarım, "kimler geldi bakiim ben yokken bayramlaşmaya? Yönetici geldi mi? Yan komşu? Siz idae-i ziyarete gittiniz mi? Ne zaman gitceksiniz? Türkan teyze aşure falan yapmamış mı? Ben bi gidip elini öpiyim onun" diye hızlıca geçen konuşmanın ardından istikameeettt... kanepeee!

Üçüncü gün de biter, zaten bayram bitmiştir, ertesi gün de bayramın yorgunluğunu çıkarmak içindir...

9 Aralık 2008 Salı

Hepinizi izliycemmm

Gelme vakti yaklaştıkça ben iyice karman çorman oluyorum. Bazen heycandan ölcekmişim gibi kalbim nasıl hızlı hızlı atıyor anlatamam, bazen de çok korkuyorum, yine herkesi birden mutlu etmeye çalışıp arada sıkışıp boğulacak gibi olucam diye strese giriyorum.

Gün be gün planladım ne zaman kiminle görüşeceğimi. Ama henüz planlanmamış kalan bişiy var ki o da hangi filmlere gitmek istediğim.

1- Issız adam: O kadar çok kişi yazdı çizdi ki izlemek farz oldu, anladım. Bi de müziklerinden çok bahsediliyor, müzikleri de filmde dinlemek için çok inat ettim.

2- Arog: Güzel olacağını umuyorum. Sinemada izlemesem de olur sanırım, cd'sini alırım korsancımdan ama benim sevgili notebook'um artık korsan cd okumuyor, derdi ne anlamadım, temizledim olmadı, karşıma aldım konuştum olmadı, yalvardım olmadı... =/

3- Madagaskar 2: birincisini öyle çok sevdim ki bunu da mutlaka izlemeliyim.

4- Mustafa: Tabii ki! Ama bunu da sinemada izlemek istemiyorum. Omurgasız Can Dündar ne işler yaptı merak ediyorum ama ona para kazandırmam. Gerçi ne kadar omurgasız bi adam olsa da piyasa işi yaptığı için güzel bişiy bekliyorum.

5- Wall-e: DC++ da hep almanca versiyonlarını buldum, bunu da korsancımdan almam gerek mutlaka, veya hali hazırda indirmiş birileri varsa araklayabilirim, veya Haydut ve Eşkiya ve Zerrin'cimle birlikte izleyebiliriz.


6- Kolera Günlerinde Aşk: merak ediyorum ama bünyem duygusallık kaldırabilecek gibi gelmiyor bana, sanki bunun da cdsini alıp, uygun bir zamanda izlenmek üzere arşive koyarım gibi..


7- Kadınlar Hakkında Herşey: Bunu da sinemada izlemem, zaten hala vizyonda mı bilmiyorum, ama eminim dalga geçeceğim bi dolu saçmalık vardır içinde, izlesem hoşuma gider belki.

8- O... Çocukları: eskidi sanırım bu film, ama ben hala meraklardayım, kadro çok iyi zaten! bi de fragmandaki şu laf öldürdü beni "-biz seninle dünyaya aynı yerden bakmıyoruz" diyor kız, oğlan da diyo ki "-ama aynı dünyaya bakıyoruz"... öyle olmuyor işte be olum, olmuyor öyle aynı dünyaya oooo kadar farklı yerlerden bakmak. Ahh ah.. neyse görücez işte acaba bunlar nasıl bi dünyaya nerelerden bakıyorlarmış.


9- Dinle Neyden: son zamanların Türk filmlerini sevmeye başladım sanırım, merak ediyorum bunu da


10- East Of Bucharest: Romanyalı bir kankam olduğundan beri bu ülke hakkında hiçbişiy bilmediğimi farkettim, Romanya'daki devrim ile ilgili bir filmmiş, ingilizce seslendirmeli bir versiyonunu arıyorum ama bulamadım henüz =/


11- Issız Adam'la aynı zamanda vizyona girmiş olan ve acaba hangisin egitsek diye insanları ikirciklerindiren bi film vardı ama bulamadım bi türlü, biliyorsanız söyleyin bi zahmet. Tabii "mutlaka izle" dedikleriniz varsa onları da söyleyin e mi!

Bayram 1 gün değil ki...


İkinci gün sabah muhtemelen 11,5 civarında kalkar kahvaltı faslını halledip uyuşukluktan kurtulma safhasına geçeriz. Ben önce Şaybe'cimleri arayıp planlarından emin olurum, sonra Sevinç'leri ararım. Şaybe'cimler, Sevinç'leri ve beni bekledikleri için evde duracaklardır, Zerrin'cimi ve eğer kabul ederlerse anneannem ve dedemi de alıp Şaybe'cimlere gideriz, ve bir şekilde Sevinç'lerle orda karşılaşırız yine. Evet ekip aynı ekip ama mekan farklı =) ve tabii ki Şaybe'cimin benim için özel olarak yaptığı limonlu kek, ve küçük bir ihtimal ki Cemile Hanım Teyze'nin artık yaşlandığı için pek yapamadığı özel poğacalar önemli bir farktır benim için. O limonlu keki Şaybe'cim gibi yapan yoktur dünyada bence, ve Cemile Hanım Teyze o poğacaları her yaptığında yaklaşık 25-30 tane yapar sanırım ve sadece 1 tanesine ceviz veya zeytin koyar "bakalım bu senenin şansı kimdeymiş görücez" der bi de, ve her seneki gibi ben ilk yediğim poğaçada bulurum o şanslı olanı, düzen bozulmaz =) Bir süre sonra Meral Abla'lar gelir ve Sevgi Teyze'ler ve belki Gönül Teyze'ler de gelir. Tüm çocuklar, yani ben Haydut ve Eşkiya en çok Meral Abla'nın gelişine seviniriz çünkü o harçlık verir ama ben Gönül Teyze'yi görmeye daha çok sevinirim çünkü çok hoş sohbettir, ve her ne kadar tutturamasa da pek keyifli kahve falı bakar. Bir süre sonra bu kalabalığa dayanamayan dedem huysuzlanır ve biz evimize gideriz, pijama terlik televizyon keyfi başlar, Zerrin'cimle yumuş yumuş kanepede otururken "bak bu sefer uyumayalım da güzel bi film bulup onu izleyelim tamam mı" konuşmasının üstünden yarım saat geçmez ki biz sarmaş dolaş uyuya kalırız kanepede, ikinic gün de böyle biter...

Evet 25'ine gelmiş hala bayramlarda ordan oraya atlayıp zıplayan, el öpen, şeker yiyen garip bir yaratık gibi dursam da biliyorum ki ben evde olmayınca ne hikmetse bizim ev ölü evi gibi oluyor. 13-14 yaşındaki kuzenlerde hiçbir neşe belirtisi yok, telefon çalmaz, televizyonun sesi çıkmaz, ve sanki anneannemin yemekleri güzel bile kokmaz, bilmiyorum neden böyle olduğunu. Arada bir telefon ediyorum eve, sanki az önce ölüm haberi almış gibi bir sesle açıyorlar telefonu, arayanın ben olduğumu anlayınca sesleri yerine geliyor, yavaş yavaş arkadaki sessizlik bozuluyor, önce konuşmalar sonra gülüşmeler geliyor, ve mutlaka birisi diyor telefonu kapatmadan önce "sen bu evin neşesisin" diye. Hoşuma gidiyor ama üzülüyorum da aslında. Artık evin neşesi o bıcırık kuzenlerim olmalı sanki, sanki beni artık eşşek kadar oldun kategorisine koymaları gerek gibime geliyor. Garip ki eve gidip uslu uslu bir koltukta oturduğumda herkes neyin var diyip duruyor, ama şarkılar söyleyip danslar ederek millete çay koyduğumda, hatta hızımı alamayıp birilerinin kucağına atladığımda normal geliyor. Bunlar için artık biraz(!) büyüdüm sanki ama birisinin bunu evdekilere anlatması gerek belki de. Hep mutlu olmak ve mutlu etmek sorumluluğu üstümdeymiş gibi yorgun hissediyorum kendimi bazen. Yine de insanın böyle kocaman bi ailesi olması güzel, çok güzel!
Yarın: bayram harçlıkları nereye gidiyor? (bayram yazı dizisi son bölüm)

PS: bu yazı rengi çok mu göz yoruyor bana mı öyle geliyor? Fikir beyan ederseniz seviniciiim.

8 Aralık 2008 Pazartesi

Şimdi orda olsaydım...



Bu geceyi evimde geçiriyor olsaydım bi kere kesinlikle televizyon karşısında Zerrin'cimle yumuş yumuş uyukluyor olacaktım şimdi, aklımda yarın sabah kalkıp yapacaklarım...

Sabah muhtemelen en önce ben uyancaktım, biraz yatakta döndükten sonra kalıp salondaki masanın günlük örtüsünü süslü püslü olanla değiştirecektim. Hemen ardından sessizce mutfağa gidip bi dolu krep yapacak, kahvaltı sofrasını hazırladıktan sonra avaz avaz "bu-gün-bay-rammm! Erken kalkın çocuklaaaar" diye Barış Manço şarkıları söyleyerek önce annannemi sonra Zerrin'cimi uyandıracaktım, ve tabii gürültüye ayaklanan dedem kendiliğinden kalkmış olacaktı ve ben koridordan mutfağa doğru geçerken, o karşı istikametten gelip gözlerime ters ters bakıp "cık cık cık, böyle olur mu bu saatte kızım?" demek isteyecek ama ben sevimli sevimli boynuna atlayıp "günaydın dedeciiiiim! bayraaaam! bayraaam! kahvaltı hazırladım hadi gel hemen" diycektim o da "iyi iyi hadi çekil" diyip yoluna devam edicekti. Mutfağa gidip çayları koyup gelmeleri bekliycektim, bi türlü gelmiyceklerdi, gidip bi tur daha uyandırma faslı yapacaktım, sonunda sıkılıp oturacaktım kahvaltıya tek başıma ve tam o anda dedem gelecekti, 3 dk sonra anneannem, 5 dk sonra Zerrin'cim gelecekti, minicik mutfak masamıza sıkış tıkış oturacaktık, anneannem mutlaka sofrada eksik bişiyler bulacak ve geciktirecekti kahvaltısına başlamayı, ben zaten kahvaltı yapmayı çok sevmediğim için çabucak bitecekti kahvaltım, ben kalkınca anneanneme daha fazla yer açılacaktı. Hemen içeri gidip süslü püslü bişiyler giyecektim bayram diye, bu sırada onların kahvaltısı bitmiş olacaktı. İlk iş dedeme gidecektim, "deedeeee" diye, bunun ne demek olduğunu anlayan dedem gülerek bakacaktı gözlerime ve ben yine edalı işveli bir kez daha "dedeeeee" diyince "söyle bakalım nedir?" diycekti, "gel ben bi elini öpiyim bugün"diycektim,"e hadi öp bakalım" diycekti, ben öpücektim ve bırakmıycaktım elini"eeee?" diycekti ben de "dur dur iyi olmadı galiba ben bi daha öpiyim" diycektim,o gülücekti, "tamam tamam öptün git hadi" diycekti, ben de boynumu büküp, "ya? gidiyim mi? mmmm, peki gidiyim bari naapiyim artık.." diyip kedi gibi gözlerine bakıcaktım, gülecekti, "para mı istiyosun?" diyecekti, ben de sırıtıcaktım, o da gülümseyip "iyi hadi tamam dur bakalım" diyecekti, titreyen elleriyle pantolonun cebinin düğmesini açıp cüzdanını çıkaracaktı, içinden bir miktar para çıkartıp "al bakalım ne kadar istiyosun" diycekti, ben de "ben ne biliyim sen vericen" diycektim, o da bişiyler vericekti içinden, ben çok verdiğini farkedip yarısını masasına bırakıp çıkacaktım odasından. Sıra anneanneme gelecekti, koşa koşa gitcektim odasına, muhtemelen kahvaltısı anca bittiği için giyiniyor olacaktı, ben yakasına saldırıp "gel bi öpüyim seni heleeee" diyip üstüne atlıycaktım, o kocaman yatağına devirecek ve gıdıklıycaktım onu. "ay dur belim belim, dur kızım dursanaaa imdaaat" diye bağıracaktı bir yandan gülerek, sonra kalkıcaktım gerçekten bi tarafını incitirim korkusuyla, "dur bi düzgün öpiyim elini hele bi bayramını kutlıyım seninnn" diycektim, öpücektim elini, hemen diğer elini yeşil yeleğinin cebine sokup bişiyler hazırlayacaktı vermek için ama vermeden önce soracaktı her zamanki gibi, "deden verdi mi bakiim?" diye, "verdiiiii" diycektim, "hah iyi ne kadar verdi bakiiim?" diyecekti, "sen ver hele önce, sonra söylerim" diycektim, söylersin söylemezsin didişmesinden sonra elindekini verecek ve dedemin ne verdiğine bakacaktı, kendisinin verdiğinden fazla ise "bak sen şu adama yahu!" diyecek sonra da "iyi iyi aferim bak iyi vermiş" diyecekti, kendisininkinden azsa "aman pinti o zaten bak ben sana veriyorum ama az harca e mi" diyecekti. =) Sıra bizim odaya gelecekti. "Zerrinciiiiim" diye dalsam da odaya ses yok tabii, "zerrinciiimmm" desem de cevap "horrrr"; "aşkıııımmm" diyince "uyuyorum beeeen!" diyecekti ve bu sefer de onun üstüne atlıycaktım, yumuş yumuş dakikalar ve etrafa düşen paracıklar =)) Sonra kalkıp salona gidecektim ne var ne yok diye, hemen şekerlikleri dolduracaktım gelen olursa diye, ve o sırada kapı çalacaktı muhtemelen, ilk çocuklar gelecekti şeker istemeye, ve ben onlara şeker vermeye utanıp anneannemin yanına gidecektim koşa koşa, "geldiler geldileerrr", "kim geldi kızım? açsana kapıyı" "ya yok ben açmam, çocuklar şeker istiyodur sen açsana nooolurrr", anneannem açar kapıyı, biraz şeker verir, biraz harçlık verir, ben sıkılırım bu arada başlarım sırayla teyzemleri aramaya. Kim evde yoksa o yoldadır bize gelmek için diye heycanlanırım. Biraz sonra kapı çalar zaten, Şaybe'cimler gelmiştir, ellerinde de ya baklava ya börek ve mutlaka bir kutu Serender çikolatası. İçeri davet ederim, ne hikmetse evde benden başka kimse yokmuş gibi herkes odasındadır, tabii benim o kadar ısrarıma rağmen kimse hazırlanmadığı için şimdi baskına uğramışlardır. Ben hemen Şişko'mun elini öperim, en büyüğünden güzel bi kağıt para verir, sokuştururum cebime, dünyanın en çulsuzu gibi giderim Şaybe'cime, sanki bilmiyomuş gibi Şişko'mun verdiğini bi güzellik de o yapar, ohhh ben rahatlarım, koşa koşa odama gider bayram cüzdanımın içine koyarım bu aldıklarımı da, ardından hemen mutfağa, çay koymaya, çünkü Şişko'cum gelmişse hemen çay demlenir bizim evde ve hemen salona geri koşarım yalnız kalmasınlar diye, biraz sohbet ederiz biz, bu sırada dedem gelir güzelce giyinmiş kravatını takmış bir şekilde, selamlaşır gelenlerle ve yerine oturur, ben sanki yeni görüyomuş gibi giderim bi daha elini öperim, güler bu defa çokça, anneannem gelir, Zerrin'cim gelir, çikolatalar kolonyalar, arada kapıya gelip çikolata isteyen çocuklar, öğle vakitlerinde çaylar içilir ve muhtemelen anneannem zeytinyağlı barbunya yapmıştır börekle birlikte afiyetle mideye indirilir ve 2-3 gibi Sevinç'ler gelir. Hemen yeni bir heycan, Sevinç'in eli öpülür, eniştenin eli öpülür, harçıklar cebe konur, odaya geçip günün haslatının içinden makul miktarda bişiyler seçilip hazırlanır ki odadan çıkar çıkmaz Eşikya gelip elimi öper, kapar bi miktar bişiyler sevinip bi de boynuma sarılır, sonra Haydut'um gelir öper elimi utana sıkıla, bi miktar da o alır ama tüm ağırbaşlılığıyla cebine koyup, "Witchie abla geçen gün nooldu biliyo musun" diye konuyu başka yere çeker çünkü ona göre benden harçlık alınmamalıdır ama harçlık almak da güzeldir hani =) Sonra bir miktar aile saadeti yaşanır salonda, ardından Zerrin'cim odasına kaçar, çocuklarla ben anneannemin odasına çekiliriz, okulda olanları anlatırlar bana, bende ilgilerini çekecek bişiy varsa ben anlatırım, ve ertesi gün için planlar yapılır, nerde buluşsak nereye gitsek diye. Akşam yemeği topluca bizde yenir, 1o kişilik dev kadro muhtemelen hamsilere yumulur ve ilk gün böyle geçer...

Madem sabırla buraya kadar okudunuz, uzakta da olsam benim bayram sevincimi paylaştınız, o zaman sizin de bayramınız kutlu olsun, hep şeker tadı kalsın damağınızda, bol harçlık alın, bol harçlık verin, bol bol şarkı söyleyin, "bugün bayram!"

7 Aralık 2008 Pazar

...dots... of the night / ....


Zilyon tane şey yazdım, her biri taslaklara gitti sonunda. Bi dolu alıntı yaptım, sildim attım onları da. Zaman geçtikçe, hoşgörüm geri geldikçe, içim dengeye yaklaştıkça, huzura doğru bir adım daha yol alıyorum, huzursuz hiçbişiyi kalıcı yapmak istemiyorum. Buraya yazılanlar hep iyiye hep güzele dair, içinde hep umut olan şeyler olsun istiyorum. O yüzden ne yeni yazılar ne de alıntılarla yeni entry'ler girip eskileri aşağı aşağı itelemeye çabalamaktansa, sadece gecenin noktalarını doldurayım en iyisi diyorum...

Song of the night: Evanescence - Everybod's Fool
Color of the night: bu renk
Adj. of the night: Lost
Smiley of the night:

Vermeyince Mabud, neylesin Mahmut?

Eğer ortaokul çağında değilseniz, bir cep telefonunuz olduğunu ailenizden gizlemiyorsanız, annenizle kız arkadaşınız kanlı bıçaklı değilse, aileniz sizi eşicinsel sanmıyorsa ve 21. yüzyılda yaşıyorsanız; sevgiliniz sizi aradığında açmama sebebiniz
annenizin peşinizden ayrılmaması yüzünden evde telefonda konuşamıyor olmanız
olamaz sanırım? A-aaa, olabilir mi, cidden miiii? Ay inanmıoooruuuuuummmmm.... Nassı üzüldüm nassı üzüldüm annnatımammmm... Yani telefonu açıp naber, nasılsın, faslını fazla uzatmadan şu anda uygun değilim sonra görüşelim dediğiniz zaman anneniz sinir krizleri geçirecek, ölüm döşeğindeki hastanız gürültüye uyanacak, herkes anında anlayacak telefonun diğer ucundakinin sevgiliniz olduğunu di mi, di mi, dii miiiii... Ama ben neden göremiyorum alnımda yazan yazıyı, işte bunu çözemedim bi türlü. O da olur zamanla inşşallah, Allah büyük! Ya sabır! Ya sabır! Ya sabır, ya sabır, ya sabır!

5 Aralık 2008 Cuma

TLH

Çocukken okuldan eve gelip kendi anahtarıyla kapıyı açıp mutfak tezgahına yetişmeyen boyuyla kendine yemek ısıtmaya çalışanlardan olmadım hiç, çok şükür ki dünya huysuzu bir anneannem var. Ama yine de hala okuldan eve geldiğimde istiyorum ki odamda beni bekleyen bişiyler bulayım. Son depresif hareketlerimden birini yenme çalışması olarak aldığım balığı masanın üstünden sehpaya indirdiğimden beri bir arkadaştan çok yemeği unutulmaması gereken bir sorumluluk gibi gördüğümü farkettim ve otobüste giderken aklıma geldi odamın ışıklarını açık, pencereyi aralık, playlistte en sevdiğim müzikler ve ekranda inbox'ım olacak şekilde bırakıp çıktığımı. İstiyorum ki odama geldiğimde sanki birisi az önce çıkmış gibi olsun, sanki birisi odayı canlandırmış, benim geldiğimi anlayıp koşarak mutfağa geçmiş bana süpriz hazırlıyor gibi olsun. İstiyorum ki neşeli beklesin odam beni, içeri girdiğimde yalnızlığın soğukluğu ve depresifliği olmasın. O yüzden müziklerle, temiz havayla ve aydınlıkla karşılıyor odam beni. Ama hausmeister denilen adam benim tüm gün ışıkları ve pc'yi açık bıraktığımı farkederse pek hoş olmayacak sanırım. Keza dün akşam öğrendim ki TLH(yurt) satılması düşünülen yurtlar listesinde yerini almış sürekli zarar ettiği için =( Satışa çıkarılmamış henüz ama fazla sürmeden o da olur diyorlar. Ve hatta Erik yurdu satın almayı düşünmüş, aylık masraflarını, m2sini falan hesaplamış, çok güldüm. Ama sonra hüzünlendim. Hadi diyelim ki benim Bonn'daki hayatım en fazla 2009 Nisan'ına kadar, o zamana kadar bizi burdan kışkışlamayacaklarını umuyorum ama seneler sonra yeniden bu şehre gelip kaldığım odayı görmek istesem yerinde yeller esecek, ve ben bunu biliyorum =( Bu salak ülkenin salak kurallarını ve salak insanlarını hiç ama hiç sevmesem de odamı çok seviyorum! Asteroid Z106'nın küçük prensesi ilan etmişken kendimi, bi dolu ilk'imi yaşamışken burda, hayatımın en manyak günlerini bu binanın yıkılmasıyla gömmek istemiyorum yerin bin kat dibine. Evet biliyorum binayı yıkacaklar çünkü çok eski =(

Asteroid Z106'nın da fotoğrafını koyacaktım ama zaten burda bir kısmı görünüyor...


Song of the day: The Cure - Friday I'm in love
Color of the day: olive black
Adj.of the day: Caring
Smiley of the day:

4 Aralık 2008 Perşembe

Bir durak yürüdüm, çok üşüdüm

Uzun zamandan beri ilk defa hayallere dalıp ineceğim durağı kaçırdım. Genellikle dolmuşta ineceğim yeri geçtikten sonra farketmişliğim veya "müsait bir yerde inebilir miyim" yerine "Ahmet'lerde inebilir miyim" demişliğim vardı ama en son ne zaman otobüs durağını kaçırdım hatırlamıyorum. Hayalleri merak ediyorsunuz tabii =) Kimsenin tahmin ettiği bişiy çıkacağını zannetmiyorum, keza, bir şekilde uzaktan eğitim veren bir üniversitede okuma fırsatı bulsam acaba bilgisayar bilimlerini mi seçerdim yoksa psikoloji mi, yeniden lisans mı okurdum yoksa master mı yapardım, açıköğretimlilere af çıkmış acaba yeniden başvursam sınavlara girebilir miyim ve girsem şu uyuz muhasebe dersini bu defa geçebilir miyim diye düşünüyordum. İlk yüksek lisansı kazaya kurban gitmiş ve yeniden başlayıp bu defa aynı anda iki master birden yapan birisinin daha farklı hayalleri olması lazım sanırım =)

A bi de uzun bir aradan sonra dün gece yeniden şarkı söyledim, kayıt yaptım, çok mutlu oldum. Ama kesinlikle daha sık yapmalıyım çünkü kötüye gidiyor.

Bi de bi de...içimdeki tüm şeytanlara rağmen bugünkü tüm derslere girdiğim için kocaman bi aferim bana!

Song of the day: Vonda Shepard - Tell Him
(Sözlerine de bi bakın derim)
Color of the day: White
Adj.of the day: Cold
Smiley of the day:

3 Aralık 2008 Çarşamba

pembe saçlı kız .


Pembe saçlı bir kız çocuğunun upuzun saçları arasında yaşayan ve hayattaki tek işi ne zaman bir gökkuşağı çıksa pembe saçlı kızın saçlarını çekmek olan bir cüce olsaydım...ben yine de kırmızı olmak isterdim ama saçlarının arasında saklanmam kolay olsun diye en fazla eflatun olmama izin verirlerdi herhalde. Uyurken çıkarıp başucuna koyduğu tokasının üstüne uyurdum ben de geceleri. Uykum kaçtığında rüya perileriyle arkadaşlık ederdim. Hatta rüya perilerinin geldiğini görmeden uyumazdım belki de pembe saçlı kızı yalnız bırakmamak için. Ama pembe saçlı kız hiç bilmezdi saçları arasında eflatun bir cücenin hep onu kolladığını ve ancak uyku perileri geldiği zaman kendisini perilere emanet edip uyuduğunu. Pembe saçlı kız ağladığında cüce panik içinde, pembe saç telleri arasında, bir o yana bir bu yana telaşta koşuşturur, her an bir gökkuşağı haberi alıp pembe saçlı kıza yetiştirmek için can atardı herhalde...

Song of the day: Doris Day -
Perhaps, perhaps, perhaps
Color of the day: Pink
Adj. of the day: Dreamy
Smiley of the day:

2 Aralık 2008 Salı

The Witch of Portobello / i


Even it was a bit boring at the beginning, i like Athena more as much as i read. May be i like it just because i find some similarities.
  • "She was always flirting with danger. Thay say that extroverts are unhappier than introverts and have to compensate for this by constantly proving to themselves how happy and contented and at ease with life they are." (P/9)
It sounds a bit weird and cruel to match this with myself... Each time i take the book, these sentences are catching a glimpse ... then i go back to the page i was. I'm thinking for two weeks, do i really try to convince myself that i'm happy all the time? Is this the reason why i'm falling so often recently, as i'm not as good at convincing myself as i was before? Doesn't matter how much i think, i can't find the answer. i can't go along with any the answer i find and i keep reading.
  • "We women, when we're searching for a meaning to our lives or for the path of knowledge, always identify with the one of four classic archetypes. The Virgin:... The Martry:... The Saint:... Finally, the Witch justifies her existence by going in search of complete and limitless pleasure."(P/12)
When i think of this, i realized once again that really don't do anything if i don't want to. If i don't enjoy the job i do or the breath i take, i simply don't. I have enough luxry in my life not to do anything i don't want to. I hope there won't be any occasion in the future that makes me do something i really don't want to do. Till now, whatever the cost was, i never did something i didn't want to. I'm not sure if it is good to be so hard to life, i'm not sure if it is something to be proud of, but i am proud of this. Because this is something makes you realize how sure you are and makes me feel so free! As a witch, i really feel the sense of everything i do!
  • "... she quoted these lines by Robert Frost:
Two roads diverged in a wood, and I-
I took the one less traveled by,
And that has made all the difference" (P/28)

Isn't this what i always do? Taking the less used way to find out what happens. Making my own way, following my own rules...
  • Athena thinks her mission is to be a mother and says "If i don't feel life growing inside me, I'll never be able to accept life outside me."
For me, this is just contrary. I don't think i can ever accept a life growing in me, as long as i accept this life outside me. I can't do such a thing to such an innocent soul as long as the world stays so...
  • "Bacause all my life I've learned to suffer in silence." (P/41)
I think this is the golden rule to deceive yourself that you're happy all the time. The minute you suffer obviously is the minute you accept your failure. Even i accept many failures and sometimes suffer very loudly i know at which points i really suffer in silence, and this will always be so...
  • "I've noticed that loneliness gets stronger when we try to face it down but gets weaker when we simply ingore it." (P/54)
This is what i also experienced. If you keep telling yourself that you are not alone or do something to show yourself that you are not alone, or expect any action from anyone to prove that you are not alone, it never works. All you should do is to act as there isn't such a thing called as loneliness. Even i generally like loneliness, there are always some painful times i think i'm lonely. But who cares! Both i like my loneliness and there isn't any loneliness =))

  • " 'Why is patience so important?' 'Because it makes us pay attention.'" (P/77).
She also doesn't like to be patient, just like me. As i always say... If patience is the ability to watch the water running out of the sink by moving in circles, i'm absolutely not patient at all!

  • Her calligraphy teacher says: "The paper ceases to be a flat, colorless surface and takes on the depth of the things placed on it." (P/79)
May be we should also be like the paper. Ready to be written by life, deep enough to take the meaning what's being written on us and wise enough to know that to be a white paper is not something that can be used just to scratch but worthy to state in evidence of life... We shouldn't get angry to the life because of the bad things we live but we should be wise enough to understand the meanings of those experiences.

She is also kinda hiperactive like me. I was always thinking why i am so... And i think i found the reason thanks to Coelho. She is having trouble whenever she has a space, even at the spaces when she writes calligraphy. Having a space is making me mad, i feel as my mind will explode with those thought i don't want to hear and i feel lost within that spaces. That's why i always have to do something. That's why i have to go to bed just when i'm so tired to sleep..that's why i like to fall a sleep on the couch while doing something and then go to my bed with full of sleep, just not to fall into those spaces...
  • "When I'm doing something, I feel complete, but no one can keep active twenty-four hours a day. As soon as I stop, I feel there's something lacking. You've often said to me that I'm a naturally restless person, but I didn't choose to be that way. I'd like to sit here quietly, watching television, but I can't. My brain won't stop. Sometimes I think I'm going mad." (P/88)
Today when i read these lines on the bus, I was kinda amazed. There are also some people on the world having same thing what i have and somehow there is someone described so good how i feel! To see any descriptive attempt for this feeling is unbelievable for me. From now on, whoever tells me that I'm a restless person, i can tell them or make them read these lines... I don't know if they will understand exactly how i feel but at least here is the description!

The book is 268pages, i'm at page 89 and i'll keep writing my impression sas much as read as i promised. I wanted to write till here so it won't be an extremely long entry when I finish the book. I don't know if this was what you asked but this is all i can...

* Bu sıkıcı entry için üzgünüm ama verilmiş bir sözün üzerine yazmam gerekiyordu, belki ilgisini çeken olursa diye buradan yazdım. Muhtemel zilyon tane hata için de kusura kalmayınız, vakit 3'e çeyrek var, bugün çook yorucu bir gündü...

30 Kasım 2008 Pazar

Hayat bir sirk(!) değildir(?)


"Hayat bir sirk değildir" demiş Harper Lee, sanırım Bülbülü Öldürmek adlı eserinde. Kitabı okumadım ama K Dergi'de ilgili bir yazı okudum, ordan biliyorum. Ne var ki hayat tam da bir sirktir bence. Bir daldan bir dala atlayan akrobatlar, santimetrelere bağlı hayatlar, anlık farkların yaşamlara mal olacağını akla getirmeden, koca bir toz bulutu oluşturarak havada tutuşan eller... En yükseklerdeki ipler üstünde yürüyen sessiz adımlar... Demir kafesin içinde dörtdönen motorlar ve ortada durup ellerini iki yana açmış bir kadın.. Hayat tam da böyle bir sirktir işte... ve arada Popov gibi yıllanmış palyaçoların çıktığı, ve insanların sirkte olduklarının farkında olmayacakları kadar insanı içine çeken bir sirk... Dışarıdan bakınca eğlenceli gelen, heycan verici, merak uyandırıcı..sahnedeyken ise riskli ama alkışları duymak pahasına cesur, para kazanabilmek uğruna gözükara... Asıl mesele bu sirkin içinde büyüyüp de ağlamayı ve gülmeyi, neyi ne zaman yapacağını doğru bilmekte. "Büyümek, acıya sızlanmadan katlanmayı öğrenmek ve katlanırken mücadele etmektir" demiş... Hala kar taneleri görünce çığlık atacak kadar sevinmeyi, elma şekeri yemeyi, avaz avaz şarkı söylemeyi, çimenlerde takla atmayı, kara çıplak ayak basmayı ve hatta dolabın içinde nefesimi tutarak annemden saklanıp odaya girdiğinde onu korkutmayı seviyorum. Ama büyümüyorum demek değil bu. Keza her gün biraz daha iyi öğreniyorum sızlanmadan katlanırken mücadele etmekten vazgeçmemeyi...

Gölgelerin gücü adına!!! Güç bende artık!


Yeni kararımı açıklıyorum: 14 Şubat 2009'a kadar tüm depresyonlarımı ve canımı sıkan tüm insanları askıya aldım.

Neden mi? Çünkü yapacak çok işim var! Uğraşamam hiçkimse ve hiçbirşey için üzülmekle. A bu demek değil ki witchie duygusuz olacak. Pek tabii özlem duyacağım, seveceğim, mutlu olacağım, üzüntüyü paylaşacağım, acıkacağım her hangi birşeye ve doyacağım herhangi birşeyi yapmaya ama üzülmek ve sıkılmak yok. Çünkü gerek yok. Çünkü değmiyor. Çünkü ne hiçbirkimsenin ne de hiçbirşeyin beni daha fazla acıtmasını ve üzmesini istemiyorum.

Hani ben o hakkı vermedikçe kimse beni üzemez ya, işte vermiyorum o hakkı kimseye. Tüm üzme, acıtma, incitme hakları askıya alınmıştır, kamuoyuna açık duyurudur!

Paylaşmak için, sevinmek için, mutlu olmak için önümüzde 75 gün var! Sizler de(evet sen de pilli cadı, ve sen de Zerrin'cim) ister devam edin üzülmeye değmeyecek şeyler için kendinizi üzülmeye, ister ben de varım diyip beri gelin! Hodri meydan!

29 Kasım 2008 Cumartesi

Jinny Joe

"You know, Elizabeth, a dandelion is also known as a love herb. Some say that blowing the seeds upon the winds will carry your love to your lover. Others say that if you blow the puff ball while making a wish and succeed in blowing off all the seeds, your wish will come true."

If you could see me now - Cecillia Ahern

27 Kasım 2008 Perşembe

Önüm arkam sağım solum sobeeee!

Bugünlerde blog aleminde neye el atsam piyango bana çıkıyor, hadi hayırlısı. Daha 3-4 gün önce, 'neymiş bu mim bi bakiim hele' dedim, mimlenenleri okudum vs. Şimdi ise sıra bende! Evet olgun olmam gerek ama değilim şekerim, değilim işte. Zaten baktım da bi, benim dışında günün blogu olanlar da pek öyle yaygara çıkarmamış benim gibi =) olsun ben mimlendiğim için de çok sevindim, hatta izninizle bi minicik sevinç nidası koymam gerek:
"YUPPİ YUPPİ YAA YUPPİ YAA YAA YEEE!"
Keza mimlendiğimi fark edince ağzımdan da ilk bunlar çıktı. Efenim mimimizi cevaplamaya başlamadan önce burdan tüm sevdiklerime... =)) yok yok, sadece bu sırada biraz sıkıntılı olan canımız pilli cadımıza enerji olsun diye...
özellikle long-lasting (ingilizce yazınca havalı oluyomuş=: uzun ömürlü) Duracell pillerinden armağan ediyorum ;)

1.Blog yazmaya ne zaman başladın?
18 Ağustos 2008, Pazartesi günü başlamışım efenim. Ama o blog bu blog değil, keza onu benden başka bilen gören duyan da yoktu sanırım. Çoook kızgın, kırgın zamanlarımda yazardım ona, sonra bir arkadaşımın ısrarı ile kendi domainim altında başladım yazmaya, sonra işler karıştı, tepem attı, iş inada bindi, blogger'a geçtim, aştım kendimi güzel insanlarla tanıştım, çok güzel oldu =)

2.Blog yazısı konularının belli bi çizgide olmasına özen gösteriyomusun?
Gösteriyorum ama yine de pek belli olmuyor sanırım =) Tanıdıklar girince işin içine, bir de yaşı küçük okuyucular olunca pek kötü örnek olmamaya çalışıyorum, hastalık üzüntü vs. gibi ters giden şeyleri de pek anlatmıyorum.. Son zamanlarda yeni bir blogda, çok daha nadir ve sanki bir stres topuymuş gibi, biraz yoğun, biraz şiddetli ve çok fazla içim ile ilgili yazıyorum ama devam eder mi bilmiyorum... belki orada da arkadaşlarım olursa devam ederim.

3.Blog yazmayı ne kadar sürdüreceksin?
İçimden geldiği kadar... Kimseye bağlı bişiy olmasını istemediğimi fark ettim geçen gün. Birisine kızdığım için blogu silmek veya inadına bişiyler yazmak istemediğimi farkettim. O yüzden tamamen içimdeki cadıya kalmış bişiy. Yakın zamanda bırakmak gibi bir niyetim yok, ama hiç belli de olmaz, bakarsınız witchie gitmiş, başka bir zaman başka bir isimle çıkıvermiş...kim bilir...

4.Blog yazmak senin için eğlenceli bir uğraşken, şimdi artan bekleyiş yüzünden senin için bir zorunluluk haline geldi mi ?
Hiç kimsenin benim blog entry'lerimi beklediğini sanmıyorum ki zorunluluk haline gelsin. Aksine sık sık yazdığım zamanlarda blogu takip eden insanları sıktığımı düşünüp, ah keşke takip etmeseydi ayıp olucak şimdi diyorum. Sanki iki de birde telefon edip insanları rahatsız ediyormuşum gibi geliyordu. Biraz zor oldu ama aştım artık, 'çok sıkılırlarsa takip etmezler canım. aaaaAAA! Abarttın yine!' dedim kendime =)

5.Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor musun ?
Hayır, aksine blog yazmak bana zaman kazandırıyor bile diyebilirim. Çünkü bazı şeyler var ki kafamda döndükçe dönüyor, birbirine çarpıyor, yıkılıyor, sonra yeniden diriliyor, yaralar oluşturup beynimin içinde canımı acıtıyor. Halbuki yazdığım zaman, sanki eski bir dostla dertleşmişim gibi aklımdan çıkıp gidiyor, işime dönüyorum, biraz daha rahatlamış olarak devam ediyorum kaldığım yerden..

6- Bloga yazılan yazıları ve yorumları en fazla yazarının okuması gerçeği hakkındaki fikirlerin nedir ?
Son mimlenen 3-4 yazarın anlamadığı soruyu ben de ilk okduğum zaman anlamamıştım ama başta dediğim gibi birkaç gün önce bu konuyu keşfetmeye karar verdiğim zaman okuduklarımdan anladığım şu ki, bu soru benim gibi yorum sayısı iki elin parmaklarını geçmeyen yazarlar için değil de bir günde 30-40 yorum alan yazarlar için. Yine de cevaplayalım. Tabii ki diğer blogları okumak önemli bişiy, gazete okumak kitap okumaktan farkı yok. At gözlüğü takıp sadece kendi fikirlerini bilirsen, onlar etrafında dönüp durmaktan öteye gidemezsin.(bknz. kötü örnek(pc'nin sesini kıstıktan sonra tıkayın, aman diyim!)). Okuyacaksın, öğrenmeye açık olacaksın, eleştiri kaldırabilir olmaya gayret edeceksin ki her gün biraz daha o idea'ya yaklaşabilesin, idea'lar ülkesine daha yakın bir hale getirebilesin bu dünyayı. Ukalalıkla & kibirle bir yere varılmıyor, keza bu ikili beni pek bir itiyor.


Bu kadar basit sorulara benim gibi böyle uzun uzun cevap yazan kaç yazar daha var bilmiyorum. Pilli Cadı'ya bu güzel pası için teşekkür ediiiiiip, topuuuuuuuuu.... Onur'cuk'a atıyorum. Keza bu günlerde pek bi boş dolanıyor sanırım =)