28 Aralık 2013 Cumartesi

Baah

Öyle yapayım, böyle edeyim derken sanırım ben bloga geri dönüyorum canlar. Hayatıma biraz yavaşlık katmam gerektiğini farkettim üstüste gelen zilyon tane hastalıktan sonra. Bu 30 yaş bana hiç iyi gelmedi. Bi kere zaten benim nerem 30 yani çüş! Bak neler oldu da iyi gelmedi, özetleyeyim. (Hah işte bu yazı bitmez dostum, kim bilir kaç gün kaç saat yazıcam da yazıcam, yazıcam da okuycam, okuycam da düzelticem. o-hoooo...)

2012 temmuz'unda başlayan bel-bacak ağrısı bitmek bilmedi. Hala da devam ediyor şerefsiz. Siyatik midir, bel fıtığı mıdır, MS midir bilmiyoruz. Kimileri "siyatik işte canıııım" diyor, kimileri "bel fıtığı olmuşsun sen ama bu düzeyde bir bel fıtığı bu kadar ağrı yapmamalı" diyip suyu bulandırıyor. Derken bacak ağrısı şiddetleniyor, güçsüzlük başlıyor, refleksler... neyse neyse anlatmıştım ben bunları daha önce, geçelim. Halen devam yani, bir değişiklik yok ilaçların dozunu arttırmış olmaktan başka.

Bilen var bilmeyen var ama daha fazla saklamayı gereksiz buluyorum, bir süredir kullandığım sevimli bi antidepresanım vardı. Zamanla işe yaramamaya başladı. Bendeki durum depresyon değil yalnız, yani bişiye daraldım üzüldüm falan da atlatamıyo değilim, o nedenle her anti-depresan kılıklı şey işe yaramıyor. Hatta bloga başladığım ilk haftalarda kullanmakta olduğum ilaçlar falan ters tepki vermişti de bir kez daha "milyonda bir" görülen yan etkilerden görmüştük. Neyse, ilaç değişimi, doz değişikliği falan derken, yamuldum ben biraz. Keza 2. Tür BiPolar olduğumdan şüpheleniyoruz doktorum ve ben. Ayın 9'unda randevum var, bakalım nasıl olacak. Neyse ki hiçbir ilaç beni sersem hipnoz etmiyor, ama özellikle şu sıralar genellikle akşam 9,5 10 oldu mu bana geliyorlar... Allah'tan audiobook'lar uykuya dalma sorunumu çözmüş durumda. Size de tavsiye ederim, hem ekrana bakarak uyanıklığınızı sürdürmüyorsunuz hem de boş boş durarak sıkıntıdan anksiyeteler geliştirmiyorsunz, hem de kitap okumuş/dinlemiş oluyorsunuz, daha ne?! Hele ki bir de yabancı dilinizi geliştirmek istiyorsanız, bundan alası yok bence. Zaten tüm öğrencilerime öneriyorum ama kaçı dinliyor ki dediklerimi, aaah ah...

Kasım ayı başında Türkiye'den dönünce ilk hedef insanın ennnn kıymetli organı olan gözü olunca can acısı inanılmaz boyutlardaydı ne yazık ki. Ben hayatımda böyle bir acı daha görmedim. İnsan bi yeri acıyınca ay uy der, gözlerini yumar falan ya, hah işte acıyan yeriniz gözünüzse, hem de korneanız yırtılmışsa o göz yumma meselesi olayı iyice mahfediyor. Şahsen ben çattadanak bayılıverdim acıdan, öylesi bir şey yani! Neyse ki geçti, 2-3 günde onarıyormuş göz kendisini. Buradan ona kocaman bir aferim gönderiyoruz! AFERİİİİM!

Göz kendini onarıyor ama kornea yırtıklarında en sık rastlanılan durum gözün mikrop kapmasıymış. O nedenle antibiyotik verdi doktor. Hali hazırda içmekte olduğum zilyon tane ilaca bir de bu antibiyotikler eklenince benim mide arızaya geçti bu sefer. Mide kramplarından uyuyamaz oldum. Ben de çareyi ağrı kesicileri almamakta buldum. Böylece mide ağrılarım azaldı ama bu sefer de bel ağrısından duramaz oldum, ki olacağı da buydu zaten. Fazla sürmeden anti-biyotik kullanımı bitti ama midedeki arıza geçmedi bi türlü. İnanılmaz korkunç gaz sancıları, sürekli! Ve tabii ki antibiyotiğin en süper yan etkisi olarak mantaaaar! Mantar olmasın diye ayrıca ilaçlar, ve daha da artan mide ağrısıııı... 

Yok yok ölmedim bakın yazıyorum, hala ayaktayım. Ayaktayım ama ayaklarım bundan pek memnun değil; keza baş parmağımdaki çılgın ağrı yüzünden yürüyemez hale geldim. Sonra biraz azaldı, yine şiddetlendi derken, nooluyo yahu ne garip bir ağrı bu böyle diyerek google amcaya sordum ki bunion diye bişiymiş. Ne olduğunu, nasıl geliştiğini aklım almadı ama baş parmak ile işaret parmak arasında bir minik yastıkçık koyunca, 2 günden sonra geçiverdi, hiçbirşeyi kalmadı. E hani o kemik büyüyordu? Benimki geri gitti? Ama sonra yine geldi. Derken yine gitti. Son 3 gündür yine benimle... Bilmiyorum...


Ha tüm bunların üstüne, son 1,5 senedir kullanmakta olduğum doğum kontrol hapı iyice saçmaladı, ve aralıksız 10 gün çok fena feci ortalık malazgirt meydan muharebesi! Eöyh! Her şey bi anda mı olur yahu! Üstelik nasıl bir karın ağrısı, nasıl bir soğuğa hassasiyet...

Tamam bu da geçti derken aksilikler sağlık kısmını askıya alıp maddi kısma atladı. Özetle şöyle oldu:

UK vizesini uzatmak için yaklaşık 7500sterlin paranın en az 28 gün boyunca benim adıma bir hesapta durması lazım. Ama para yok. Bankadan kredi alayım dedim, mobil imza lazım dediler. Mobil imzam olsun dedim, 128 bilmemneli sim kart lazım dediler. Verin dedim, Turkcell tutturdu kendin gelmelisin diye. "hadi len geldik varsayın deli etmeyin adamı" diyerek zar zor ikna ettiğimiz adamdan sim kartı almak 10 gün sürdü. Kartı mobil imzaya açtırmak 3 gün, mobil imza ile o almak istediğim krediyi alamayacak olduğumu anlamam yarım gün! Evet, boşa uğraşmışım. 
Bankayla yeniden iletişime geçtim, tamam başvurunuzu yapın ama vekalet verdiğiniz birisinin mutlaka gelmesi gerek bankaya dediler. Malum buralarda öyle bir yer yok, en yakın Türk Büyükelçiliği desen, Dublin'de. Elimiz mahkum, Dublin ile irtibata geçtik. "Vekalet işi hemen oluyor ama vekalet yazısında yazılmasını istediğiniz yazıyı, vekaleti hangi kurum/kuruluş istiyorsa size göndersin, biz kopyala-yapıştır yaparız ona göre" dediler. Bankaya döndüm dedim ne yazıcaz vekaletnamede, adam bu defa "sizin ön onayını çıktı ama yine de şu formu bi doldurup gönderin de öyle yazalım vekalete gerekecekleri" dedi bu defa da. Form geldi maille, çıktı al, doldur, imzala, scan et, mail at, telefon bekle, telefon bekle, telefon bekle, ertesi gün olsun telefon bekle, telefon et, kimse çıkmasın, telefon et, kimse çıkmasın, telefon et, kimse çıkmasın, telefon et ve sonunda adam desin ki "ikametiniz yurtdışında olduğu için müdürümüz onay vermiyor, yurtdışı ikametli kredilerin geri ödemesinde bir aksaklık olduğu taktirde takibinde sorun yaşadığımız için..." 

Borç harç bulduk parayı sonunda. Şimdi hesapta. 

Tamamdır bunu da aştık, derken, vakit geçti gitti tabii. 25 Aralık'tan önce göndermiş olmamız gereken makalenin hala daha son düzeltmeleri bitmedi. Mart ayı sonrasında sözleşmem bitmiş olacak ve biz nasıl devam edicez yaşamaya, kiramızı neyle ödiycez, bilmiyorum. 


Ve hepsinin üstüne de bugün; mide yanması. Ama bu normal bir mide yanması değil de reflü ile mide yanması karışımı bişiy. "heartburn" diyorlar, ateş topu yutmuşsun da özafagus boyunca gidip gidip geliyor sanki. Ölümcül birşey. 2007 yılında Almanya'da yaşadığım zamanlarda olmuştu bi kere, kullandığım yüksek asiditeli ilacı tam yutamadığım için tüm yemek borumu yakmıştı, ve ben de acıdan sokak ortasında bayılıvermiştim de hastaneye kaldırmışlardı. Doktorlar "sen asit içip intihar etmişsin" demişler, bana lüzumsuz adam muamelesi yapmışlardı. Ne fenaydı... 
Neyse bu defa sağlık meselelerinde guru olmuş karşı komşum Mira'nın lafını dinledim ve o lanetli yanmaya rağmen turşu yedim. Turşu yedim ve hafifledi! Ne mide ilaçlarının, ne süt ne ekmek de ıhlamurun (asla denemeyin zaten sıcak birşey içmeyi, gebertiyor insanı) yapamadığını yaptı turşu ve bir sihir gibi düzeltti beni. 

Arada başka şeyler de vardı da, aklıma gelmedi artık. Haaa bi de geçen haftasonu postanede yaşadığım kabus var... arkadaşlarıma hazırladığım minik paketlerin içine cracker koymuştum, meğer yasakmış, üstelik postane onu farkettiği durumda paketi göndericiye geri bile göndermeden imha ediyomuş, keza patlayıcı falan fistan meseleleri... Of! Postane köşelerinde aç o güzelim paketleri, o itina ile hazırladığın güzel kutuları aç katır kutur, herkesin içinde çıkar o crackerları ve geri paketle... rezilliğin daniskası! 


Farkındasınız di mi, bunların her biri ayrı ayrı ve uzun uzun yazı konuları? E işte her birine ayrıca odaklanayım diyince inanın içi daralıyo daralıyo bööööyyyyk, çok fena oluyo. Bu yazı da zaten hiç ben gibi yazılmadı ama hiç yazılmamasından iyidir zannımca. İşte bu 2013 yılının, benim 30. yaşımın bir kısmı böyle rezilliklerle geçti. Arada Amerika ve Belçika maceraları oldu, kimi çok iyi kimi çok rezil şeylerle dolu ama geçti sonunda, ha bendeki yıpranmayı soracak olursanız... boşverin be, sormayın.

2014 çok güzel olacak, diyorum bakın. Minik minik havai fişeklerle dolu, minik minik ama bi dolu güzel süprizlerle dolu bir yıl olacak. İnşallah Türkiye'miz için de güzel olur.

Yüzyıldır yazmamış olan cadınız, hasta yatağından bildirdi...

21 Kasım 2013 Perşembe

hayat bazen...

"Hayat bazen onu yaşamaktan başka çare bırakmıyor insana" demişti geçenlerde bir gün sevgili Ece, twitter'da. Öyle işte...
Belçika'ya gittim, çok zorlu, çok keyifli, acayip kazıklı, acayip dostluklu ve biraz da umutlarla dolu bir toplantı oldu. Döndüm, CouchSurfer'ımız oldu, sevdicek Tr'ye gitti, yalnız kaldım, sözleşmem Mart ayına kadar uzatıldı ama Haziran'dan önce mezun olamayacağımı öğrendim. Ben de gittim Tr'ye, kızkardeşimizi evlendirdik, gördüm ki artık benim de kız kardeşim olmuş, dünyanın en mutlu ablası oldum. Doktora gittim, hala neyim olduğunu bilemediler ama ilaçların dozunu artırdık, ve döndük. Ha bir de araya kitap projesi çıktı ama sponsor gerek...

Aslında olanlar bu kadarla ibaret değil, her bir gün için sayfalarca yazacaklarım var ama ne neşem var, ne de halim. Az sonra yayınlayacağım Bumerang teklifi, onca aradan sonra yayınlayacağım ilk şey olmasın diye yazayım istedim bunları kısaca. Gönül istiyor ki anlatayım uzun uzun ama artık biliyorum, bazen hayatı yaşamaktan başke çare yok...

12 Eylül 2013 Perşembe

EDSL

Pazar'dan beridir Londra'dayım. Uluslararası bir kongreye katılmak için geldim. Poster bildiri ile katılıyoruz, benim poster başında anlatım yapmam gereken gün yarın. Posteri de zaten bugün astık, fazla başvuru olduğu için poster alanını ikiye bölmüşler; 2.5ar gün. Ama asıl mesele bu değil. 

Tabii ki Londra'da adam gibi vakit geçirebildiğim ilk zaman olduğu için, Londra'ya dair anlatacak çok şeyim var ama bence en anlatılası şey bu gece gerçekleşti; hiç bitmese istediğim dakikalar... 

Dün görmüştüm onu yoldan geçerken, ama hem çevreye fazla hakim olmadığım için hem de nedense kafamda fikirler ve acelem olduğu için geçip gitmiştim önünden. Bi de sanırım zaten öğle yemeği paramı Covent Garden'daki göstericilerle bölüştüğüm için çulsuz kalmışlığımın da etkisi olsa gerek. Bugün de görünce içim elvermedi.

Kaç gündür adam akıllı yediğim tek şey salata olduğu için, ki onu da yersem yani, KFC'yi açık görünce gireyim dedim. Baktım ki adamlar zaten geceyarısına kadar da açıkmış, oh dedim ya, acele etmem gerekmiyor. Burası Armagh gibi saat 5'te hayaletler şehrine dönüşmüyor ama yine de Türkiye gibi her yer 11'e 12'ye kadar açık da değil. 

Yemeğimi yedim, kolamı içtim, çıktım dışarı. Bir bina ya geçtim ya geçmedim ki ona rastladım. Nasıl olsa acelem yok, her zaman gidip oturduğum cafe de ya kapattı ya da bi on dakika içinde kapatacak. Dünkü pub'a da gidesim yok hiç. Otel odasında tek başıma oturup bunalacağıma... dedim ve eğildim. 
- Aç mısın?
"Hı hı" mı dedi "git başımdan" mı emin olamadım, büzüldü falan. Tekrar sordum, 
- Aç mısın?
- Evet, açım.
- Benimle yemeğe gelir misin?
- Nereye?
- KFC?
önündeki kağıdı gösterdi, minik bir kağıda K.F.C. yazmış, ama gösteriyor mu saklıyor mu belli değil, "ben de öyle düşünmüştüm" dedi. 
- Ayağa kalkınca biraz bocalıycam, azcık durursan toparlanırım
Kalkmaya çalıştı, nasıl kalkacağını bilemedi. Kolundan tutup yardım ettim kalkmasına. 1-2 saniye ayakta durdu, ilerledik KFC'ye. Kapıyı açtığım anda, "Ladies first" dedi gayet düzgün bir ses tonu ve aksanla. Her ne kadar önyargısız yaklaşmaya çalışsam da herkese, ve özellikle sokaktaki bu insanlara, yine de yenemediğimiz bilinçsiz yargılarımız oluyor işte, şaşırdım bu davranışına. 

Ne yiyceksin dedim, menüden bişiy söyledi anlamadım, "neyse ya kasadakine söylersin" dedim. İçecek ne istediğini sorduklarında kahve istedi. "Sana eşlik etmemin sakıncası var mı?" dedim, yok diyince ben de bir kahve söyledim kendime. Onun yemeğini, benim de kahvemi alıp geçtik masaya. 

Konuşmamızda sıralama nasıl oldu bilmiyorum ama konuştukça konuştuk, konuştukça açıldı, konuştukça ben biraz daha hayran kaldım ve konuştukça bir kez daha lanet ettim dünyanın düzenine!

Annesi ve babası 15 yaşındalarmış o dünyaya geldiğinde, legal yaş 16 olduğu için onu çocuk bakımevine almışlar. Lisenin dengi ne ise işte, onun sonuna kadar okumuş. Sonrasında ise annesi de babası da ayrı ayrı aileler kurmuşlar, öyle gelişmiş ki olaylar sonunda evsiz kalmış. 

Bir dönem bir sevgilisi olmuş, nerede tanışmış, nasıl olmuş kısmını soramadım ama anladığım kadarıyla hatunun kızı varmış. Kadın işi ciddi düşünmeye başladığını belli edince, kız üvey baba istemem diyerek çirkeflik etmeye başlamış, bu da almış ceketini çıkmış. Çıkmış ve üniversiteye gitmiş! Anladığım kadarıyla güzel sanatlar veya resim tasarım gibi bir bölüme gitmiş. Ama daha oraya gitmeden de çiziyormuş zaten, 15 yaşından beri çiziyormuş. Üniversitede okurken de evsizmiş ama çok güzel çizdiği için ha bire arkadaşları 'gel bende kal, yok biraz da bende kal' diye davet ettiklerinden, evsizlik sorunu olmamış pek. 

Kimi zaman satabilmiş çizdiklerini; birisi A1 boyutunda kocaman bir kartonla çıkagelmiş bunun karşısına, £500 vermiş yaptığı esere. Her yaptığı orijinal. Hep aynı unsurları kullanıyor ama her biri eşsiz. Şimdiye kadar 3 sergi açmış! Şimdiki hayali ise, adını söyledi ama ben tam anlayamadım, sanırım civarda bir gece kulübü, 'gece 10'dan sabah 6'ya kadar açık, ekstaziciler sabahlara kadar orda' diye tarif etti; oranın duvarlarına çizmek. Bana kalem versinler, ve duvarları bana bıraksınlar diyor. "Şimdilik zor ama birgün gerçekleştiricem bunu. Ben kafaya koyduğum şeyi yapıyorum."

Tshirtlerde görmek istiyor çizdiklerini. Bastırabiliriz diyorum, evet ama nerden baksan £20, çok para diyor. Aslında toptan alsam tshirtü tanesi 75pence'e gelir ama toptan alıp nereye koyucam diyor. 

Gösteriyor bana çizimlerini, ne diyeceğimi bilemiyorum. Zaten şaşırmış durumdayım karşımdaki adama... Tamam çok da boş birisini beklemiyordum zaten, hayat okuluna gitmiş insanlardır sokaklarda yaşayanlar ve mutlaka benimkilere bin basan hikayeleri vardır ama bu kadar kültür... Escher'den esinleniyorum diyor ve ben düşüp bayılmak istiyorum. Kim bilir kaç arkadaşımın haberi bile yoktur Escher'den. 

Bir naylon torba içerisinde sırt çantası gibi bir çanta var, içinde kırmızı battaniyesi, astım ilacı ve kim bilir daha neler. 

Aklımda sürekli aynı soru dolaşıyor, nasıl yardım edebilirim Moz'a. Adı Moz, Moz Dee. Aslında Moz daha uzunmuş da, kısaca Moz diyormuş. İmzasını ELSD olarak atıyor, tam adı Moz Ellis Dee. Ailesi İtalyan, İrlanda, İngiliz kökenliymiş. Bu isim de Babasının amcasının/dedesinin adıymış. 

- Uyku tulumun var mı?
- Yok. İstemem de zaten. Yanıyor. Bu var.
Kırmızı polarımsı battaniyesini gösteriyor çantasının kenarından.
- Yetiyor mu peki?
Boynunu eğiyor... "Yettiği kadar. Bi kere tutuştu uyku tutulumu, bi daha denemem asla, çok korkunçtu."

Sokaklarda başına gelenlerden bahsediyor, durup dururken gelip kendisine tekme atan adamdan, orda oturuyor diye polise şikayet edenlerden... Dilenmiyor çünkü dilenmek yasak, polis yakalarsa cezası var. Yaptığı çizimleri satamıyor, çünkü sokakta satış yapabilmesi için belge alması lazım, evsiz olduğu için alamıyor belgeyi. Sokakta otururken kucağında duran kağıtta bile K.F.C. yazıyor; sonunda soru işareti olursa dilenciliğe giriyor, ceza yiyor. 

- Nasıl koruyorsun kendini peki sokaktakilere karşı?
"Bunlarla" diyor, yumruklarını gösteriyor. "Hiç silah falan taşımam yanımda. İnsanın 5 silahı vardır zaten, en iyisinden hem de; kafa, kollar ve ayaklar. Bunları kimse alamaz benden. Bunları kullanmasını bileceksin" diyor. 

Bisikleti varmış, nerde olduğunu anlamadığım bir yerde; gündüzleri bisikletle geziyor. Yolda otursa polis geliyor, yasak. 

Sen ne kadardır burdasın, ne için geldin gibi sorular soruyor. Kongreye geldim, pazardan beri burdayım diye geçiştiriyorum. Ne kongresi bu diyor. "astrofizik" diyorum, sonra nasıl anlatacağımı düşünürken ben, o atılıyor "gerçekten miii, astronomiyi çok severim ben" diyor! Gözlerimi ovuşturuyorum artık, sağa sola bakıyorum hayal mi acaba bu karşımdaki adam, bir tek ben mi görüyorum diye düşünmeye başlıyorum, o sırada "Patrick Moore"dan bahsediyor bana, amatör astronominin babalarından! Plüto'nun neden gezegenlikten çıkarıldığını anlatmaya başlıyor, nötron yıldızlarının ne denli yoğun cisimler olduklarını SAYILARLA söylüyor, pulsarların evrenin en kesin saatleri olduğunu anlatıyor, Jodrell Bank teleskobunu görmeyi ne kadar çok istediğini söylüyor, Brian Cox'a geçiyor. Bense çoktan kaybolmuşum onun çizimi içinde...

Sarı bir kağıda çizmiş siyah mürekkepli kalemle. İstesem acaba bana verir mi diye düşünüyorum ama, belki satar birilerine..hem benim ona verecek nakit param yok ki diye geçiyor aklımdan. 

Bu arada o yemeğini yiyor, benim kahvem bitince bi tane daha alıyorum. İçmek iyi de, bir süre sonra tuvalete gitmek istiyorum. Çantamı alsam çok ayıp olur, ama bir yanım da güvenemiyor... Telefonumu alıp, montumu çantamın üstüne koyup, "tuvalete gitsem eşyalarıma göz kulak olur musun" diyor, kalkıyorum masadan "buranın merdivenleri çok dik, dikkatli ol" diyor bana.

Yerler yağ içinde, kaygan ve merdivenler gerçekten dik. Hem düşmemek için hem de Moz'u döndüğümde masada bulabilmek için dua ediyorum. Dönüşte merdivenlerden çıkarken boynum uzuyor yukarı, ödüm kopuyor ya gitmişse çantamı alıp... Gitmemiş tabii ki...utanıyorum kendimden. 

Çeşit çeşit arkadaşları var Moz'un ama hiçbirisi 1-2 ay evinde misafir edip ona adres sağlayacak türde değil. Diğer evsizlerle de sadece merhaba-merhaba durumunda. Bir ara "kusura bakma çok konuşuyorum, insan evsiz olunca sohbete hasret kalıyor, buldu mu konuşuyor işte" diyor, nasıl dokunuyor içime, aksine beni ne kadar mutlu ettiğini söylüyorum, hoşuna gidiyor. Psikoloğundan bahsediyor, 2 haftada bir gidiyormuş. Anti-depresanlara karşıymış, bir kere "citalopram" kullanmış, daha da tetiklenmiş depresyonu, ilaç falan kullanmam ben demiş, ve kullanmıyormuş.  Civarda "day care" dediği bir yer varmış, duş-traş olmak-telefonunu şarja takmak vs. için oraya gidiyormuş. Öğlenleri bedava yemek de veriyorlarmış anladığım kadarıyla. 

Adımın nasıl yazıldığını soruyor, kodluyorum; ben kodlarken resim çizdiği kağıdın arkasına yazıyor, sonra da üstüne "to" altında da "from Moz" yazıyor ve bir de minik mesaj iliştiriyor. Bana verecek resmi! Nasıl heyecanlanıyorum! Bu defa sadece dilim değil elim kolum da tutuluyor. Teşekkür bile edemiyorum, öylece kalakalıyorum! O kadar değerli bir şey ki bu! Ve kendisi de farkında bunun değerinin ama inanılmaz bir tevazusu var! Adam inanılır gibi değil! 

Resmin bir kısmı boş kalmış, dur diyorum bana verme şimdi, yarın akşam buluşalım, sen yarına kadar tamamla bunu, öyle ver. 'Ben şimdi tamamlarım ki' diyor. Saate bakıyorum. Tamam Londra'dayız, tamam ana cadde sayılır ama yine de tedirgin olabilirim o saatte yollarda olmaktan. 'Vaktin varsa yani' diye ekliyor. Vaktim var da, diyorum, vakit geçince buralar tenhalaşır mı, tek başıma kalırsam korkarım. Nerede kalıyorsun, ne kadar uzak, ben bırakırım seni diyor. Anlaşıyoruz böylece. Beklerken bir kahve daha? diyorum bu defa capuccino istiyor. KFC'de 3 kahve alana 1 bedava olacak şekilde damgalı kartlardan var. Deminki içtiklerimizden çıkanı Moz'a verdiğimde çok sevinmişti. Kasadaki çocuk da bunu görmüş olsa gerek, sanırım tanıyor Moz'u, bu iki kahveye bir damga da fazladan vuruyor, Moz'a vermelik bir bedava kahve kuponum daha oluyor böylece. Çok seviniyor, ama sabah 10'dan önce açmıyorlar diyor. Belli ki en çok sabahları üşüyor. 

Resmi çiziyor, çiziyor, çiziyor...çizdikçe çiziyor. Bir resmin bittiğini nasıl anlarsın diye soruyorlar bana diyor. Kendini bitirmiş hissettiğin zaman bitiyordur herhalde diyorum, gülümsüyor, belli ki doğru cevabı vermişim. Sonra resimdeki imzasını gösterip, isminden oluşturduğu bir kısaltma olduğunu anlatıyor. 


Sonra ne yapacağımı sorunca, ona da anlatıyorum Güney Kore hayalimi. Neden, diyor, başlıyorum THY'den kazandığım bilet, couchsurfing ve diğer detayları anlatmaya. Fingers crossed diyor bana dişlek gülümsemesiyle. 

New Castle'a mutlaka gitmelisin diyor. Hollanda'yı görmeyi çok istediğini söylüyor "ama evsiz olduğum için pasaport da alamıyorum" diye ekliyor.

Lady Diana'dan bahsediyor, bir gün bu "Day Care"e gelmiş ve ona çay vermiş. Hayatta en sevdiğim kadındı diyor. 

Aklımda hala ona nasıl yardım edebileceğim var.
-Şimdi £100'un olsa naaparsın?
-Yatar uyurum.
-Nasıl yani?
-Uyumaya giderim.
-???
-E gece şimdi tüm dükkanlar kapalıııı
diyor gülerek. Sonra da ekliyor "gidip üstüme başıma kıyafet alırım. Yeni ayakkabı alırım."
-E ama yeni bunlar.
-Ama ikinci el
-E ama iş görür ki
-Ama su geçiriyor olabilir, bunlar ikinci el. Ayrıca gider kendime yeni bir ceket alırım, altıma yeni bi tane alırım böyle bana üç beden büyük olmayan bir tane... Ya bazı insanlar hemen kumarhane falan diyorlar, yok ya ben üstüme başıma alırım. Aslında Milli Piyango'ya da başvurmayı düşündüm bak destek, proje falan için ama yok, o da olmadı, evsizim ya.

Tuvalete gitme sırası ona geliyor, kalkıp "benim eşyam pek yok ama torbam sandalyemin altında" diyor gülerek, utanıyorum, yerin dibine giriyorum! O sırada kasadaki eleman tuvaletlerin kapandığını söylüyor, bizimki de kös kös geri geliyor. 

Türk olduğumu öğrenince bir nefeste sıralıyor "teşekkür ederim, iyigünler, günaydın" ve anlamadığım birkaç şey daha. Birden yirmiye kadar sayabiliyordum ama şimdi hatırlamıyorum diyor. Altmış ve yedi sayılarını biliyor. Bir de bir. İngilizce bira demek olduğu için onu asla unutmam diyor. 

Elemanlar ortalığı iyice toparlıyorlar, kapatmaya hazırlanıyorlar, Moz ile son bir deneme daha yapıyoruz tuvaleti kullanmasına izin verirler mi acaba diye, ama dilbazlığımız işe yaramıyor kalkıyoruz.

Bana eşlik edecek otele kadar ama "ben fazla hızlı yürüyemem, yavaş gidelim." diyor. En fazla 10 metre gitmişizdir, nefes nefese kalıyor, 10 adım daha atıyoruz ki durup çantasına eğiliyor, astım ilacını sıkıyor. Çok kötü oluyorum, sen gelme desem yanlış anlar diye bir şey diyemiyorum. Koluna girip yavaşlatıyorum. Belli ki yavaş yürüdüğü için sıkıntı duyuyor ama "yürümekle pek iyi değildir aram, uzun mesafe koşmuş gibiyim" diyor. E bisiklete nasıl biniyorsun o zaman diyorum, bisiklette ciğerlerini kullanmıyorsun ki bacaklarını kullanıyorsun diyor. Anlamıyorum ama uzatmıyorum meseleyi. Koluna giriyorum bu defa, ağıır ağır ilerliyoruz. Mahcup bir halde hızlanmaya çalışıyor ama nefesi müsaade etmiyor, ben geri çekiyorum her defasında "acelemiz yok merak etme" diyorum. Otele gitmek için ana caddeden ara sokağa geçip 200metre daha yürümek gerekiyor. Benim de asıl endişelendiğim yer orası aslında ama baktım ki ortalık aynen gündüz, saat de zaten daha 22:30, "bundan sonrasını ben giderim, istersen sen dön" diyorum Moz'a, sanki asıl korktuğum yeri geçmişiz gibi. "Emin misin?" diyor, bir yandan sonuna kadar gelemediği için üzgün bir yandan da daha fazla zorlanmaya takati yok. Eminim eminim diye teskin ediyorum. Sarılıyoruz, görüşmek üzere diyoruz, "Akşamları 6,5'tan sonra burdayım, evimi biliyorsun, her zaman beklerim" diyor. Gülüşüyoruz, son bir defa el sıkışıp ayrılıyoruz. 

Saat şimdi 02:45... ben hala Moz'un yollarında kaybolmuş durumdayım.


Bana yazdığı not mu? Onu göstermem.

4 Eylül 2013 Çarşamba

Bir toplantı uğruna - Bölüm 2

Hostelde güya oda fiyatına kahvaltı da dahildi. Zaten çok bir şey yemem sabahları, en sevmediğim şeydir kahvaltı ama en azından bir iki lokma bir şeyler atıştırıp ilaçlarımı içmem, güne başlayabilmem için kahveye dalmam gerek. Önce çarşafları ve anahtarı iade edip 10£'umu geri alıyorum sonra da kahvaltı mekanı olduğunu tahmin ettiğim masalardan birine doğru yöneliyorum ki yoook, orası ayrıca bir cafe imiş, bizim gibi ezikler alt katta bir yerde kahvaltı yapacakmış. İniyorum ki ekmek, reçel, sıcak su ve süt. Tüm olay bundan ibaret. Neyse zaten ben de yemeye niyetli değildim. 1 dilim ekmek kızartıp bir fincan kahve yapıyorum kendime. Tuvalete gidip elimi yüzümü yıkayayım diyorum ki tuvalet Alman kızlar tarafından işgal edilmiş durumda. İnsan bilmediği bir dil konuşulup gülüşüldüğü zaman üstüne alınır ya mutlaka,anlıyorum kızların konuştuklarını, ve bu durum geliyo aklıma. İnsanoğlu ne garip. Kızların tek derdi ne renk ruj sürecekleri. Saat sabahın körü olmasına rağmen inanılmaz bir makyaj ve parti kılıklarıyla "hazır" oluyorlar. 

Kahvaltımı yapıp yola koyuluyorum. Randevum 10:45'te, saat daha 9:30, yolum Hyde Park'tan geçiyor. Parkta bisiklet istasyonunu görünce "neden olmasın?" dedim, zaten ne zamandır istiyordum, hem belimde de biraz sancı varken 20dk yürümektense 10dk bisikletle gitmeyi tercih ederim dedim. 


Bisiklet alabilmek için banka kartınız olması gerekiyor. Üyelik sisteminde durum farklı olabilir ama benim gibi yoldan geçen biriyseniz kart şart. Temel bir miktar olarak 2£ çekiyorlar kartınızdan, bu ücret dahilinde 24 saat boyunca istediğiniz kere yarım saatlik sürelerle ek bir ücret ödemeden binebiliyorsunuz. İstasyondan aldığınız bisikleti şehrin her yanına dağılmış istasyonlardan herhangi birine bırakabiliyorsunuz. Eğer bisikleti bir saate kadar alı koyarsanız 1£, bir buçuk saat için 4£ vb. miktar kartınızdan ayrıca çekiliyor. İlk başta ödediğiniz 2£'dan daha fazla ödemek istemiyorsanız yarım saat kuralına sadık kalmalısınız. Ödemeyi yaptığınız zaman makine size bir bilet veriyor, üzerinde bisikleti yerinden çıkarabilmeniz için gerekli kod yazılı. Kodu 10dk içinde tuşlayıp bisikletinizi almanız gerek. Ne var ki benim gibi narin narin davranmayın, tüm gücünüzle asılın bisiklete, çünkü yerinden çıkarmak pek de kolay değil.

Telefondan google maps'e bakıyorum. Bisikletle kısa bir zamanda hedefime varacağımı söylüyor. Tamam diyorum, zaten bu bisikletleri ilk defa sürmek için en uygun yer bir park olacaktı, ben de parkı boydan boya geçerek alıştırma yapmış olurum. Günün geri kalanında da şehirde bunlarla gezerim.
İlk hedefim Belçika Büyükelçiliği.


Şansım mı yoksa Barclay's'in bu bisiklet ağını süper bir şekilde organize etmiş olması mı bilemiyorum artık, tam elçiliğin önünde bir istasyon bulup oraya park ediyorum bisikletimi. Ama elçiliğin önü bomboş. Tamam herkes koşa koşa Belçika'ya gitmiyordur elbet ama bu kadar boş olması biraz şüphe uyandırıcı. Kapıya iyice yanaşıp panoyu okuyorum. "Vize başvuruları xxx adresine yapılacaktır" yazıyor. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Tekrar tekrar okuyorum. Evet yanlış gelmişim. Ben neden bakmadım ki başvuru yeri neresi diye? Bu hiç benim yapacağım bir iş değil. Offf of, aklım nerde benim? Ben nerdeyim? 


Saat 10:15. Hemen haritayı açıyorum yeniden, nerdeymiş gitmem gereken bu yer, en hızlı nasıl giderim diye bakıyorum. Meğer boşuna geçmişim parkı, kaldığım yer gayet de yakınmış oraya. Metro ile 38, yürüyerek 36, bisikletle 17 dakikada gidersin diyor google amca. Hemen atlıyorum bisiklete. Şarjım az kalmış olmasına aldırmadan sesli takip sistemini de açıyorum. Kulaklıklardan biri kulağımda, o tarif ediyor, ben ilerliyorum; arada huylanıyorum acaba yanlış mı gidiyorum diye durup kontrol ediyorum. Bisiklet üzerinde o kadar rahatım ki, arada Zerrincim arıyor, bir yandan bisikleti sürüp bir yandan onunla konuşuyorum, tabii kısa kesiyorum. Derken bakıyorum ki google amca sapıtıyor, bana daireler çizdirmeye başlıyor. Aynı yerden ikinci geçişimde emin olamıyorum ama üçüncüde ayılıyorum ve bisikleti bırakabileceğim bir istasyon arıyorum. En yakın yer St. Marie Hastanesi'nin arkasında. Hızlı hızlı gidip, bisikleti bırakıp kurtuluyorum. Bu arada süre yarım saati geçiyor ve benim kartımdan 1£ daha çekiliyor muhtemelen. 



Yolun geri kalanını yürüyerek gideceğim, google amca 8dk sürer burdan diyor. Saat çoktan 10:45 olmuş bile. Koşarcasına bir hızla yürüyorum. Bu arada öğreniyorum ki Bizans bana destek göndermiş, ama her zamanki hesabıma değil de ek hesabıma, yanımda bankamatik kartı yok o hesabın, parayı ordan çekemem. Telefonun interneti ile de bankaya giriş yapamıyorum. Sevdiceği arıyorum, telefondan anlık şifre üretip sevdiceğe söylüyorum nefes nefese, o benim yerime girip elimde bankamatik kartı olan hesaba aktarıyor parayı. Yürüyorum ama yollar sanki hiç bitmeyecek ve ben geç kaldığım için beni almayacaklar gibi geliyor. Ter içindeyim. Sonunda binayı buluyorum ama otopark var aramızda ve yüksekçe de bir duvar. Duvarın etrafından dolanıyorum, dolanıyorum, bitmek bilmiyor o duvar, ben iyice geç kalıyorum. Saat 10:55.


Sonunda buluyorum kapıyı, bakıyorum ki içerisi tıklım tıklım dolu. Derin bir oh çekiyorum. Çift soyadı problemi nedeniyle sistemin bana gönderemediği, telefonla öğrenmiş olduğum onay kodumu söylüyorum, sıra numaramı alıyorum. Bir de ek bilgi notu veriyorlar. Pasaportun temel bilgiler sayfasının fotokopisi gerekiyormuş. Fotokopi makinası var ama 50penny ile çalışıyor. Neyse ki var bozukluğum, çektirip hallediyorum. Derken vize ücreti geliyor aklıma. Ben para çekmedim ki gelirken! Neyse ki kartla ödeyebilirsin diyor ordaki görevli, rahatlıyorum, sıramı bekliyorum. Şimdi en önemli mesele, pasaportumu geri alabilmek üzere adamları ikna etmek. Edemezsem o günün akşamına Londra-Belfast uçuşu bulmak zorunda kalıcam ki bu da yanacak olan bir uçak biletinin yanı sıra en az +65£ ve Belfast - Armagh otobüs bileti demek. Stresi sıkıntısı da cabası.


Devam edecek...



Bir toplantı uğruna - Bölüm 1

Bu yazıyı yazmayı Pazar gününden beri düşünüyorum. Pazar günü evde bilgisayar başına geçmek istemediğim için yazmadım. Pazartesi günü zaten çalışmaya bile vakit olmadı, CouchSurfer ile sağlık ocağı ile, alışveriş ile, Mall'da uyuklamak ile geçti. Salı günü biraz kırıklık vardı üzerimde, hasta olmak üzereydim, Parasetamol, C vitamini ve Magnezyum dopingi ile kurtardım günü ama en panik olduğum gündü. Bugünse yeniden dizginleri elime almış ve yapılacaklar listesinden bir madde daha silmiş olmanın rahatlığıyla yazabiliyorum sanırım.

Blogu okuyanlar iyi bilir ki benim hayatım hep çok dolu, hep koşturmacalıdır. Benim için normal olan bu tempo, normal insanlar için dayanılmazdır. Normallerin normali ise beni depresyona sokacak kadar boş ve sakin bir hayat. Ne var ki son 1 aydır ipin ucunu kaçırmış durumdayım. 

Sanırım hayatımda yaptığım en büyük salaklık ile fark ettim içinde bulunduğum bu durumu.



Geçenlerde yazmıştım ya size, Belçika vizesine başvurmam gerekiyor ama posta ile başvuru meselesinde sıkıntı çıkabilir diye. Çıktı da keza. Eh ne demiş Murphy, "Eğer bir işin ters gitme ihtimali varsa mutlaka ters gidecektir." Ne kadar mail yazdım, telefon ettimse nafile, adamlar tutturdu kendin geleceksin diye. Ben de baktım Dublin-Londra, Belfast-Londra uçuşlarından daha ucuz, Dublin'den aldım bileti. SALAK! SALAK! SALAK! Kaç kere salak desem kendime yetmez. Salak, sen vize başvurusuna gidiyorsun, gidince pasaportunu bırakacaksın, o zaman Dublin sınırında ne ile geçeceksin, SALAK?! Bunu son güne kadar fark etmedim üstelik! Daha da üstelik, sevdicek de fark etmedi. 

Randevuyu aldım. Planlarımı yaptım. Murtaza'ya söyledim, Salı gün yokum diye. Eve gelen CouchSurfer'larla ona göre plan yaptık, bizden çıkıp Dublin'e gideceklerdi, ben de onlarla gidecektim. Derken... Pazartesi günü saat 3 suları... Marketteyim, kasada. Sevdicek aradı. Dur dedim acil bişiy yoksa döncem ben sana. Kasadan ayrılır ayrılmaz aradım. İyi ki hemen aradım. "Senin Londra uçuşun yarın değil bugün. Gece 10'da ama oraya vaktinde varabilmek için burdan saat 5'te otobüse binmen gerek. Acele et!"

Uçarak gittim gözlemevine. Boarding pass çıktısı aldım. Başvuru evraklarımı aldım, apar topar eve gittik. Ben çantamı hazırlarken sevdicek yemek yaptı. Yarım yamalak yiyip çıktık koşar adım otobüs terminaline. Yetiştim neyse ki.

Londra'da uçaktan indim, gidiş dönüş havaalanı-şehir otobüs bileti aldım. Şehir merkezinde otobüs değiştirip kalacağım hostelin yakınında bir durakta indim. Sorunsuzca buldum hosteli ama saat gece yarısı civarı, sokaklar ıssız olmasa da sessiz. 

Ucuz olsun diye hostelde kalıyorum. Ne de olsa bu Belçika toplantısının tüm masrafları benden çıkacak, gözlemevi destek vermiyor bu defa çünkü Arizona toplantısında tüm seyahat bütçemi aştım. Başta düşününce tek masrafım uçak bileti olacaktı. Toplantı organizatörleri katılım ücreti olan 220€'luk bir destek verdiler, otel yerine de Brüksel'de bir arkadaşımda kalıyorum. Geriye bir de oradaki şehir içi ulaşımım ve günlük yemek masrafım kalıyor, ki bu da çok dert olmaz dedik. Ama şimdi bu vize masrafları... Vize başvuru ücreti yaklaşık 50£, Londra'ya gidiş geliş yaklaşık 120£, eh bir de üstüne otel masrafı koyamam. 

Neden mi bir gün önceden gidiyorum? Çünkü başvuru merkezinden verdikleri en geç randevu saati 10:45. O saatte orda olabilmek için uçağın Londra'ya inişi en geç 9 olmalı. 9'da Londra'ya inecek uçak Dublin'den 8 gibi kalkar, ki o saatteki uçağa binmek için en geç 7'de havaalanında olmam gerek. 7'de havaalanında olabilmek için Armagh'tan 5 civarı yola koyulmam gerek ama en erken otobüs saat 8'de. Yani ya Dublin'de bir gece geçireceğim ya da Londra'da....



Neyse, ne diyorduk? Hah, hostel. Hostel dediğimiz şey aslında yurt. Olabildiği kadar küçük odalara, olabildiği kadar çok sayıda yatağı sığdırıyorlar ve siz de minimum ücretle kalıyorsunuz orda. Başınızı sokacak bir delik misali. 4lü, 6lı, 8li, 16lı ve hatta sanırım 20li odalar bile var. Bulduğum en makul hostel 4lü oda için geceliği vergiler dahil 25£ (yaklaşık 75TL). Odaların kimi karışık oluyor, kimi de kızlı erkekli. 6lı odaların tanımında kız ve erkek diye ayrı ayrı olduğu yazdığı için, 4lü oda görece daha lükse kaçtığı için, dikkat etmedim. Girince gördüm ki etmeliymişim. Ama duur, öyle kolay değil hemen odaya erişmek. Önce 10£ depozito vereceksin! Neden? Çarşaflar ve sana verilen anahtara bir zeval gelirse diye. Cüzdanımdaki tek para olan 10£'u uzattım resepsiyondaki hıyara. Kabul etmedi. Kuzey İrlanda banknotlarını İngiltere'de yasal olarak kabul etmek zorundalar ama zorluk çıkaranlar da oluyor, yapacak bir şey yok. Genellikle şirinlikle çözüyorum ama bu hıyar işte, adı üstünde. Neymiş, köşeyi dönünce benzinlik varmış, orda ATM varmış, ordan para çekebilirmişim. Cidden cebimizdeki son parayla gitmiştim. Bankada ise o aylık mutfak masrafı için ayırdığımız son 50£. Elim mahkum, gecenin o yarısı, geri yürüdüm o yolları, parayı çektim, götürdüm verdim hıyara. Çarşafımı ve anahtarımı alıp çıktım odaya. 

Oda harbiden minnacık ve pis kokuyor. Karşılıklı iki ranza var odada.  Her iki ranzanın da alt katı dolu; perdeler var ama birininki yarım açık, diğeri tam kapalı. Yatanlar kız mı erkek mi anlamadım, ama önemsemedim ilk başta. Sonra baktım ki sağdaki adam garip garip genzini çekiyor, sümüğünü yutuyor, haliyle huylandım biraz. Telefonun yedek pilini şarja taktım, bir tek ayakkabılarımı aşağıda bırakıp tırmandım yukarı. Çarşaf falan serecek durumum yok, adamlar uyanmasın, benim varlığımı fark etmesin diye tırsıyorum. Normalde tecavüzden ziyade organ mafyasından korkarım ama bu defa değil. Neyse ki gayet unisex görünümlü ayakkabılarım, yoksa onları da alırdım yukarı. Sırt çantam ayaklarımın dibinde, üstüme nevresimi örttüm, yastığa da kılıfımsı bir şey koydum, kıvrıldım. Perdemi çektim tamamen ama bir yandan da alttaki adama bakıyorum, adam mıdır kadın mıdır emin olamıyorum, kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum. Derken rezil ötesi bir koku! Tabii ki uyuyan adamdan ne beklenir?! Kusacak gibi oluyorum! Anlıyorum ki odadaki koku ayak kokusu değil! Cam da açık ama yine de durum dayanılır gibi değil. Eşyalarımı alıp lobide sabahlasam diye düşünüyorum ama "zaten yeterince salaklık ettin kızım, bari az da olsa uyumaya çalış, ayaklarını uzatıyorsun böyle hiç değilse, yarına bir de bel ağrısı eklenmesin, az kaldı zaten sabaha" diyerek sakinleştiriyorum kendimi. Çantamdan kolonya bulup, burnumda o minik şişe, elimde twitterın sakinleştirici gücü olan telefonla uyuya kalıyorum. Uyku da uyku değil kabus oluyor haliyle. Ha bire uyanıyorum, resmen tavşan uykusu. Bi ara alt kattaki adam kalkıyor. Tuvalete gidiyor. Çıplak mı??? Yerde kıyafetlerini görmüştüm ama çıplak uyuyor olabileceğini tahmin etmemiştim doğrusu. Saat sabahın 4'ü. Az daha dayan diyorum kendime. Uyuya kalıyorum adamın yatağa geri girişini duymadan, perdelerim sımsıkı kapalı. Saat 5'e çeyrek var. Uyanıyorum. Perdeyi aralayıp alttakileri kontrol edicem belki de adam sabah çok erkenden gitmiştir diye. Alttakinin perdesi aralık. Garip bir şey görüyorum, uyku sersemi anlamıyorum ne olduğunu. Meğer adamın pipisi! Boxerının önündeki boşluktan dışarı sarkıyor! Of Allahım!!!! Koşar adım kaçmak istiyorum ordan. Ama sonra sakinleşiyorum, "odada kız olduğunu bilse adam böyle yatmaz, demek ki benden haberdar değil. Bu saatte her yer kapalıdır, az daha durayım diyorum." Tüm vücudum gergin, uyuya kalıyorum. Uyanıyorum, saat 5 buçuk. Uyanıyorum, saat 6. Uyanıyorum, saat 6 buçuk, uyumuyorum bir daha. Biraz duruyorum olduğum yerde. Sonra kalkıyorum, tuvalete bile girmeden apar topar çıkıyorum odadan. 



Devamı gelecek...

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Üret


İçimde 2 gündür garip bir üretme baskısı var. Üstüme biniyor resmen. Birşeyler çıkarmalıyım. Ama bu üretkenliğin nerden geldiğini çözemedim hala. Kart yapayım dedim, olmadı; etamin düşündüm, değil. Fırçaları mı elime almam gerek bilmiyorum. Dün bir metin de yazdım ama belli ki o da değildi doğru seçim. Bir şey var içimde, bir şey üretmemi istiyo. Onu içimden çıkardığım zaman rahatlayacağımı hissediyorum. Ama ne, onu bilmiyorum işte.

Halbuki kedilerimle yatağa girip şu sevdiğim kitabı bitirsem, yenisine başlasam, bugünü kitap okumaya ve dinlemeye ayırsam diyordum...

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Hayat size limon verirse

Selamın hello şekerler!

Onca gezi yazısı, iş, güç, hayat gailesi dururken bir tatlı tarifimiz eksikti burda, şimdi o da oluyor işte. 

Bir süredir hayatımızdan karbonhidratı çıkarmaya çalışıyoruz. Kesinlikle ruhsal ve fiziksel olarak kocaman bir rahatlama sağlıyor ama tabii ki her yenilik gibi bu da başlarda biraz zorluyor insanı. Karbonhidratın kötülüklerinden bahsedecek kadar uzman olamadım bu konuda ama size "şekerin" bir bağımlılık olduğunu ve aslında gün içinde hali hazırda yediğimiz sebze ve meyvelerle vücudumuzun ihtiyacı olan şekeri aldığımızı söyleyebilirim. Buna ek olarak yediğimiz tüm makarna, pilav, kek, patates ve benzeri şeyler tamamen gereksiz ve hatta bünyemiz için bir tür zehir. Neyse, ben pek beceremeyeceğim bu işi, o nedenle doğrudan asıl konuya geçeyim. 

Karbonhidrattan uzak durmak sadece pilav, ekmek ve patatesle sınırlı değil, haliyle baş düşman olan şekere elveda demek gerekiyor. Tamam şekeri hayatımızdan çıkartalım da tatlısız da kalacak değiliz ya. Şeker yerine stevia adında başka bir bitki giriyor devreye, hiç karbonhidrat içermiyor ve tatlandırıcı özellikte. Yalnız yapacağınız şey çok tatlı olsun diye bolca koyarsanız tadı acılaşıyor, bu önemli bir mesele. 

Gelelim günün tatlısına. Limon ve jöle seviyorsanız bu tarif tam sizin için. (Jelatin denen şey benim hayatıma gireli sanırım 3 hafta falan oluyor ama çok sevdim onu kullanmayı. Sayesinde çeşit çeşit şeyler deneyebiliyorum.) Limonlu tatlımız için öncelikle gereken tabii ki limon. Limonun dış kabuğunu hafifçe soyup; hani rende gibi bir alet var ya, hah işte onunla dış kabuğunu alıp limonun suyunu sıktınız. Sıktığınız limon suyunu buz kalıbına koydunuz, ve ilerde bir ara kullanmak için sakladınız(*). Aferim size. Bunun tatlıyla ilgisi yok. Tatlı için o artan limon kabukları lazım. Ben en iyisi malzeme listesi yapayım:

- 4-5 tane limon; dışındaki koyu kısmı hafifçe soyulmuş 
- 1 çay kaşığı stevia
- 1 silme yemek kaşığı bal (**)
- 1 tepeleme tatlı kaşığı jelatin (sonradan gelen düzeltme: 2 tepeleme tatlı kaşığı yapın siz en iyisi bence yeterince katı olmadı 1 kaşık koyunca.)

Limon kabuklarını 3-4 saat veya dilerseniz 1 gece boyunca, su dolu bir sürahide bekletin. Bu suya limon suyu diyelim. 300ml limon suyunu minik bir kapta ısıtın. İçine stevia ve bal ekleyin, iyice çözünene kadar karıştırın. Su kaynayacak gibi olduğu zaman altını kapatın, jelatini ekleyin ve iyice karıştırın. Jelatin tamamen çözündüğü zaman tatlınızı kaplara aktarın. Oda sıcaklığına geldikten sonra kapları buzdolabına koyun. Tatlınız ertesi gün tam kıvamında olacak ama benim gibi acelecilerden biriyseniz 5-6 saat sonra da yiyebilirsiniz. Üzerini süslemek için ise, ben taze nane yaprakları ve minik taze menekşeler kullandım.

(*) Sağlıklı yaşam için önemli bir diğer şey de bol bol su içmek. Her ne kadar birçok yerde sıvı tüketmek olarak geçse de ben şahsen çay ve kahve tüketiminin su içmek kadar faydalı olduğuna inanmıyorum. İnsan sıcaklarda su içiyor tamam ama yine de bir yerden sonra sıkıntı veriyor su bana. Bizim bahçede bol bol nane olduğu için rahatım ama siz de evde saksıda yetiştirebilirsiniz; taze nanenin suya kattığı ferahlık çok hoşuma gidiyor benim. Yaklaşık 10 yaprak taze naneyi ortadan elinizle bölün, içi su oldu orta/minik boy bir kavanoza koyun, ve buzdolabında 1 gece bırakın. Sabah kalktığınızda kavanozdaki suyun yarısını sürahinize ekleyin, üstünü de normal su ile doldurun. Ta-taaam! İşte size nane aromalı su! İsteğinize göre naneleri daha çok bekletebilirsiniz veya üzerine daha bol su ekleyebilirsiniz. Artık canınız nasıl istiyorsa. Aynı şeyi çilek, mango, ıhlamur çiçeği ve mandalina ile de denedik. Bence naneden sonra en güzeli mandalina ve çilek oldu. Tabii ki bu meyvelerin yapraklarını değil kendilerini bekleteceksiniz suda. Buzdolabında bekletmeniz önemli, çünkü o zaman daha çok ve çabuk salıyorlar tatlarını suya. Tabii ki illaki kavanoz olmak zorunda değil, içeceğiniz kadar da yapabilirsiniz ama bardak bardak buzdolabına koymak bana pek de pratik gelmiyor doğrusu. Limon aromalı su yapmak isterseniz de buz kabına koyduğunuz limonlu sulardan 3-4 tane sürahiye atmanız yetiyor. Hem pratik hem lezzetli hem de sağlıklı. Oh!

(**) "Hem şeker yok, karbonhidrat yok diyorsun hem de bal ekliyorsun, ne iş?" diyebilirsiniz. Benim de aklım pek almadı başlarda ama özetle durum şu: Birincisi 1 yemek kaşığı balı yaklaşık 6 porsiyona bölmüş oluyoruz ve günde 1 porsiyondan fazla yemiyoruz, bu durumda çok bir miktar olmuyor. İkincisi de illa şeker türevi tüketilecekse en sağlıklı formu bal imiş. Yani kötünün iyisi. Ha diyorsanız ki bana çok da lazım değil tatlı, veya stevia ile hallediyorum, o zaman tabii ki balı daha az koyabilirsiniz veya tamamen çıkartabilirsiniz tariften.

Ayrıca Facebook'taki The art and science of low carbohydrate living adlı sayfaya da bakmanızı da mutlaka öneririm; sağlıklı ve güzel tarifler var. Sayfadaki en harbici ve güzel tatlı tarifini de koyalım bari; bu limonlu tatlı da bu tariften esinlenerek çıktı zaten.

8 Ağustos 2013 Perşembe

Bayram ve annem

Bayramın ilk günü çalışmazdı annem. Evde olurdu ama hep uyurdu. Gider yanına sokulurdum. Herkesinkinden farklı, çok farklı bir kokusu vardır annemin; yanına sokulup koklardım onu sessiz sessiz. Sonra sıkılırdım kımıldamadan durmaktan, içeri gider televizyon izlerdim anneannem ve dedemle, misafirlerle dururdum biraz. Sıkılınca sessizce gider anneme bakardım kapıdan, uyanmış mı diye. Anne değil de, çok keyifli bir oyun arkadaşı, muzurluk kaynağı, hayran olunacak bir zekaydı o benim için. 
Akşam olup da misafir geliş gidişleri bitince kalkardı. Hızlıca bir duş alırdı. Hep hızlıydı onun banyosu zaten, merak ederdim benim gibi sıcak suyun altında durmaktan hoşlanmıyor mu acaba diye. Hiç sormadım. 
Akşam yemeğini birlikte yerdik, muhtemelen anneannemleri ziyarete gelmiş olan tüm aile efradıyla birlikte. Bayramın, harçlık toplamaktan sonra, en sevdiğim kısmıydı bu toplu akşam yemeği. Dini bayram olduğu için içki içilmezdi ama yine de dedem hoşsohbet olurdu, anlatırdı eskilerden. Hep birlikte gülerdik. 
Gece vakti herkes evine gidince annem salona çıkardı artık. Bi yandan Star TV'de güzel bir film açardık bir yandan da işlerini yapardı salonun büyük masasında. Çalışırdı, hep çalışırdı. Bazen cırt cırt ses çıkartan o gürültülü, nokta vuruşlu yazıcısını da yüklenmiş olurdu, sabah belki de 3'e kadar çalışırdı. Ben TV karşısında uyuya kalınca "hadi git yat" derdi bana. Gitmemek için ne kadar direnirsem o kadar kızardı bana. Bilirdim aslında bana değil de kendine kızardı; çalışmak zorunda olduğu için, benimle koyun koyuna uyuyamadığı için, ve daha bir çok şey için. Çok sigara içerdi. Balkonun kapısını açsak soğuk eserdi rüzgar geceleri, açmasak duman altı oluyorum diye üzülürdü. Beni çok severdi. Çok hem de!

Bayramın ikinci günü teyzemlere giderdik, annem de gelirdi. Teyzemin müze gibi evi; dokunulması kimi zaman hoş karşılanmayan minik bibloları, ama mutlaka beni oyalayacak ilginç şeyleri olan bir ev. Ve kocaman bir kütüphane, boyumun yetmediği... Tuttururdum dayıma, pul koleksiyonunu çıkarsın da bakalım diye. Kağıdından ayrılmamış pullar varsa onları ayıklardık sıcak suda bekletip. Ülkelerine göre ayırır, o kocaman ve ağır pul albümlerine yerleştirirdik. Annem minik odaya geçer orda içerdi sigarasını, dedeme ayıp olmasın diye onun yanında içmezdi hiç. Bazen kalırdık akşam yemeğine, bazen kalmazdık. 
Eve gittiğimizde çalışırdı yine annem. Yine televizyon. Ama o zamanlar, kapanırdı televizyonlar bir saatten sonra, yayın biterdi yani. Hani istiklal marşı ve rengarenk çubuklu ekran... sonrasında Ahmet Kaya dinlerdi annem, bazen de Zülfü Livaneli. Gidip yatardım ama uyanırdım ya bazen gecenin bi vakti, giderdim salona, gözlerim yanardı sigarasının dumanından, "saçlarına yıldız düşmüş" derdi Ahmet Kaya. Etrafından dolanır masanın, yanına giderdim annemin. Bana yüz vermemek için çabalar ama beni öyle gecelikli ve mahmur görünce kocaman sarılırdı. Ama sonrasında yine cool bir şekilde "hadi git bakiim yatağına" derdi. Bilirdim ki üzülürdü, sesinden anlardım bu üzüntüsünü, gözlerinden belki de. Beni özlediğini söylemezdi, eh malum aynı evde yaşarken bunu söylemek fazla Türk filmi tadında olurdu, o hiç sevmezdi Türk filmlerini, ama ben bilirdim onun beni özlediğini...

Şimdi... bugün... bayram... 

Ofisteyim, çalışıyorum, Ahmet Kaya dinliyorum, ve annemi özlüyorum, hem de çok! 
İki damla göz yaşı, tutamıyor insan. Annemi özlüyorum, kardeşimi, ablamı, canımı, en yakın arkadaşımı... İyi ki varsın be annem, iyi ki varsın! 

Bir an önce geçsin gitsin şu günler de kavuşayım sana, sımsıkı sarılayım Ekim'in 12'sinde. 
Ne çok özledim be seni!

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Güncelleme

Nisan'dan bu yana olanları uzunca yazacak fırsatım olmayacak belli ki. Özetleyim ben yine en iyisi.

* Amerika'ya gittim!
-Hiç istemeye istemeye gittim ama kötü geçmedi. Uluslararası bir toplantıda sundum tez konumu, alnımın akıyla çıktım işin içinden çok şükür.
-Manyaklar gibi hobi dükkanı gezdim. Ne zamandır almak istediğim aletleri aldım. Güzel anılarım oldu, zaman zaman yazarım umarım.
-Ha bu arada artık 10 yıllık ABD vizem var len! Pasaportun ömrü bile o kadar kalmadı.
- Çok tatlı bir CouchSurfer ile tanıştım, annesi ile "yard sale" e gittim, "casino"ya gittim. Artık bir kumarhaneye kaydım var =)
- Amerika'da araba kullandım! Ve farkettim ki alışmışım trafiğin soldan akmasına, 2 kere ters şeritte ilerleme girişiminde bulundum.

* Dublin'de bir toplantıda sundum yine tez konumu. Bu defa ordakilerin hiçbirisinin konusu olmadığı için hepsi garip garip baktı yüzüme.

* Tez İzleme Komitesi'ne girdim, sağ salim çıktım. Hatta bir de Murtaza'yı şikayet ettim adamlara.

*Artık bisiklete binmeyi biliyorum. Markete vs. bisikletle gidebiliyorum, hatta gezmeye bile gidiyoruz artık.

*2,5 yılın sonunda komşu kadınla ahbaplık kurdum nihayet. Bu defa da çok sevdi beni, hep dip dibeyiz artık. Bol bol TicketToRide oynuyoruz akşamları. Geçen hafta sevdiceği yoktu, biz de bol bol kart yaptık!

*Kart yapma işini ilerlettim, artık el yapımı olduğu anlaşılmayacak kalitede güzel işler çıkartıyorum.

*Güney İrlanda Cumhuriyeti'nden tanıdıklar geldi, arkadaş olduk, gittiler; çok sevdik birbirimizi, çok tatlı insanlar. Dünya'ya inancım yerine geliyor böyle güzel insanlarla muhatap oldukça. Yine gelecekler!

*Dedem bizi terk edeli 1 yıl oldu...

*Annemi çok özledim...

*Canım yavrucanım Jeymis geldi bizi ziyarete, hem de hop diye geliyorum dedi ve geldi, süper oldu, taze kan oldu, can oldu. Tam da o burdayken sevdicek gözleme gidince bana yoldaş oldu.
-Birlikte Dublin'e gittik! Süper yol anılarımız oldu!
-Daha önce kaçak girdiğim Guiness Store House'a gittik, Leprachaun Museum'a gittik, gezdik, dolandık, gecenin bir vakti otobüse binip eve döndük.

*Biftek pişirmeyi öğrendim. Hem çok kolay hem çok çabuk hem de çok lezzetli ve sağlıklı. (Karbonhidrat yemeyin lan, protein tüketin.)

*Belçika'daki toplantıya gidebilmek için adamlara yalvardım yakardım sonunda 220€ katılım ücretini almamalarını sağladım. Kalacak yer olarak da trenle yarım saat mesafede oturan bir arkadaş buldum. Yol parası desen, gidiş dönüş zaten en fazla 100£ eder. Şimdi sıra vize başvurusunda: Kolay iş diyordum ama adamlar illa şahsen gelip başvurun diye yazmışlar sitelerine. "Ben Londra'ye gelemem, postalasam olma mı?" diye mail attım, bakalım ne diyecekler.

*Türkiye'ye geliş dönüş tarihlerimiz belirlendi! 12 Ekim-8 Kasım! Sevdicek vize işleri olacağı için benden erken gelecek ama birlikte döneceğiz.  Bayramda biricik aşkım Zerrin'cimi kaçıracağım yeri de ayarladım. İnşallah güzel olacak.
-Ekim sonunda Vildan'cık evleniyor, onun heyecanı basıyor düşündükçe bir de. Bakalım o meseleler nasıl olacak? O zamana kadar zayıflamam lazımmmmm!

*Murtaza 3 hafta tatile gitmişti, geçen hafta döndü. Tabii ben planın biraz gerisindeyim ama çok da sıkıntılı bir durum yok.

Oyh, şimdilik durumlar böyle işte. Yokluğumda hiç merak etmeyen, bi kez olsun nerdesin len demeyen her birinizin de burnu sümük dolsun! huh!

11 Nisan 2013 Perşembe

Tabletteki Hürriyet değil, tablete özel Hürriyet


Hürriyet, Türkiye’nin en çok okunan gazete uygulaması Hürriyet E-Gazete’den sonra Hürriyet Tablet uygulamasını da hayata geçirdi. “Tabletteki Hürriyet değil, tablete özel Hürriyet” sloganıyla tanıtılan ve Apple Store’da 1 numaraya yerleşen bu yeni uygulama kullanıcılar tarafından oldukça beğeniliyor.

2011 yılının Mart ayında hayata geçirilen Hürriyet E-gazete uygulaması bugün, Türkiye’nin en çok okunan tablet gazetesi olmayı başarmış durumda. Toplamda ücret ödeyen abone sayısı 16 bine ulaşarak, ücretsiz rakiplerinin ulaştığı rakamları geride bırakırken; Hürriyet okurları, E-Gazete uygulamasını günlük 50 bin, haftalık 350 bin kez ziyaret ediyor.

Tablet okurunun beklentisinin farklılaşması ve ilgi alanlarının değişmesiyle, okurlar artık okuduğu haberin videosunu da izlemek, farklı spor dalları hakkında analizler okumak, dünyadan ilginç fotoğraflar görmek, içeriği 'parmağının ucunda' hissetmek istiyor. Hürriyet Tablet uygulaması tam da bu beklenti ve ihtiyacı karşılamaya yönelik hazırlanmış bir uygulama.

Bir haftadır Apple Store’da en çok indirilen uygulamalar arasında 1 numarada yer alan Hürriyet Tablet’te, Manşet, Güncel, Ekonomi, Spor, Kelebek, Seyahat bölümlerinin yanı sıra Cumartesi ve Pazar eklerinin bambaşka yorumları yer alıyor. Günün videosu ve foto galeriler oldukça beğenilirken, HTML5 tabanlı bir uygulama olduğu için reklamverenler için de oldukça cazip.

Tablet bilgisayarların tüm olanaklarını kullanan yeni Hürriyet Tablet uygulaması, App Store ve Android Market’te, ücretsiz.


Bir bumads advertorial içeriğidir.

3 Nisan 2013 Çarşamba

30 yıl




Ben 30 oldum, geçtiğimiz Perşembe. ve düşündüm bu geçen 30 yılda neler oldu hayatımda diye.

Gezdim! Çok gezdim! İlk gittiğim ülke Almanya oldu, sonra İtalya, İsrail, İngiltere, Kuzey İrlanda, İrlanda Cumhuriyeti, Güney Afrika, İskoçya, Güney Kore, İspanya...

Kazandım! Hem alnımın akıyla para kazandım, hem kalemimin gücüyle ülke çapında derece kazandım edebiyatta, hem de şanslı günlerimde seyahatler t-shirtler kazandım.

Kaybettim! Dedemi kaybettim. DAT'ı kaybettim. İnsanlara inancımı kaybettim.

Öğrendim! Sadece yazıları değil insanları da okumayı öğrendim. Düşüp düşüp kalkmayı öğrendim. Güvenmeyi öğrendim. Ne olursa olsun kendinden kaçamayacağını, kendini tanıman ve eğitmen gerektiğini, kendin gibi olmanın cesaret gerektirdiğini öğrendim. İngilizce öğrendim, almanca, azcık fransızca, bir iki kelime korece, işaret dilini ve yıldızların dilini öğrendim yıllarca. Ama en zoru, sabretmeyi öğrendim, zamana inanmayı.

Öğrettim! Sevmeyi öğrettim en çok. Ve bir o kadar da saygıyı ve samimiyeti. Yıldızları da öğrettim, kimi zaman matematiği, ingilizceyi ve hatta dans etmeyi de.

Kızdım! O kadar kızdım ki bardakları tabakları kırdım. Hırpaladım. Hırpalandım. Bağırdım avaz avaz. Ağladım deliler gibi. Kavga ettim. Yumruk attım ama tokat atmadım kimseye. Çok değil ama birkaç ismin üstünü de çizdim, defterden de sildim.

Fark ettim! İnsanların en çok sevgiye hasret olduğunu, sevginin gücünü.

Hastalandım! Hastaneye kaldırıldım; Almanya'da, K.İrlanda'da, Türkiye'de... Endoskopi oldum, MRI çektirdim, LP yaptırdım... Migrenim oldu, Reynauld's fenomenim oldu, depresyonum da oldu, reflüm de... ama sonunda hep iyileştim.

Sabrettim! Çok değil ama sabrettiğim günler de oldu, evet, zor oldu ama sabrettim ben de.

Sevdim! Çok sevdim! Sevdiğim kadar sevildim. Seviştim. Aldatıldım. Aldattım. Terk ettim. Aşka hep inandım. Aşk, hayatımın hep en önemli ve en büyük kısmı oldu. Ve sonunda evlendim!

Yaşlandığımı sanmıyorum ama içimdeki çocuk az da olsa büyüdü sanırım. 

22 Mart 2013 Cuma

Mır miyav günaydın

Türkiye'den döndüğümüzden beri hala geçmedi kedilerime olan hasretim, şu anda bile özlüyorum. Tüm gün aklımda onlar, eve gitsem de kedilerime sarılıp kitap okusam... Ama son 1 haftadır Güllaç hanım deli ediyor beni. Her sabah saat 8 oldu mu başlıyor, hatta kimi zaman 7!


Evet işte halim aynen böyle! Başta çok sevimliydi ama gittikçe uyku düzenimi iyice karıştırmaya başladı. Ben fazla uyuyunca ve anlamadığım bir şekil var ki o şekilde uyandırılınca uyanamıyorum, kalkamıyorum. Gece 1'den önce uyursam, sabah kafam küfe gibi oluyor, hem de içi lahana dolu ağır bir küfe. Ama yok saat 1,5-2 olmuş da öyle uyumuşsam sabah 7'de cin gibi kalkıyorum, uykumu almış ve dinç bir şekilde. Ne var ki Güllaç hanımın kaç gündür beni dürtük dürtük uyandırması yüzünden sanırım ki 1 haftadır sersem oluyorum sabahları. Güneş doğdu mu, hanfendi uyandı mı başlıyor sürtünmeye, mırıldanmaya. O kafa illa benim elimin altına girecek. O burun illa benim yanağıma değecek. Dahası, o koca poposuyla suratıma oturmaya kalkışması! Eh yuh artık yani! Bir süre sonra da mirrr miirrrr mirrrr başlıyo ki o zaman artık zombi modda kalkıp yemek verme bahanesiyle banyoya kapatmak zorunda kalıyorum. Ha yataktan kalkmış oluyorum ama uyanmış olmuyorum ki. O şekilde uyandırılınca baş ağrısı gibi... baş ağırlığı sanırım, evet evet baş ağırlığı yaşıyorum, kafam ağır geliyo ve huooopp yastığa! 

Sanırım gece onlarla uyuyup, sabah onların yumuş yumuşluğuyla uyumak ayrı bir zevk verse de, yeniden yataklarımızı ayırmanın vakti geldi sanırım...

17 Mart 2013 Pazar

geçmiş gün


Limon, delgeç, soğuk kahve, ılık kola, highlighter falan işte.
Ekranım çok parlak biliyorum, ama göremiyorum, seçemiyorum yazıları 4 gündür.

14 Mart 2013 Perşembe

VEA

Verimliliğim üstümde bugün ama çalışacak verilerim yok elimde. Aslında kendime gidecek düzgün bir toplantı arayabilirim, bankayla iletişime geçip adresimi güncelleyebilirim ki ehliyet için gerekli olacak - evet TR ehliyetim burda geçmiyor ve baştan sınava girmem gerek, neyse bu başka bir konu. Ama ben işimi yapmak istiyorum. Ha yüksek lisans tezimin makalesini bitirebilirim ama metin yazacak bir konsantrasyon kafası yok şu anda bende, ben analizlerime devam etmek istiyorum deli gibi. Bilim aşkım depreşti resmen. Bir de her zamanki gibi şimdi yazmaya başlarsam rahat bi 3-4 saat aralıksız çalışırım, ama o kadar çalışabilecek miyim kesintisiz emin değilim falan diyerek erteliyorum başlamayı. Zaten benim en büyük sorunum başlamak. Neyse içimdeki bu coşku kaybolmazsa başlarım inşallah az sonra. Öyle işte, iki satır olsun yazayım size istedim. 

Decode: Verim - Enerji - Aktivite 

13 Mart 2013 Çarşamba

Rabbit

Aslında tüm istediğim belki de sadece buydu...

Aslında tüm istediğim belki de sadece budur...
  

Ve sanırım ben o tavşanımın bana ben küçükken anlattığı gerçekliği imkansız masalları yaşamak istedim hep, gerçekliği imkansız masallarda yaşamak için çabaladım; beyhude? Gerçekliği imkansız masallara ağladım? Ben o gerçeklikleri yaşadım ama! Belki yarım yarım ve parça parça ama yine de yaşamayı başardım ucundan kıyısından. 

"hep yarım yarım ve erken yaşanan, 
her sevgiden izler var içimde, çizgi çizgi... 
ve silemiyorsun onları bi türlü"

5 Mart 2013 Salı

Mim

Bugün yapacak kayda değer bir işim olmadığından mı yoksa son günlerin gerginlik çatlamasından mı bilmiyorum ama hiçbirşey yapasım yok. Bu hiçbirşey yapasım yok'un ne denli kocaman olduğundan bahsetmek yerine sevgili Pim'in (bundan sonra pim demeye karar verdim yoksa "Paris_in_me" çok uzun geliyor bana) beni azimle mimlemeye devam edişinin mutluluğuyla son mimimi yapmaya karar verdim. Buyrun okuyun efem. Sevgiler...

1- En son kime yalan söyledin? Neden? 
Bulamadım yahu, epeyce düşündüm ama bulamadım. Demek ki yakın zamanda söylememişim.

 2- Biz okumuyoruz farz et ve kendine bir itirafta bulun. 
Murtaza'yla karşılaşmamak için bir bardak su almaya bile kalkmıyorum ya, yuh bana!

 3- En son severek okuduğunuz kitap hangisi?
Şu sıralar Nietzche'den "Ecce Homo - Kişi Nasıl Kendisi Olur"u okuyorum. Henüz çok başındayım ama şimdilik gayet sevdim.

 4- Şu an istediğin işi mi yapıyorsun? 
Kesinlike istediğim işi yapıyorum hem de çok güzel bir ortamda ama çok sinir bozucu bir adamla birlikte çalışmak zorunda olduğum için herşey burnumdan geliyor. 

 5- Mutlu musun? 
Hayata rağmen mutluyum.

 6- Öleceğini bilsen ömrünün son zamanlarını nerede ve kiminle geçirmek isterdin? 
Zerrincim ve sevdicekle birlikte İrlanda bayırlarından bisiklete binerek, yine onlarla ağaç kovuklarından kitap okuyarak, akşamları bahçeye gerdiğimiz çarşafa film yansıtıp şarap içerek geçirmek istedim. 

 7- Her bölümünü heyecanla takip ettiğin dizin var mı? 
House, Merlin ve Game of Thrones.

 8- Favori şarkıcın ve şarkısı 
Sezen Aksu - Yalnızlık Senfonisi

9- Keşke?
Keşke patronum bu mal adam olmasaydı da gerçek potansiyelimi ortaya koyabilseydim.

10- Kötü alışkanlıklarınız var mı? 
Bence yok.

11- Sence ideal eş nasıl olmalı? 
bkz OnurCUM

Oh be rahatladım azıcık. Ben kimseyi mimlemiyorum, keza bu sıralar öyle mim yapamayı seven pek kimse kalmadı sanırım bloggerlardan, en azından benim çevremde.

Uçağınızın kalkmasını beklerken bir kaçak olduğunuzu öğrenseniz ne yapardınız?

Havaalanında geçen uzun bekleyişler nasıl daha stresli hale gelebilir diye kendinize sordunuz mu?

En fazla biletiniz kaybolur, bavulunuz karışır zannediyorsunuz değil mi? Aşağıdaki video, bu konudaki bütün beklentilerinizi alt üst ediyor.

NIVEA, yolcular üzerinde uyguladığı Stres Testi’yle, onlara stres dolu dakikalar yaşatmış ve yeni Stress Protect deodorant için eğlenceli bir viral reklam hazırlamış. İzleyin ve siz bu duruma düşseniz ne tepki verirdiniz hayal edin…


Bir bumads advertorial içeriğidir.

27 Şubat 2013 Çarşamba

Hastalık Sağlık Vol.3

İkinci VEP testinde de bayılınca o akşam soluğu doktorun muayenehanesinde aldık. Her bir detayı tek tek irdeleyişimize ve semptomların varlığına rağmen bir hastalık bulamayışımızın sonunda "Tamam artık sen dön İrlanda'ya. Biraz sakinleş, (sevdicek ve Zerrincim'e dönerek) siz de sakinleşin, ben de sakinleşeyim. 6 ay sonra gel bakalım duruma" dedi. Bu sakinleşme faslında hepimizi bir gülme aldı tabii, zavallı adam artık ne kadar daraldıysa =) Yine de VEP seanslarında bayılma meselesini de atlamamak adına ertesi güne bir EEG konuldu.

EEG süresince bir kaç kere beynim uyuma moduna geçmiş sanırım ki uzman adam "uykusuz musun sen?" diyip durdu. Zaman zaman ellerini çırparak beni uyandırdı falan ama ben hiç farketmedim uyuduğumu. Bu durum beni biraz endişelendirse de EEG sonucu da temiz çıkınca artık bir kez daha gitmedik doktora, ilaçlara talim...

Yine de olayların en başından beri aklımızda duran Manuel Terapistimiz Cem'e gitmeden dönmek olmazdı tabii. Hastane sürecinden önce kendisine gittiğimde reflekslerdeki canlılıktan o da tedirgin olmuş ve "önce nöroloji görsün, onlar ne derse o yapılsın, sonrasında yine bana gelmek isterseniz gelirsiniz" demişti. Biz de soluğu Cem'cimde aldık. 1 haftadır kullandığım ilaçları gösterince"e ama bu ilaçlara rağmen senin kasların hala gevşememiş" demesi biraz can sıktı tabii ama en azından ilaçların gerekliliğini bir kez daha teyit etmiş olduk. Sevgili Cem adamın canını çıkararak tedavi eden bir vatandaş, bir de bol bol egzersiz veriyor. İnsan ilaçlardan medet umuyor genellikle ama bu tür ağrı sızı meselelerinde egzersiz çok daha etkili. Tembelliğimizin kölesi olup da günlük hareketlerimizi ertelemesek aslında hayat çok daha rahat olacak hepimiz için.

2 haftalık bir manuel terapi sonunda ağrılarımın azalması bir yana, hayatımda hiç olmadığım kadar esnekleşmiştim de. Bu arada 20lik dişimi çektirdiğim, lens kullanmaya başladığım ve soğuklarda donam tehlikesi geçiren zavallı ayak parmaklarımın da aslında Reynoulds fenomeni kurbanı olduğunu öğrendiğimi de eklemeden geçemiyciiim. Ha bir de sinüzitmişim ve sağ tiroid bezimde nodül varmış, huh! Bu son ikisi için birşey yapmadık bu defa. Nödül büyük ihtimalle önemsizdir ama sen yine de baktır demişti doktor, yine de TSH değerlerim normal olduğu için üstünde durmadık. 

Ve... 20 Şubat itibariyle döndük buz gibi yuvamız Armagh'a. İlk iş yeni bir yatak seçmek ve spor salonuna kaydolmak oldu tabii. Yatak, bel ağrısı olanlar için özel bir zımbırtı ve sipariş üzerine yapıldığı için 2 hafta beklememiz gerekiyormuş. Biz de bu sırada yer yatağına talim ettik maalesef. Spor salonuna da pazartesi kaydolduk ve dün sabah ilk yüzme seansımızı gerçekleştirdik. Bu akşam da yogaya gidecektik ama ben dün yeterince çalışamadığım için bu gece geç vakte kadar kalmak istiyorum ofiste. Böyle olunca biz de arayı çok açmadan yarın sabah bir yüzme seansı daha yapalım dedik. 

Bu arada kediler 3 aylık yokluğumuz yüzünden ya bizi unutmuşlarsa, ya huyları değişmişse diye korkuyordum ama hiiiç öyle birşeyler olmamış. Sadece tırnakları çok uzamış doğal olarak, eve vardığımın daha ilk 15 dakikası içinde yaptığım işlerden biri tırnaklarını keserek onları huzura kavuşturmak oldu bu yüzden. 

Hmmm... başka da anlatacak birşey gelmiyor aklıma. Murtaza her zamanki gibi mallık üstüne mallık etti. Ben de ona açık açık "Be kind to me!" dedim =) 

TR'de hastane dışında geçirdiğimiz güzel vakitler de oldu tabii ama onları yazmakla bitmez gibime geliyor. Kuzum Dicle'm geldi İstanbul'dan, sanal kırgınlığımızın üstüne bir güzel öpüş koklaş olup aşkımızı tazeledik, Tabu oynadık, bowlinge gittik. Canım üstadım FFÖ'm geldi Kayseri'den, birlikte kahvaltı yaptık. Ece'm ve pis sümüklü Ziza'm geldi, çok hem de çok güzel vakit geçirdik birlikte, elmalı tart yapmayı öğrendim, bowlınge gittik! Twitter kabilemin nadide üyelerinden Küçükkanadım geldi, sinemaya gittik, bowling oynadık =) Evet bu defa bol bol bowling oynadık Ankara'da! Ve en güzeli de Zerrincim'le birlikte gittik bowling'e. Onunla daha başka bi sürü şey de yaptık tabii ki! Meselaaaa, Ulucanlar'a gittik, müze olmuş biliyor musunuz? Dedemi ziyaret ettik, kumaş aldık bi sürü çeşit çeşit, çantalar diktirdik çoook güzel, Tabu oynadık, Kahve Dünyası'nda başbaşa kahve içtik, elele yürüdük 8. caddede, çay içtik evin karşısındaki pastanede, kahvaltı yaptık Vişi'de... ama yine de doyamadık birbirimize.

20 Ocak 2013 Pazar

Hastalık Sağlık Vol 2.


Cuma günü VEP dedikleri görsel test için Nöroloji polikliniğne gittik. Test aslında şimdiye kadarkilere göre çok kolay. Bir bilgisayar ekranına 1 metre uzaklıkta oturuyorsunuz. Ekranda siyah beyaz dama tahtası var, sürekli olarak siyahlar beyaza beyazlar siyaha değişiyor. Benim de ekranın ortasındaki noktaya bakmam gerekiyor. Bu sırada kafaya iki tane iğne saplıyorlar (zaten bu nörlologların iğne sevdası delik değşik etti tüm vücudumu), bir de bilekten elektrik akımı veriyorlar ama çok hafif (nörologların ikinci aşkı da elektrik). Herşey makul başladı derken sanırm 1 dakika ya geçti ya geçmedi ki benim tanisyonum düştü ve huooop! Gözümü açtığımda yandaki sedyede yatıyordum. Özetle test yapılamadı, pazartesi tekrar gidicez. "Gelmeden önce tuzlu birşeyler ye" dediler. Bir iskender yesem yeter mi yoksa 1,5 mu yesem acaba diye düşünüyorum =P

Cuma günü ayılıp bayılma faslı bitince ben yine sıkıldım tabii ki boş boş hastanede yatmaktan. Ayaklandık bahçeli'de kısa bir es verdikten sonra Alya prensesi göremek üzere Serkan ile sözleştik. Ne var ki Bahçeli'deki yarım saatlik duraklama beni benden aldı. O zaman ne olduğunu anlayamadığım, inanılmaz bir baş ağrısı çekince, tüm planları iptal edip uslu uslu geri döndük hastaneye. Şimdi anlıyorum ki büyük bir olasılıkla tansiyonum fazla fırlamış olduğu için o garip ve inanılmaz ağrılar oluştu. Genelde tansiyon düşmesi meselesine alışkınım ama yükselmesi kısmı bana çok yeni. 

Neyse işte, bakalım yarın neler olacak. Beyin Omurilik Sıvısı testlerinin sonuçları da Salı günü çıkacak. 

Bu arada bir de alerji testi için kan aldılar ve sağ kolum iptal oldu ama onun ağrısını kas gevşetici kremlerle hallediyoruz. Eh tabii ki her gün bir doz B12 iğnesinden kaçmak için elimden geleni yaptım ama şimdiye kadar hemşirelerden hiçbirini benim yerime odamdaki mikiye iğne yapmaları için ikna edemedim. 

Gelişmelerle yeniden karşınızda oluciiz efenim.