Ne yazacağımı bilemiyorum sayın seyirciler, heycandan ölmem ama bayılsam yeridir; yıllardan beridir yana yakıla aramakta olduğum şarkıyı buldum sonunda.
Sen cidden çok yüce bi azizsin St.Ziza, Allah seni başımızdan eksik etmesin, Allah ne muradın varsa versin, Allah tuttuğunu altın etsin. Süpersin sen süper!
Dineyin efenim dinleyin!
9 Nisan 2009 Perşembe
Sshhh...
Uzun zamandan sonra bugün yeniden hatırladım susmanın güzelliğini... Sahiden uzun zaman olmuş... en az 5 sene... hiç susmamışım nerdeyse, susamamışım. Birlikte susabilmek ne güzel bişiydir... En az birlikte saatlerce konuşabilmek kadar güzeldir... Yağmurda ıslana ıslana elele yürüyebilmek kadar güzeldir... Ve hatta sevgilinin kokusu kadar da güzeldir bence birlikte susabilmek...
Bir de bazı şeylerin güzelliğini görebilmem için önce bi miktar depreşmem mi gerekiyor nedir, anlamadım, böyle patlayacak gibi oldu içim, Allah'ım yeter diye çığlık çığlığa kaldım kendi içimde ama geçti bi şekilde..garip bi durum.. garip ama sonu iyi olsun da razıyım ben. zaten neyi zahmetsiz elde ettim ki, sefasını süreceksek cefasını da çekeriz artık naapalım :)
Labels:
güzel günler,
sessizlik,
sükunet
Ce-eee!
Ben geldim ki yeni yerime!
Ama daha yerleşmedim hiç biyerde.
Yani aslında şimdi ben hala yoldaymışım gibi :)
Ptesine kadar yolda mıyım nerdeyim bilmiyorum, o kadarcık süre verdim kendime işe başlamak için.
Boşuna mı pazartesi haftabaşı? :)
Ama daha yerleşmedim hiç biyerde.
Yani aslında şimdi ben hala yoldaymışım gibi :)
Ptesine kadar yolda mıyım nerdeyim bilmiyorum, o kadarcık süre verdim kendime işe başlamak için.
Boşuna mı pazartesi haftabaşı? :)
6 Nisan 2009 Pazartesi
sinek olmak istiyorum
Niye geldim diye dellenme be cadı, bi dur azcık hele! Sen buraya gelmedin ki, sen gideceğin yere varmadın ki henüz. Bi dur biraz, biraz bi sakin ol, biraz bi zaman be güzelim yahu...
Geçmeyen bir huzursuzluk var üzerimde. Geçmeyen, geçmek bilmeyen. Bonn'da değilmiş cenabetlik, burda da aynı şeyler var işte. Aslında burda daha çok olacağını biliyordum. Gideceğim ya işte..bakalım orda da olacak mı böyle...orda da geçmeyecek bu huzursuzluk diye çok korkuyorum, çünkü o zaman gidecek bir yer daha yok aklımda. Orda da geçmezse sesimi kesip işimi bitirip yeni yerler bulmam gerek kendime. Düşünüyorum da eskiden o çok huzur dolu olduğum zamanları, ne farkı vardı bugünümden diye...birincisi kesinlikle işimle çok meşguldüm, sürekli üretiyordum, sürekli birşeyler öğrenip insanlara öğretiyordum ve ikincisi çok mutlu bir ilişkim vardı, herkesin imrenerek baktığı, kimilerinin yolda çevirip nazar boncuğu taktığı... Onun dışında hayat aynıydı... Gidince... bakalım işim istediğim verimde olacak mı, bakalım bu DAY2009 macerası sayesinde aklımdakilerin birazını olsun gerçekleştirebilecek miyim, bakalım sevgili ve sevgili arkadaşlar ile aynı çatı altında olmak nasıl olacak... Heycanlı mıyım? Değilim.. Ama çok korkuyorum, öyle ki ödüm b.kuma karışıyor resmen. Ama bi yandan da aklımın bi kenarı hep aynı şeyi söylüyor beni sakinleştirmek için "tamam artık yeterince sıkıntı çektin, şimdi sıra güzelliklerde" diyor... Öyle mi? Bilmiyorum... Ben çok korkuyorum...
Böyle korktukça, böyle ne yapacağını bilmez hale geldikçe, hele bi de Bonn'da kimseye "gidiyorum" bile demeden çekip gittiğimi düşündükçe, kaybolmak istiyorum, yok olmak...ve sonra en iyisi diyorum, sinek olmak... Kimselerin sevmediği istemediği, gazeteyi rulo yapıp kafasına kafasına vurduğu bir sinek olmak; gidip en sessiz odadaki dolabın tavanla birleştiği yerdeki tozların arasına konmak, orda yaşamak istiyorum bir süre. Ne kadar bir süre? Bilmiyorum... kendi saçma iç sesimden öte umut verici bir şey daha bulamıyorum.. "Direnmek umuttandır" derler ya, direnemeyişim belki de umutsuzluğumdandır diye düşünüyorum.. Ben yok olmak istiyorum...sinek olmak...
Geçmeyen bir huzursuzluk var üzerimde. Geçmeyen, geçmek bilmeyen. Bonn'da değilmiş cenabetlik, burda da aynı şeyler var işte. Aslında burda daha çok olacağını biliyordum. Gideceğim ya işte..bakalım orda da olacak mı böyle...orda da geçmeyecek bu huzursuzluk diye çok korkuyorum, çünkü o zaman gidecek bir yer daha yok aklımda. Orda da geçmezse sesimi kesip işimi bitirip yeni yerler bulmam gerek kendime. Düşünüyorum da eskiden o çok huzur dolu olduğum zamanları, ne farkı vardı bugünümden diye...birincisi kesinlikle işimle çok meşguldüm, sürekli üretiyordum, sürekli birşeyler öğrenip insanlara öğretiyordum ve ikincisi çok mutlu bir ilişkim vardı, herkesin imrenerek baktığı, kimilerinin yolda çevirip nazar boncuğu taktığı... Onun dışında hayat aynıydı... Gidince... bakalım işim istediğim verimde olacak mı, bakalım bu DAY2009 macerası sayesinde aklımdakilerin birazını olsun gerçekleştirebilecek miyim, bakalım sevgili ve sevgili arkadaşlar ile aynı çatı altında olmak nasıl olacak... Heycanlı mıyım? Değilim.. Ama çok korkuyorum, öyle ki ödüm b.kuma karışıyor resmen. Ama bi yandan da aklımın bi kenarı hep aynı şeyi söylüyor beni sakinleştirmek için "tamam artık yeterince sıkıntı çektin, şimdi sıra güzelliklerde" diyor... Öyle mi? Bilmiyorum... Ben çok korkuyorum...
Böyle korktukça, böyle ne yapacağını bilmez hale geldikçe, hele bi de Bonn'da kimseye "gidiyorum" bile demeden çekip gittiğimi düşündükçe, kaybolmak istiyorum, yok olmak...ve sonra en iyisi diyorum, sinek olmak... Kimselerin sevmediği istemediği, gazeteyi rulo yapıp kafasına kafasına vurduğu bir sinek olmak; gidip en sessiz odadaki dolabın tavanla birleştiği yerdeki tozların arasına konmak, orda yaşamak istiyorum bir süre. Ne kadar bir süre? Bilmiyorum... kendi saçma iç sesimden öte umut verici bir şey daha bulamıyorum.. "Direnmek umuttandır" derler ya, direnemeyişim belki de umutsuzluğumdandır diye düşünüyorum.. Ben yok olmak istiyorum...sinek olmak...
Ben...
Perişte'cimin mimi hakkında düşündüm epeyi, pek yeni bişiy bulabildiğimi sanmıyorum aslında, çünkü bol bol kendimi yazıyorum zaten burda. Sadece şeyi farkettim, "şunları da yazarım mesela" diye düşünürken arada "ya yalnış anlaşılırsa" tedirginliği hissettim, hiç hoşuma gitmedi. Böyle durumlarda hep yaptığım gibi, "ne için yazıyorsun, kimin için yazıyorsun, aslını unutma" seansı uyguladım kendime. Yoksa bugün yazdıklarım da dahil bi dolu şeyi yazamazdım. Neden takıntılanıyorum, neden böyle oluyor diye düşünürken al işte sana ben...
Ben...
- yanlış anlaşılmak istemediğim için bazen naapıcağımı iyice şaşırıyorum
- bazen deli cesareti geliyor, "kim ne anlarsa anlasın ulan" diyip aklıma eseni aklıma estiği gibi yapıyorum
- tanıştığım insanları güvenimi kazanması için sınavlara tabi tutmak yerine, en baştan tam puan veriyorum, ve dua ediyorum saçamalıklar yapıp bunu düşürmesinler diye
- "hayır" diyemiyorum :(
- söz konusu kim olursa olsun hiç aklıma gelmiyor 'şöyle yaparsam "ya kızarsa"' diye ama ödüm kopuyor birileri "ya üzülürse" diye, zaten bu yüzden hayatımın içine ediyorum çoğu zaman
- biri benden bişiy istedi mi akan sular duruyor, kendi işimi gücümü bırakıp önce istekleri hallediyorum
- aklımdan geçeni söylemezsem uykularım kaçıyor
Kalanına da şöyle devam edelim,
Ben... sevgi arsızıyım.
Ben... ilgi arsızıyım.
Ben... kitap, defter, kalem vs., kısaca tam bir kırtasiye manyağıyım.
Ben... yağmuru çok severim.
Ben... kar yağarken çok heycanlanırım, muhtemelen çıkar dans ederim, hatta kendimi tutamam çığlık atarım sevinçten.
Ben... çok kolay aşık olurum, çok zor vaz geçerim, vaz geçersem çok zor geri dönerim.
Ben... çok kolay kırılırım, ama kolay da tamir edilirim.
Ben... kin tutmam.
Ben... katır gibi inatçıyım.
Ben... çok fazla detaycıyım.
Ben... gereğinden fazla dürütsüm.
Ben... internet bağımlısıyım.
Ben... aşık olduğum zaman çok saçma bi hatunum.
Ben... her an sinirlenebilir, her an sakinleşebilirim.
Ben... küsmeyi hiç beceremem.
Ben... sinirlenince susarım.
Ben... Ece Temelkuran ve Sezen Aksu fanatiğiyim.
Ben... aşık olmayı çok seviyorum, aşık olmadan yaşamayı ise hiç beceremiyorum.
Ben... hiç hırslı değilim(eğer olsaydım şimdi çok daha iyi yerlerde olurdum kesin).
Ben... mecbur olduğum şeyleri yapmamak için değil kırk, kırk bin dereden bile su getiririm.
Ben... istemediğim hiçbirşeyi katiyyen yapmam(katır inadımla birleşince bu huyum bazen beni de çileden çıkartıyor ama değişmedi, değişmeyecek de işte biliyorum).
Ben... beceremesem de resim yapmayı severim.
Ben... şarkı söyleyebildiğim her anı çok seviyorum.
Ben... sinirimi saklayamam(çaktırmıyım desem de "gözlerinle küfrediyorsun" diyorlar).
Ben... rakı severim.
Ben... içince kusanlardan nefret ederim.
Ben... kusamam.
Ben... ham tahtaya dokunamam.
Ben... sabahları çok huysuz olurum.
Ben... terlik giymeyi hiç sevmem.
Ben... çok beyazım :)
Ben... vefalıyım.
Ben... sabırsızım.
Ben... empati yoksunu insalara sinir olurum.
Ben... imkansız'a inanmam.
Ben... işbitiriciyim.
Ben... hızlıyım.
Ben... uyuşuk insanlara sinir olurum.
Ben... kararsız insanlara tahammül edemem.
Ben... alışverişi pek sevmem.
Ben... çalışmayı çok severim.
Ben... sevdiğim insanlara çok çabuk alışırım, çok çabuk özlerim.
Ben... çok çabuk sıkılırım.
Ben... saklambaç oynamayı severim.
Ben... kupaları severim.
Ben... çok zor kıskanırım.
Ben... aylarca kiraz yesem bıkmam.
Ben... geceyi severim.
Ben... nikahlarda hep ağlarım.
Ben... annemin kokusunu ve sevgilimin boynuna burnumu saklamayı dünyadaki hiçbirşeye değişmem.
Ben... hediye vermeyi çok severim ama verirken utanırım.
Ben... lolipop severim.
Ben... bitter çikolata ve vişne suyundan nefret ederim.
Ben... mutlu değilsem çok tembel olurum.
Ben... aşıksam herşeyi yapabilirim.
Ben... ailemi çok özlerim ama 1 günden fazla yanlarından duramam.
Ben... trenleri severim.
Ben... paradan ve zengin insanlar hoşlanmam.
Ben... bir amacım yoksa, "ilerde lazım olur" diyerek para biriktirmem.
Ben... hayal kurmayı sevmem.
Ben... elimdekinin kıymetini bilirim, kaybetmemek için elimden geleni yaparım.
Ben... uzanamadığım ciğere murdar demem.
Ben... birisini hayatımdan çıkartırsam imkanı yok geri almam.
Ben... insanlardan kolay kolay bişiy isteyemem.
Ben... süprizleri çok severim.
Ben... hataları çok çabuk bulurum.
Ben... eleştirilmeyi severim.
Ben... ukala insanları severim.
Ben... şımarık insanları yarım kaşık suda boğabilirim.
Ben... karanlıktan korkarım.
Ben... coğrafya bilmem.
Ben... insanların isimlerini ve yüzlerini çok çabuk unuturum.
Ben... aslında yemek yapmayı bilirim ama çok az kimseye bunu itiraf ederim.
Ben... yemekten sonra sofrayı silmekten nefret ederim.
Ben... sinirlenince banyodaki fayansları ovarak sakinleşebilirim.
Ben... fotoğraf çekmeyi severim.
Ben... bloğumu çok seviyorum.
Ben... mimleri de seviyorum.
Ben... bu mimi; OnurCUM'a, taze bloggerımız Karakuş'a, temiz cadımız Ballerina Witch'e ve bir aydır yazmayan Anyway'e gönderiyorum(ayrıca mimlenmek isteyen, hala bu mim'i almamış olan varsa haber ediversin, hemen edit ederiz çaktırmadan :P).
aaa unutmadan;
Ben... bir cadıyım! ;)
Ben...
- yanlış anlaşılmak istemediğim için bazen naapıcağımı iyice şaşırıyorum
- bazen deli cesareti geliyor, "kim ne anlarsa anlasın ulan" diyip aklıma eseni aklıma estiği gibi yapıyorum
- tanıştığım insanları güvenimi kazanması için sınavlara tabi tutmak yerine, en baştan tam puan veriyorum, ve dua ediyorum saçamalıklar yapıp bunu düşürmesinler diye
- "hayır" diyemiyorum :(
- söz konusu kim olursa olsun hiç aklıma gelmiyor 'şöyle yaparsam "ya kızarsa"' diye ama ödüm kopuyor birileri "ya üzülürse" diye, zaten bu yüzden hayatımın içine ediyorum çoğu zaman
- biri benden bişiy istedi mi akan sular duruyor, kendi işimi gücümü bırakıp önce istekleri hallediyorum
- aklımdan geçeni söylemezsem uykularım kaçıyor
Kalanına da şöyle devam edelim,
Ben... sevgi arsızıyım.
Ben... ilgi arsızıyım.
Ben... kitap, defter, kalem vs., kısaca tam bir kırtasiye manyağıyım.
Ben... yağmuru çok severim.
Ben... kar yağarken çok heycanlanırım, muhtemelen çıkar dans ederim, hatta kendimi tutamam çığlık atarım sevinçten.
Ben... çok kolay aşık olurum, çok zor vaz geçerim, vaz geçersem çok zor geri dönerim.
Ben... çok kolay kırılırım, ama kolay da tamir edilirim.
Ben... kin tutmam.
Ben... katır gibi inatçıyım.
Ben... çok fazla detaycıyım.
Ben... gereğinden fazla dürütsüm.
Ben... internet bağımlısıyım.
Ben... aşık olduğum zaman çok saçma bi hatunum.
Ben... her an sinirlenebilir, her an sakinleşebilirim.
Ben... küsmeyi hiç beceremem.
Ben... sinirlenince susarım.
Ben... Ece Temelkuran ve Sezen Aksu fanatiğiyim.
Ben... aşık olmayı çok seviyorum, aşık olmadan yaşamayı ise hiç beceremiyorum.
Ben... hiç hırslı değilim(eğer olsaydım şimdi çok daha iyi yerlerde olurdum kesin).
Ben... mecbur olduğum şeyleri yapmamak için değil kırk, kırk bin dereden bile su getiririm.
Ben... istemediğim hiçbirşeyi katiyyen yapmam(katır inadımla birleşince bu huyum bazen beni de çileden çıkartıyor ama değişmedi, değişmeyecek de işte biliyorum).
Ben... beceremesem de resim yapmayı severim.
Ben... şarkı söyleyebildiğim her anı çok seviyorum.
Ben... sinirimi saklayamam(çaktırmıyım desem de "gözlerinle küfrediyorsun" diyorlar).
Ben... rakı severim.
Ben... içince kusanlardan nefret ederim.
Ben... kusamam.
Ben... ham tahtaya dokunamam.
Ben... sabahları çok huysuz olurum.
Ben... terlik giymeyi hiç sevmem.
Ben... çok beyazım :)
Ben... vefalıyım.
Ben... sabırsızım.
Ben... empati yoksunu insalara sinir olurum.
Ben... imkansız'a inanmam.
Ben... işbitiriciyim.
Ben... hızlıyım.
Ben... uyuşuk insanlara sinir olurum.
Ben... kararsız insanlara tahammül edemem.
Ben... alışverişi pek sevmem.
Ben... çalışmayı çok severim.
Ben... sevdiğim insanlara çok çabuk alışırım, çok çabuk özlerim.
Ben... çok çabuk sıkılırım.
Ben... saklambaç oynamayı severim.
Ben... kupaları severim.
Ben... çok zor kıskanırım.
Ben... aylarca kiraz yesem bıkmam.
Ben... geceyi severim.
Ben... nikahlarda hep ağlarım.
Ben... annemin kokusunu ve sevgilimin boynuna burnumu saklamayı dünyadaki hiçbirşeye değişmem.
Ben... hediye vermeyi çok severim ama verirken utanırım.
Ben... lolipop severim.
Ben... bitter çikolata ve vişne suyundan nefret ederim.
Ben... mutlu değilsem çok tembel olurum.
Ben... aşıksam herşeyi yapabilirim.
Ben... ailemi çok özlerim ama 1 günden fazla yanlarından duramam.
Ben... trenleri severim.
Ben... paradan ve zengin insanlar hoşlanmam.
Ben... bir amacım yoksa, "ilerde lazım olur" diyerek para biriktirmem.
Ben... hayal kurmayı sevmem.
Ben... elimdekinin kıymetini bilirim, kaybetmemek için elimden geleni yaparım.
Ben... uzanamadığım ciğere murdar demem.
Ben... birisini hayatımdan çıkartırsam imkanı yok geri almam.
Ben... insanlardan kolay kolay bişiy isteyemem.
Ben... süprizleri çok severim.
Ben... hataları çok çabuk bulurum.
Ben... eleştirilmeyi severim.
Ben... ukala insanları severim.
Ben... şımarık insanları yarım kaşık suda boğabilirim.
Ben... karanlıktan korkarım.
Ben... coğrafya bilmem.
Ben... insanların isimlerini ve yüzlerini çok çabuk unuturum.
Ben... aslında yemek yapmayı bilirim ama çok az kimseye bunu itiraf ederim.
Ben... yemekten sonra sofrayı silmekten nefret ederim.
Ben... sinirlenince banyodaki fayansları ovarak sakinleşebilirim.
Ben... fotoğraf çekmeyi severim.
Ben... bloğumu çok seviyorum.
Ben... mimleri de seviyorum.
Ben... bu mimi; OnurCUM'a, taze bloggerımız Karakuş'a, temiz cadımız Ballerina Witch'e ve bir aydır yazmayan Anyway'e gönderiyorum(ayrıca mimlenmek isteyen, hala bu mim'i almamış olan varsa haber ediversin, hemen edit ederiz çaktırmadan :P).
aaa unutmadan;
Ben... bir cadıyım! ;)
Labels:
ben,
bence ben de herkes gibiyim,
mim
içki sepeti
Arım balım peteğim 91'im Kayseri'de yaban ellerde rakısız birasız voktasız kalırsam kargo ile gönderme sözü verdi ama olur da kendisine ulaşamazsam diye bi de acil yardım hattı önerdi:
İtalya gezimizden sonra ilk aradığım şey tabii ki Campari oldu, ve buldum!!! Efenim siz de kaydedin bi kenara, belki lazım olur, hiç belli olmaz. Paylaşalım hemen, ne de olsa bilgi kutsaldır di mi :))
İtalya gezimizden sonra ilk aradığım şey tabii ki Campari oldu, ve buldum!!! Efenim siz de kaydedin bi kenara, belki lazım olur, hiç belli olmaz. Paylaşalım hemen, ne de olsa bilgi kutsaldır di mi :))
Labels:
içmişim başım dönüyor...
yağmur
Yağmur yağıyor şimdi.
Öyle güzel ki..
Belki de çıkıp yürümeliyim biraz.
Saçlarımı ıslatmalı yağmur yeniden,
tıpkı seneler öncesinde olduğu gibi
toprak kokusunu içime çekip
yere düşmüş çam iğnelerine basıp
kendi damlalarımı karıştırmalıyım yağmurunkilere belki de...
öyle güzel yağıyor ki...
büyülü kar taneleri gibi değil
daha duru
daha serin
daha taze
belki de çıkıp ıslattırmalıyım kendimi bahara
ıslanıp izin vermeliyim içimi tazelemesine
içimi tazeleyip atmalıyım kalbimin üstündeki tortuları
tortularımdan kurtulup mevcut aklığımı daha da aklamalıyım belki
tortularımdan kurtulup hafiflemeliyim
hafifleyip yollara düşmeliyim
yolları bitirip yeniliklere başlamalıyım
yeniliklerden ve tazeliklerden güç alıp
belki de yeniliklerimi de yenilemeliyim
belki de bu kadar karman çorman
bu kadar anlaşılmaz
bu kadar düğüm gibi
olmamalıyım
yağmur gibi olmalıyım belki de
dümdüz
yağmur kadar cesur olmalıyım belki de
sözlerimin kimileri sularken çiçkeleri
kimileri de delip geçer yaprakları
ama
korkmamalıyım
yağmur kadar cesur olmalıyım belki de
belki de yağmur kadar akıcı olmalı aklımda tutmamalıyım hiçbir karanlığı
yağmur kadar serin olmalı içimi daraltmamalıyım
yağmur kadar ıslak?
Öyle güzel ki..
Belki de çıkıp yürümeliyim biraz.
Saçlarımı ıslatmalı yağmur yeniden,
tıpkı seneler öncesinde olduğu gibi
toprak kokusunu içime çekip
yere düşmüş çam iğnelerine basıp
kendi damlalarımı karıştırmalıyım yağmurunkilere belki de...
öyle güzel yağıyor ki...
büyülü kar taneleri gibi değil
daha duru
daha serin
daha taze
belki de çıkıp ıslattırmalıyım kendimi bahara
ıslanıp izin vermeliyim içimi tazelemesine
içimi tazeleyip atmalıyım kalbimin üstündeki tortuları
tortularımdan kurtulup mevcut aklığımı daha da aklamalıyım belki
tortularımdan kurtulup hafiflemeliyim
hafifleyip yollara düşmeliyim
yolları bitirip yeniliklere başlamalıyım
yeniliklerden ve tazeliklerden güç alıp
belki de yeniliklerimi de yenilemeliyim
belki de bu kadar karman çorman
bu kadar anlaşılmaz
bu kadar düğüm gibi
olmamalıyım
yağmur gibi olmalıyım belki de
dümdüz
yağmur kadar cesur olmalıyım belki de
sözlerimin kimileri sularken çiçkeleri
kimileri de delip geçer yaprakları
ama
korkmamalıyım
yağmur kadar cesur olmalıyım belki de
belki de yağmur kadar akıcı olmalı aklımda tutmamalıyım hiçbir karanlığı
yağmur kadar serin olmalı içimi daraltmamalıyım
yağmur kadar ıslak?
Labels:
yağmur
Ağaç Rügzar Fidan Aşk
Biliyorum, hiç beklenmedik bir zamanda öyle bir an gelir ki ince bir mikanın üzerine sert bir adımla basılmış gibi paramparça olur içim, çıtırtıları beynimi doldurur, kulaklarımı tıkasam daha da artar sesi, avucumda sıkmışım gibi bir cam bardağı, ince ince kan sızar içimden, her damlada biraz daha eksilir sevgim. Biliyorum bunu ve o yüzden işte o an gelene kadarki her anda, bir sürgün daha çıkartıp sevgimden bir şekilde, bir saksı daha bulup, saksılar bulup, elimden geldiğince çoğaltıyorum sevgimi; adımını atarken önce topuğunun yere değişini veya yemek yerken ekmeği tutuşunu düşünüyorum ve bunları da seviyorum, birer saksı da onlar için çıkarıyorum... olabildiğince çoğaltıyorum sevgimi ki, kırıldığım zaman bir anda akıveren onca damladan sonra yine de kalsın sana sevgim...
Çok kötü seviyorum ben, gerçekten çok kötü.. Hiç tahmin etmediğin birşeylere aşık olup hayran kalıyorum, şaşırıyorsun sen ama bilinçaltın şımarıyor.. Sonra da hiç tahmin etmediğin birşeylere öyle derinden kırılıyorum ki... kırılıyorum işte... Rüzgara karşı eğilip bükülmesini bilmeyen ağaçlar nasıl çatırdayarak kırılıp düşer, herkes şaşırır kalır; o koca cüssesiyle ve tüm heybetiyle dimdik dururken kimsenin aklına gelmeyen yıkılışı herkesi şaşkına çevirir... öyle yıkılıyor işte aşk benim içimde; dimdik duruyor herşeye, belki kimsenin eyvallah demeyeceği şeyleri tatlı bir tebessümle hoşgörüyor, ama sonra da tutup en olmadık yerinden kırılıyor en olmadık zamanda... Ve buna en çok aşık olduğum şaşırıyor...çünkü aşıkken ne kadar emin ve güçlü isem vazgeçtiğimde de öyle oluyorum... "bu kadar kısacık zamanda?" ...değil işte..öyle o kadar kısacık zamanda olmuyor o tükeniş... ama tükendi mi de...hem beni acıtıyor hem seni..
Fidanlar daha dayanıklı oluyor sanırım sert rüzgarlara ama dayanbilmek adına bir defa da olsa eğdiler mi boyunlarını, öylece eğri kalır da büyümeye devam ederlerse, canları da çok acıyor sanırım. Benim için öyle oluyor işte şimdi... Alışırlar mı zamanla içlerinde acıyla büyümeye yoksa kırılırlar mı bilmiyorum. Yanına destekler koyup gücünü artımalı, acısını azaltmalı öyle fidanların bence, yoksa çok sürmeden kırılır gibime geliyor...
Labels:
aşk
Bazı ilişkiler...
Bazı ilişkileri anlamam kesinlikle mümkün değil...
7-8 yıldır birlikteler, sayısız defa aldatıldı kız, muhtemelen farkında ama sesini çıkarmıyor; çocuğun herşeyine itiraz edip burnunu sokup canını sıkıyor, sonra da trip yapıyor, küsüyor, çocuk da barışsın diye kıza son model cep telefonu, altın bilezik vs. alıyor... Zaman zaman ayrılıyorlar ama sonra oğlan dayanamayıp yine geri dönüyor kıza... Anlayamıyorum...
İnsanlarda bir türlü oturmamış, belki de hiç oluşmamış olan arkadaşlık karvamı için üzülüyorum... İyi anlaştığın her arkadaşınla sevgili olmazsın; iyi anlaştığın ve parası olan bir arkadaşın evlenmek için biçilmiş kaftan değildir; evlilik öyle kolay bişiy de değildir, üstelik kimi arkadaşlıklar vardır ki öylesi anlamsız denemelere feda edilecek kadar basit değildir.
Evli bir çift; adam gece 11'de dışarı çıkmak istiyor, arkadaşlarıyla kağıt oynayacak, ama karısına bir bahane uydurup öyle çıkıyor. Doğruyu söylerse "beni değil de arkadaşlarını tercih ediyorsun" diyormuş karısı. Ama sonradan karısına doğruyu söylüyormuş, böylece aklanıyor. O sırada karısı dahil oluyor sohbete, "yani kızlar beni örnek alın işte, olabilir böyle durumlar, ses etmeyin" diyor gülerek, en fazla 30-35 yaşındadır... Kendimi düşünüyorum, ben olsam nasıl olurdu diye; bi kere kağıt veya her ne ise bir etkinlik yapılacaksa zaten ben de gitmek isterim, ben de kağıt oynamak isterim. Yok onların zaten bir 4lü ekibi varsa en azından izlemek isterim, kaldı ki gelsin evde oynasınlar, hepsinin birasını önceden buzlukta soğutulmuş bardaklarla, kendi ellerimle ikram ederim. Bana böylesi bişiy için yalan söyleyen birisine ise ne güvenim kalır ne isteğim. Yani bir süre sonra zaten ben de onu yanımda istemem, ve sorarlarsa nedir bu evliliği bitirme nedenin diye, biliyorum ki beni anlayan sadece birisi çıkar. Böyle sudan sebeplerde öyle kutsal bir kurum bitirilmez evladım diyenlere, "öyle sudan sebeplerle aşık olup böyle kutsal bir kurum kurarken sorun yok ama di mi?" demek isterim, içimden derim muhtemelen...
Her insan böyle midir, bilmiyorum; değiller sanırım ki cep telefonları ile affedebiliyorlar, unutabiliyor... Ben detaylarda yaşıyorum hayatı, o yüzden zor bir insan oluyorum sanırım etrafımdakiler için. Minicik detaylar o kadar mutlu ediyor ki beni, bir uçan balonun ucundan tutunup ay dedenin ucuna oturabilecek kadar yükseliyorum bazen; bazen de o kadar minik detaylar acıtıyor ki canımı, eline batan o şeffaf cam kıymıkları gibi, gözle göremesen de acısını öyle derin hissediyorsun ki, sırf o acıdan kurtulmak için parmağımı kesip atasım geliyor. İşin garibi, son günlerde her ikisini birden yaşıyorum, ne yapacağımı bilemiyorum... Her zamanki gibi en nefret ettiğim şeyin, kararsızlığın içinde yüzüyorum ve sabredip zamana bırakmam gerekiyor, bundan nefret ediyorum...
7-8 yıldır birlikteler, sayısız defa aldatıldı kız, muhtemelen farkında ama sesini çıkarmıyor; çocuğun herşeyine itiraz edip burnunu sokup canını sıkıyor, sonra da trip yapıyor, küsüyor, çocuk da barışsın diye kıza son model cep telefonu, altın bilezik vs. alıyor... Zaman zaman ayrılıyorlar ama sonra oğlan dayanamayıp yine geri dönüyor kıza... Anlayamıyorum...
İnsanlarda bir türlü oturmamış, belki de hiç oluşmamış olan arkadaşlık karvamı için üzülüyorum... İyi anlaştığın her arkadaşınla sevgili olmazsın; iyi anlaştığın ve parası olan bir arkadaşın evlenmek için biçilmiş kaftan değildir; evlilik öyle kolay bişiy de değildir, üstelik kimi arkadaşlıklar vardır ki öylesi anlamsız denemelere feda edilecek kadar basit değildir.
Evli bir çift; adam gece 11'de dışarı çıkmak istiyor, arkadaşlarıyla kağıt oynayacak, ama karısına bir bahane uydurup öyle çıkıyor. Doğruyu söylerse "beni değil de arkadaşlarını tercih ediyorsun" diyormuş karısı. Ama sonradan karısına doğruyu söylüyormuş, böylece aklanıyor. O sırada karısı dahil oluyor sohbete, "yani kızlar beni örnek alın işte, olabilir böyle durumlar, ses etmeyin" diyor gülerek, en fazla 30-35 yaşındadır... Kendimi düşünüyorum, ben olsam nasıl olurdu diye; bi kere kağıt veya her ne ise bir etkinlik yapılacaksa zaten ben de gitmek isterim, ben de kağıt oynamak isterim. Yok onların zaten bir 4lü ekibi varsa en azından izlemek isterim, kaldı ki gelsin evde oynasınlar, hepsinin birasını önceden buzlukta soğutulmuş bardaklarla, kendi ellerimle ikram ederim. Bana böylesi bişiy için yalan söyleyen birisine ise ne güvenim kalır ne isteğim. Yani bir süre sonra zaten ben de onu yanımda istemem, ve sorarlarsa nedir bu evliliği bitirme nedenin diye, biliyorum ki beni anlayan sadece birisi çıkar. Böyle sudan sebeplerde öyle kutsal bir kurum bitirilmez evladım diyenlere, "öyle sudan sebeplerle aşık olup böyle kutsal bir kurum kurarken sorun yok ama di mi?" demek isterim, içimden derim muhtemelen...
Her insan böyle midir, bilmiyorum; değiller sanırım ki cep telefonları ile affedebiliyorlar, unutabiliyor... Ben detaylarda yaşıyorum hayatı, o yüzden zor bir insan oluyorum sanırım etrafımdakiler için. Minicik detaylar o kadar mutlu ediyor ki beni, bir uçan balonun ucundan tutunup ay dedenin ucuna oturabilecek kadar yükseliyorum bazen; bazen de o kadar minik detaylar acıtıyor ki canımı, eline batan o şeffaf cam kıymıkları gibi, gözle göremesen de acısını öyle derin hissediyorsun ki, sırf o acıdan kurtulmak için parmağımı kesip atasım geliyor. İşin garibi, son günlerde her ikisini birden yaşıyorum, ne yapacağımı bilemiyorum... Her zamanki gibi en nefret ettiğim şeyin, kararsızlığın içinde yüzüyorum ve sabredip zamana bırakmam gerekiyor, bundan nefret ediyorum...
Labels:
bazen,
bazı,
ben ne anlarım zaten,
ilişkiler
5 Nisan 2009 Pazar
Mission impossible - 2
İstanbul'a inince, her ne kadar valizler dış hatlar üzerinden Ankara'ya ve Kayseri'ye dağılacak olsa da tabii ki başkalarına verdiklerimizi toparlamamız gerekiyordu. Biraz vakit aldı ama valizleri bulduk. Ne var ki, ikimiz de aktarma yapacağımız uçakları kaçırmıştık, üstelik elimizde fazladan iki valiz daha vardı artık. (neye fazladan? sırt çantalarımız, fotoğraf makinesi, tripod, dürbün, gitar ve benim el çantam) "Valizleri emanetçiye bırak, ben aldırırım" dedi Zerrincim. Bu arada sabah 6:45'deki Kayseri uçağını kaçıran yolcular ayaklanınca, Pegasus onları bir otele yerleştirmeyi teklif etti, o sırada kaybettim OnurCUM'u da... o da gitti otele.. Ben de gittim valizleri bıraktım emanete, uçağa yetişeyim diye gittim ki "07:05 uçağı çoktan kalktı hanfendi, çok geç kaldınız" dedi adam bana. Tam cadalozluk yapıp tüm hıncımı adamlar çıkartıyordum "madem rötar yaptırıyorsunuz uçağa, bağlantılı uçuşlarınızı da biz mi ayarlıycaz" diyerek...adam adım ve soyadımı alıp baktı ki beni de 09:55 uçağına aktarmışlar neyse ki.. Bi anda tüm cadılığımı unutum, prenses edasıyla teşekkür edip gittim bekleme salonuna, başladım uyumaya... Malum, tarih 1 Nisan, bizim aile bu mühim günde her sene bi şekilde benim kurbanım olmuş, bu sefer tongaya düşmemek ümidiyle arıyorlar sırayla, "haberin olsun bak bugün 1 nisan" diyor her arayan, yani haberimiz var unutmadık bizi kandıramazsın bu defa, demek istiyorlar. Ben de diyorum ki "Az önce de aramışsınız yetişemedim kusura bakmayın, havaalanında valizlerimi vermekle meşguldüm". "Ha ha ha! Tabii canım!" diyip kapatıyor hepsi :))) Ankara uçağı yarım saat rötar yapıyor, Pegasus yolcuları iyice sinirleniyor...ben uyumaya devam ediyorum :)) Biniyorum uçağa, uyumaya devam ediyorum, iniyorum, Zerrincim karşılıyor beni; geleceğimden onun dışında kimsenin haberi yok..Anneannem çığlıklarla karşılıyor, dedem tam onun çığlıklarına kızacakken beni görüp sarılıyor gücü kalmamış kollarıyla olabildiğince sıkı, ağlıyor... Oturup konuşuyoruz biraz... Sonra teyzeme gidiyorum, yolda çıkıyorum karşısına habersiz, "düştüm bayıldım da hayal mi görüyorum acaba" diyor, inanamıyor... Eniştemin de yola çıkıyorum karşısına, o koca cüssesiyle koşmaya başlıyor beni görünce :) Küçük teyzemin iş yerine gidiyoruz baskına, beni görünce çığlığı basıyor... Akşam oluyor, bizim eve geliyor kuzenlerim, eşkiya ben uyuken baskın yapıyor, odada beni görünce üstüme atlamasıyla uyanıyorum. Prensesim ÖSS koşturmasına erken başlayanlardan, dersaneden geliyor; Zerrincim diyor ki "bir arkadaşım geldi, seni onunla tanıştırayım", ben çıkıyorum ortaya, sımsıkı sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlıyor benim minik prensesim..daha 17 yaşında...
Gece oluyor artık... OnurCUM'un inmesi gerek, haber vermesi gerek... Zerrincim de ben de telaşlanmaya başlıyoruz... Ziza'yı arıyoruz, o da merakta... Biraz vakit geçiyor, sonunda çıkıyor ortaya ama valizi kaybolmuş :))) olsun diyoruz, kendisi sağ salim gelsin de valiz kaybolsa da olur...
Gece oluyor artık... OnurCUM'un inmesi gerek, haber vermesi gerek... Zerrincim de ben de telaşlanmaya başlıyoruz... Ziza'yı arıyoruz, o da merakta... Biraz vakit geçiyor, sonunda çıkıyor ortaya ama valizi kaybolmuş :))) olsun diyoruz, kendisi sağ salim gelsin de valiz kaybolsa da olur...
Labels:
mission impossible,
şimdi haberler
Mission impossible!
Detaylıca yazabilmek adına erteledikçe, bu postun yazılma zamanının ulaşılmaza doğru ilerlediğini farkedip hızlıca özetlemeye karar vedim.
Efenim, o gece o parti gerçekleşti, hem de çoook güzel oldu. Üstüne bi de bol bol adını duyduğum ama bi türlü gitmediğim o ünlü Blow Up'a da gittik, az durduk ama en azından ne şekilde bişiymiş gördük, birer içki içtik, bi de bardak aldık çıktık. Dönüşte yollardan boş koliler toplaya toplaya eve vardık, biraz ortalığı toparlar gibi yapıp dooru yatağa attık kendimizi, horul horul uyuduk. Salı sabah 7'ydi sanırım ben kalktığımda, OnurCUM'u uyandırdığımda 9, dolaptaki izleri temizlemeye yemek molası verdiğimizde 16, çalışan sevgülüm üstüme düştüğünde 17, sıkıtıdan yün kilotlu çorapla ip atlamaya çalıştığında ve ben gülmekten altıma yapmak üzere kolarak tuvalete gittiğimde 18, Ruxy ve Elena gelip sevgili yazıcımı aldıklarında 20, kolisiz kalıp büyük torbaları doldurmaya başladığımızda 21, imkanı yok yetişemeyeceğiz çığlıkları atarken 22, odamın anahtarını Mark'a verip son bir öpücükle onu terkederken ve önündeki çöplerin büyük kısmını boşaltamamış halde yurttan ayrılırken de 22:20 idi... Ruxy ve Elena bizimle şehir merkezine kadar geldiler valizleri taşımamıza yardım ederek, ayrılırken birkaç damla süzüldü Elena'dan da benden de... Zaten önceki gece Elena'nın ağlamaktan şişmiş gözlerini, Ziyad'ın o buruk hallerini ve Mark'ın durgunluğunu hatırlamak bile istemiyorum... Beni öyle çok seven insanlar neden sevgilerini göstermezler hiç anlamam, büyük maharet sanki sevgiyi içinde saklamak. Hani herkese gösterilmez de, benim gibi sevgisini neredeyse insanın gözüne soka soka gösteren bi cadıdan da saklanmaz ki yahu. Neyse... Herşey bi yana, koridorda bıraktığım resmen dağ gibi çöp yığınları için Erik'in arkamdan çok küfrettiğine eminim. Keza sonradan gönderdiğim özür mesajıma cevap bile yazmadı :/
Neyse efenim, vardık havaalanına... İlk planımız birer valiz, birer el bagajı idi ama sonra baktık ki üçer valiz ve birer el bagajımız olmuş, ve tabii ki kilo sınırı bizim çoook altımızda kalmış. Kolilere doldurup odamda bıraktığım birçok şey umrumda değil ama kızlar banyosuna koyduğum en az 4 tane daha hiç açılmamış nivea şampuanlarım hala aklımda. Neyse, o kadar çok bagaj olunca, en hafif iki tanesini verdim check-in'de, el bagajlarımızı tartacağı tuttu gıcık kadının, 8 kg'lık el bagajı limitini 22kg'a çıkarmadıkları için orda da afalladık, üstelik bi de ben fazladan 5kg için cebimdeki son parayla 40€'luk ödeme yapmak zorunda kaldım... Off, tam bi kabus! İki valizi, İstanbul'a gidecek birilerine verdim, OnurCUM'a da bi tanesini verdi check-in'de, geriye kaldı en ağır bi valiz, ki içindeki bolca kitap olduğu için ağırdı ve tabii ki o kitaplar burada bana lazım olacaklardı... Yine de havaalanında o saatte bir emanetçi veya o kilitli dolaplardan bulamayınca, bizi yolcu etmeye gelen kimse ile geri gönderme durumumuz da olmayınca ve parası neyse öderiz kardeşim diyip uçağa da veremeyince, kaldık mı elimizde fazladan bir valizle? Aklıma yatan en iyi fikir, valizi kaybetmekti. Yani kaybetmiş gibi yapıp bi yerde bırakıp gitmek... Elbet bir kayıp eşya odası falan vardır havaalanında, sonunda temizlikçiler bulup onu oraya götürürdü heralde? Yok bunu da yapamadık, sonunda annemle yaptığım seksenbininci telefon konuşmasının ardından, "yahu birilerini yolcu etmeye gelmiş kimse de yok mu, bari onlar alıp evlerine götürseler" nidalarıyla kapadım telefonu.. Sinirden ateşi başıma vurmuş yüzüm, muhtemelen kıpkırmızı yanaklarım ve darmadağın saçlarımla ne kadar acınası bi hal oluşturdumsa artık, teyzenin biri "benim kızım geldi beni yolcu etmeye, nooldu bakiim sana?" dedi; anlatmaya başladım valizlerden birer birer nasıl kurtulduğumuzu ve sonunda elimizde kalan bir valizi ve cebimizde kalmayan beş kuruşumuzu...tutamadım o sırada sinirden damlayama başladı gözyaşlarım, teyze iyice acıdı halime "tamam kızım sıkma canını, sen de benim bi kızım sayılırsın zaten, bekle burda hele" dedi, gitti, kızını ve damadını aldı geldi... Adresler verildi telefon numaraları alındı, valizimi verdim, koşa koşa boarding'e gittik derken, x-ışın cihazından geçerken farkettik ki Asuman(benim notebook)um yok!!!! Ben eşyaların başında beklerken OnurCUM koşa koşa gitti Asuman'ı buldu geldi, tamam artık herşey yolunda derken, ordaki adamlar fotoğraf makinesinin tripoduna taktılar kafayı; bunun uçak içine sokulabileceğine dair onay almamışsınız diyip bizi yeniden check-in'e göndermeye çalıştılar ama neyse ki check-in'imiz kapalıydı ki bi daha oralara gitmekten kurtulduk, adam seksen saat inceledi tripodu, sonunda benim de henüz ağlamış ıslak gözlerimden ve OnurCUM'un "yeter artık, acıyın bize nooolur" bakışlarından da kısmen etkilenerek, "iyi madem, geçin hadi" dedi... Bu sefer gerçekten sorunlar bitti, koşa koşa uçağa yetişelim dedik amaaaa, daha pasaport kontrolünden geçmemiş olduğumuzu fark ettik! Orda oyalanırken kesin uçağı kaçırıcaz diye feryat figan ettim ki sıradakiler sıralarını verdiler bize, sonradan farkettik ki bizim uçağımız zaten 1 saat rötar yapmış :) Huzurla yeniden sıramıza geçtik, pasaport kontrolden geçtik, bekleme salonuna gittik, ve uslu uslu oturduk yerimize. O anda aklıma geldi, ben trcell hattımın takılı olduğu telefonu kapatmadan koymuştum çantama, ama nereye? Uçağa binmeden önce bulmak gerek ki, başımıza iş açılmasın. Kendi kendime telefon ettim ama "yanlış veya eksik bir numara çevirdiniz" diyip durdu trcell'li kadın, çantayı alt üst ettik ama bulamadık... Uçağa bindik, uyuduk, uyandık, indik... Ama Tr'ye varmış olmak, maceranın sonu demek değildi henüz!
Efenim, o gece o parti gerçekleşti, hem de çoook güzel oldu. Üstüne bi de bol bol adını duyduğum ama bi türlü gitmediğim o ünlü Blow Up'a da gittik, az durduk ama en azından ne şekilde bişiymiş gördük, birer içki içtik, bi de bardak aldık çıktık. Dönüşte yollardan boş koliler toplaya toplaya eve vardık, biraz ortalığı toparlar gibi yapıp dooru yatağa attık kendimizi, horul horul uyuduk. Salı sabah 7'ydi sanırım ben kalktığımda, OnurCUM'u uyandırdığımda 9, dolaptaki izleri temizlemeye yemek molası verdiğimizde 16, çalışan sevgülüm üstüme düştüğünde 17, sıkıtıdan yün kilotlu çorapla ip atlamaya çalıştığında ve ben gülmekten altıma yapmak üzere kolarak tuvalete gittiğimde 18, Ruxy ve Elena gelip sevgili yazıcımı aldıklarında 20, kolisiz kalıp büyük torbaları doldurmaya başladığımızda 21, imkanı yok yetişemeyeceğiz çığlıkları atarken 22, odamın anahtarını Mark'a verip son bir öpücükle onu terkederken ve önündeki çöplerin büyük kısmını boşaltamamış halde yurttan ayrılırken de 22:20 idi... Ruxy ve Elena bizimle şehir merkezine kadar geldiler valizleri taşımamıza yardım ederek, ayrılırken birkaç damla süzüldü Elena'dan da benden de... Zaten önceki gece Elena'nın ağlamaktan şişmiş gözlerini, Ziyad'ın o buruk hallerini ve Mark'ın durgunluğunu hatırlamak bile istemiyorum... Beni öyle çok seven insanlar neden sevgilerini göstermezler hiç anlamam, büyük maharet sanki sevgiyi içinde saklamak. Hani herkese gösterilmez de, benim gibi sevgisini neredeyse insanın gözüne soka soka gösteren bi cadıdan da saklanmaz ki yahu. Neyse... Herşey bi yana, koridorda bıraktığım resmen dağ gibi çöp yığınları için Erik'in arkamdan çok küfrettiğine eminim. Keza sonradan gönderdiğim özür mesajıma cevap bile yazmadı :/
Neyse efenim, vardık havaalanına... İlk planımız birer valiz, birer el bagajı idi ama sonra baktık ki üçer valiz ve birer el bagajımız olmuş, ve tabii ki kilo sınırı bizim çoook altımızda kalmış. Kolilere doldurup odamda bıraktığım birçok şey umrumda değil ama kızlar banyosuna koyduğum en az 4 tane daha hiç açılmamış nivea şampuanlarım hala aklımda. Neyse, o kadar çok bagaj olunca, en hafif iki tanesini verdim check-in'de, el bagajlarımızı tartacağı tuttu gıcık kadının, 8 kg'lık el bagajı limitini 22kg'a çıkarmadıkları için orda da afalladık, üstelik bi de ben fazladan 5kg için cebimdeki son parayla 40€'luk ödeme yapmak zorunda kaldım... Off, tam bi kabus! İki valizi, İstanbul'a gidecek birilerine verdim, OnurCUM'a da bi tanesini verdi check-in'de, geriye kaldı en ağır bi valiz, ki içindeki bolca kitap olduğu için ağırdı ve tabii ki o kitaplar burada bana lazım olacaklardı... Yine de havaalanında o saatte bir emanetçi veya o kilitli dolaplardan bulamayınca, bizi yolcu etmeye gelen kimse ile geri gönderme durumumuz da olmayınca ve parası neyse öderiz kardeşim diyip uçağa da veremeyince, kaldık mı elimizde fazladan bir valizle? Aklıma yatan en iyi fikir, valizi kaybetmekti. Yani kaybetmiş gibi yapıp bi yerde bırakıp gitmek... Elbet bir kayıp eşya odası falan vardır havaalanında, sonunda temizlikçiler bulup onu oraya götürürdü heralde? Yok bunu da yapamadık, sonunda annemle yaptığım seksenbininci telefon konuşmasının ardından, "yahu birilerini yolcu etmeye gelmiş kimse de yok mu, bari onlar alıp evlerine götürseler" nidalarıyla kapadım telefonu.. Sinirden ateşi başıma vurmuş yüzüm, muhtemelen kıpkırmızı yanaklarım ve darmadağın saçlarımla ne kadar acınası bi hal oluşturdumsa artık, teyzenin biri "benim kızım geldi beni yolcu etmeye, nooldu bakiim sana?" dedi; anlatmaya başladım valizlerden birer birer nasıl kurtulduğumuzu ve sonunda elimizde kalan bir valizi ve cebimizde kalmayan beş kuruşumuzu...tutamadım o sırada sinirden damlayama başladı gözyaşlarım, teyze iyice acıdı halime "tamam kızım sıkma canını, sen de benim bi kızım sayılırsın zaten, bekle burda hele" dedi, gitti, kızını ve damadını aldı geldi... Adresler verildi telefon numaraları alındı, valizimi verdim, koşa koşa boarding'e gittik derken, x-ışın cihazından geçerken farkettik ki Asuman(benim notebook)um yok!!!! Ben eşyaların başında beklerken OnurCUM koşa koşa gitti Asuman'ı buldu geldi, tamam artık herşey yolunda derken, ordaki adamlar fotoğraf makinesinin tripoduna taktılar kafayı; bunun uçak içine sokulabileceğine dair onay almamışsınız diyip bizi yeniden check-in'e göndermeye çalıştılar ama neyse ki check-in'imiz kapalıydı ki bi daha oralara gitmekten kurtulduk, adam seksen saat inceledi tripodu, sonunda benim de henüz ağlamış ıslak gözlerimden ve OnurCUM'un "yeter artık, acıyın bize nooolur" bakışlarından da kısmen etkilenerek, "iyi madem, geçin hadi" dedi... Bu sefer gerçekten sorunlar bitti, koşa koşa uçağa yetişelim dedik amaaaa, daha pasaport kontrolünden geçmemiş olduğumuzu fark ettik! Orda oyalanırken kesin uçağı kaçırıcaz diye feryat figan ettim ki sıradakiler sıralarını verdiler bize, sonradan farkettik ki bizim uçağımız zaten 1 saat rötar yapmış :) Huzurla yeniden sıramıza geçtik, pasaport kontrolden geçtik, bekleme salonuna gittik, ve uslu uslu oturduk yerimize. O anda aklıma geldi, ben trcell hattımın takılı olduğu telefonu kapatmadan koymuştum çantama, ama nereye? Uçağa binmeden önce bulmak gerek ki, başımıza iş açılmasın. Kendi kendime telefon ettim ama "yanlış veya eksik bir numara çevirdiniz" diyip durdu trcell'li kadın, çantayı alt üst ettik ama bulamadık... Uçağa bindik, uyuduk, uyandık, indik... Ama Tr'ye varmış olmak, maceranın sonu demek değildi henüz!
Labels:
mission impossible,
şimdi haberler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)