31 Aralık 2010 Cuma

mutlu seneleeeer!

Yeni yilinız kutlu olsuuuuun!

Yeniyıl yazısı orjinal başlığı

Anlatacaklarım bitmedi tabii ama artık bugünden devam edip arada da şu geçen 2 ayda olmuş birkaç bişiyden bahsederek devam edebilirim sanırım.

Yazacağım konu malum: yılbaşı. Lisede çok değil ama üniversitedeyken neredeyse her yıl içimde bir istek vardı yılbaşını dışarıda arkadaşlarımla kutlamak için. Sonra Bonn'a taşındığımda her Noel vakti erkenden Türkiye'ye gidip olabildiğince geç döndüm. Yılbaşını yine arkadaşlarımla geçirmek isterdim ama öncelik ailemdeydi ve gerçekten de ailemle vakit geçirmek beni daha fazla mutlu eder hale gelmişti. Geçen yıl malum İsrail'de girdik yeni yıla. Hayatımın en ruhsuz yılbaşısıydı. Topluca yenilen bir yemeğin ardından ruhsuz bir geri sayım ve ruhsuzca söylenen "happy new year" kutlamaları. Gerçi yemeğin ardından gençler eğlenmeye gitmişlerdi ama biz katılmadığımız için mi umduğumuz kadar eğlenmedik yoksa zaten o tiplerle birlikte eğlenemeyeceğimizi düşündüğümüz için mi katılmadık, bilmiyorum.

2008-2009 yılbaşısı gecesi, ailecek...

Bu yılbaşı için belki de en çok istediğim şeydi Türkiye'ye gidebilmek ama mümkün olmadı. Tam Noel tatili arifesinde Ankara'dan gelen koca bir koli bize yılbaşı sevincini erkenden yaşattı. Ben de tüm muzurluğumla Ankara'dakilere minik hediyeler içeren bir paket yaptım ve taa ayın 17'sinde verdim kargoya. Normalde 5 günde ulaşması gereken şey hadi 10 günde ulaşsa yine de şimdiye kadar çoktaan varmış olması gerekiyordu. Ne var ki şu beklenmedik kar meselesi sadece farklı ülkelere gidenleri değil benim gibi posta göndericilerini de mağdur etti. Kutuda herkes için minik hediyeler vardı ama beni asıl heycanlandıran o koca ailenin bir araya geldiği büyük yemekte kullansınlar diye gönderdiğim yılbaşı temalı masa örtüsü ve içine yazdığım notu okuduklarında hissedecekleriydi.. Ben yokken çam ağacı süslerler mi, yeni yıl pastası yaparlar mı onu bile bilmiyorum. Kuzenlerimin biri 18 biri 16 yaşında ama benim o yaşlardaki heycanlarımın ve sevincimin emaresi yok onlarda. Yani yeni yıl pastasının üstüne koysunlar diye gönderdiğim minik noel baba ve kardan adamcıklar da anlamsız kalacak paket ellerine geçtiğinde tarih 4 Ocak olursa...


Bize gelecek olursak... Minicik evimizi her an bir partiye ev sahipliği yapacak güzellikte süsledik ama buradakilerle gerçekten eğlenemeyeceğimizi düşünüp herhangi bir davet vermedik. İlk defa başbaşa bir yılbaşı geçireceğiz OnurCUM'la, bakalım nasıl olacak...

Şimdiye kadar ne kadar çok kabalık ve eğlenerek girdimse yılbaşına yıl da bir o kadar kötü ve aksi geçti. Geçen yılbaşının sıkıcılığını ve yıl boyu yaşadığım güzel süprizleri düşününce bu yıl da seneye sakin girmek kim bilir ne güzellikler getirecek bize. =)

Hepinize bol sevinçli bir yıl diliyorum!
Öpücük!
Bu da bizim ilk, minik, fotoğraftan belli
olmasa da mor çam ağacımız! Saat 12
olunca açıciiz hediyelerimizi. .

28 Aralık 2010 Salı

Kış geldi!


Kış geldi buralara. Kar fazla kalmaz yerde, bir iki gün yağar, bir iki gün belki kalır belki kalmaz diyorlardı. Ama hiç de öyle olmadı. Meğersem son 150 yılın en sert kışını yaşıyormuşuz da ondan! Önce son 170 yılın en soğuk Kasım gecesini yaşadık, sonra da en soğuk Aralık ayını. 

Evimizden kısa kısa


Yavaş yavaş etrafı keşfe çıkıyoruz... Çiftlikte toplam 3 at, 1 keçi - adı Lilly- ve 3 köpek var. Ahırların olduğu taraftan bayır aşağı inince bir de dere akıyor.

Bu arada Wilma yatak odasındaki halıfleksi değiştirmeyi düşündüğünü söylüyor, çok mutlu oluyoruz tabii ki. ama asıl mutlu eden şey bize önerdiği renk. Hiç hayalimizde yokken morlu eflatunlu bir yatak odamız olmuş oldu sonunda ve çok sevdik biz onu!

Evimiz!


Yavaş yavaş evi yoluna koyuyoruz artık. İlk iş, Bonn'dayken almış olduğumuz harflerimizi kapıya asmak olacak tabii ki!

Cadılar Bayramında Hoşgeldik

Boya badana işleri bitti, sıra taşınmaya geldi sonunda. Pazar günü Fred arabasıyla bize yardım etti neyse ki, yoksa onca valizi eşyayı vs.yi taşımak çok sıkıntı olacaktı bizim için. Misafirhanenin kapısına çektik arabayı, bagajı v arka koltukları doldurduk, hoop bir çırpıda geliverdik evimize. Eşyaları öyle bir anda yerleştirmek mümkün olmadı ama kaba taslak bir şekilde yerleştik. Tesadüfe bakın ki eve yerleştiğimiz gün 31 Ekim, yani Cadılar Bayramı! Hane halkı bu günü evde verdikleri bir toplantıyla kutluyorlarmış, bizi de davet ettiler. Bizim yeni evimizin iki katı olan koskoca bir mutfakta iki büyük masa. Birinde büyükler, birinde çocuklar oturuyor, herkes kıyafetler giymiş, Wilma çok hoş bir cadı, Fred de bir o kadar ilginç bir "bişiy" olmuş. İşte o anda nasıl özledim cadı şapkamı anlatamam.. Birbirinden güzel yemeklerin ardından, sıra tatlıya geldi. Tadı güzeldi ama içinden garip naylon parçaları çıkıyor gibime geldi. Ses etmedim. Bir süre sonra Fred "şans paralarından biri bende" diyince, baktım ki parayı naylona sarmışlar, hemen eşeledim tatlımı ve buldum paramı! Her zamanki gibi bulmuştum şansımı! 

Yemekten sonra dışarı çıktık. Patikanın ortasına kadar ilerledik neredeyse, 4-5 metre yüksekliğinde bir ateş! Çocuklar etrafında dönüyor, büyükler sandalyelerini çekmişler birşeyler içiyorlar, etrafta da çocukların gündüzden hazırladıkları korkunç(!) şekilli balkabakları. Çocukların en büyük eğlencesi uuupuzun metal çubuklara taklıkları marşmelovları ateşte ısıtıp yemek. Ufaklıklardan birisi bana da verdi bir tane =) Bir süre ateş etrafında oyalandıktan sonra malikanenin ön tarafına geçtik. Sırada havaifişekler! Evin büyük oğlu Tenten ve misafirliğe gelenlerden birisi daha, bahçenin çeşitli yerlerine havai fişekler takıyor ve uzaklaşıyorlar, çeşit çeşit havai fişekler patlıyor. Bazısında hedef şaşıyor ağaçlara dalıyor, bazısında sadece ses çıkıyor birşey göremiyoruz. İlk defa böylesi bir şeye dahil olduğumuz için OnurCUM da ben de heycan ve mutluluktan dört köşeyiz resmen.


Havafişek faslı bitince malikanenin içine giriyoruz. Odalardan biri hazırlanmış, şömine ve mumlar yakılmış, çocuklar çoktan yerlerini almışlar. Sally giriyor ve yerini alıyor, bize bazı korkunç hikayeler anlatıyor...

Hem çok güzel bir cadılar bayramı hem de çok güzel bir hoşgeldin karşılaması oluyor  bu etkinlik bizim için. yorgunluktan bayılmak üzereyken giriyoruz yatağımıza, evimizde ilk gecemiz...yorgun, mutlu, huzurlu...

Benim renklerim



Cuma oldu ve biz ellerimizde boyalarımızla geldik bu defa. Bugüne kadar, henüz boyanmamış duvarlardaki çatlakların üzerinden farklı bir boyayla geçme görevi verilmişti bana ama o iş bittiğine göre, boyumun yettiği yerleri de çoktan hallettiklerine göre ben sevimli pencerelerimle uğraşabilirim artık. 

Her pencere ayrı bir renk, her pencereye ayrı desenler... Bu benim ilk evim! Tabii ki çok güzel olmalı, tabii ki belli olmalı içinde benim yaşadığım, tabii ki en depresif günlerimde pencerenin bir köşesine baktığımda bile neşelenebilmeliyim! 




Öyle hemen her istediğimizi yapmaya zorlamayalım kendimizi dedik, en azından banyonun kırmızı penceresi bekleyebilir dedik ama OnurCUM dayanamadı bendeki o burukluğa. Hoplaya zıplaya gidip kırmızıyı da aldık!


Cuma günü o kadar çabuk geçiyor ki, artık misafirhaneye dönelim dediğimizde saat geceyarısını geçmiş çoktan. Dışarısı zifiri karanlık, yağmur, rüzgar..gideriz canım ne var yani? Çıkıyoruz dışarı..ilk birkaç adımda sorun yok da, sonrası..o patika bitmek bilmiyor. Yolun her iki tarafından göğe erişmiş ağaçların dalları tam tepemizde birbirine kavuşmuş, gökyüzünü göstermiyorlar bize. Rüzgarla ağaçların birlik olup çıkardıkları sesler, karanlık, ıssız ortalık...çalılıkların arasından çıkacak sarhoştan mı korksam yoksa aniden üstüme bir tilki atlarsa napıcağımı mı planlasam..işim kötüsü ben korktukça OnurCUM da korkuyor. Of bitse şu yol...

Boya badana



Boya yapacakları günü telefonla bildirdi Temelreis ailesi. Biz de gittik OnurCUM'la. Eeee, yardım teklifleri bazen insana güzel avantajlar sunabiliyor, mesela odanın rengi ne renk olsun istersiniz diye sorabiliyor evsahibi =) Wilma ile odanın rengini seçmek için boyacıya gidiyorum. Bu sırada OnurCUM yardım ediyor banyonun boyanmasına. Açık leylak rengi seçiyorum yatak odası için. Oturma odasının rengine karışmıyorum çünkü zaten banyo ile aynı renk olmasına karar vermişler ve o renk boyadan -upuçuk yeşil- zaten ellerinde varmış çokça.

Wilma ile eve döndüğümüzde, evdeki eşyalarda bir eksiklik dikkatimi çekti. Meğer canım OnurCUM yukarılara ulaşmak için tırmandığı zavallı ikea çalışma masasını göçertmiş alt tarafı masa ortadan ikiye yarılmış, OnurCUM da hoop yere! Neyse ki OnurCUM'a bişiy olmamış da telef olan sadece çalışma masası olmuş. Zaten fazla yer kaplıyordu =P


Bu arada öğreniyoruz ki evin 3 köpeği var. Salvin, Skippy ve Tiny (e köpeklerin de adını değiştirmeme gerek yok artık sanırım!). Salvin bir Mısır tazısı, Skippy karma bişiy türünü bilemiyciim. Tiny ise Yorkshire Terrier cinsi bir zibidi, dili sürekli dışarıda: Boya boyunca bir tenis topu ağzında, ha bire kendisiyle oynamamız için zorluyor bizi. İlk defa bu kadar oyuncu ve laftan anlayan bir köpekle karşılaştığım için çok seviyorum Tiny'i. Gerçi anladığı komutlar türkçe değil ama olsun, onu da öğrenir elbet zamanla! =)

Boya işlerini bir günde bitirmek mümkün değil tabii ki. Cuma günü yine gelip boyaya devam etmek üzere ayrılıyoruz. Niyetimiz Cumartesi gününe taşınabilir hale gelmek. Ne var ki ben eve biraz renk katmak istiyorum. Mesela oturma odasındaki minik vitrinimsi rafı yeşil boyasam nasıl olur acaba? Wilma'ya soruyorum, tamam diyor, kendinize bir ev yapın istediğiniz gibi. Hahaa, sen misin bana bunu diyen? Tabii ki fikirler koşuşuyor kafamda hemen. Mutfak penceresi canlı bir turuncu olsa, yatak odasınınki mavi..banyonunki de kırmızı olsa mesela...Kapıyı da rengarenk boyarız...Yatak odasındaki gömme dolabın rengi de hiç güzel değil onu da mor yapalım! OnurCUM'la boyacıya gidiyoruz, aklımızdaki renkleri bulmaya...

Ev?

Gözlemevinde ilk ayın bitmiş olması ilk maaşımı almamın yanı sıra başka şeyler de ifade ediyor. Mesela artık misafirhaneden çıkmamız gerektiği gerçeğini! Gözlemevinde öğrenciler ve çalışanlar için ayrı mail grupları var. Geçen günlerden birinde ismini bilemediğim birisi bir mail atmış: "Evleri gözlemevine yakınlığıyla bilinen Temelreis ailesi minik dairelerini kiraya vermek ve her zamanki gibi kiracılarının gözlemevinden birileri olmasını istiyorlar. İletişim için telefon numarası: 028......" E artık misafirhaneden çıkmak için fazla vakit kalmadı. Baktığımız birkaç emlakçıdan edindiğimiz bilgilere göre de ev fiyatları pek ucuz değil, üstelik bir de emlakçıya verilmesi gereken komisyonlar vs eklenince...en mantıklı seçim birileriyle ortak eve çıkmak oluyor ama bunu da artık biz istemiyoruz. E hal böyle olunca hemen aradım Temelreis ailesini, telefona Wilma çıktı ama yanında eşi Fred'de vardı. Sonuçta evi makul bir fiyata verebileceklerini, ama önce bir boya yaptırmaları gerektiğini söylediler. Evi görmek için gideceğimiz zamanı kararlaştırdık... ve gittik!
Kocamaaan bir çiftlik düşün, çiftliğe giden yol minik bir patika olarak ayrılıyor asıl sokaktan. Patikanın her iki yanı kocaman bahçe, içinde atlar var. Büyük bir mailkaneye götürüyor patika bizi.

Kapısında Fred'le karşılaşıyoruz, bizi bekliyor. binanın arka tarafına dolanıyoruz, minik birkaç basamak iniyor, içeri giriyoruz. Sağda bir kapı var, içeri giriyor Fred, biz de peşinden. Minicik bir yere açılıyor kapı. Kapının hemen dibinde mutfak tezgahı, musluk vs. sola dönünce de bir koltuk bir kanepe. 10-15 adım ileride bir kapı var, yatak odasına açılıyor, yatak odasının ötesinde de banyo ve tuvalet, banyonun içinde de minnicik bir depo odası. Evet çok küçük ama biz de zaten küçük bir aile değil miyiz? Fiyatı uygun olduktan sonra(merak edip de soramayacak olan vardır kesin, merakınızı gidereyim hadi yine kıyamadım size: £275) iki kişi buraya neden sığmayalım ki? Hem oturma odasındaki kanepe de açılıp misafir yatağı olabiliyormuş.
Ha sahi söylemeyi unuttum, burada evler hep eşyalı kiraya veriliyor, yani eşya derdine düşmemize gerek yok ama evde çatal bıçak bulacağımızı da tahmin etmiyorduk doğrusu. Bizim evin kirasına ayrıca ısınma ve su da dahil. Zaten tüm malikanenin tek bir ısınma sistemi var. Evi ısıttıkları sürelerde biz de nasipleniyor olacakmışız bundan. E geriye bi internet ve elektrik kalıyor, onu da hallederiz elbet bi şekilde diyoruz ve kabul ediyoruz. Ne var ki yakın zamanda evi boyamaları gerektiğini söylüyorlar. Benim için über eğlenceli bu işe burnumu sokmazsam olmaz. Boya yapılacağı zaman bize haber verecekler!

Gözlemevinde ilk ay

Gözlemevi Ankara'daki gibi halkgünleri konusunda pek aktif görünmüyor ama randevu alarak gelen bir çok topluluk var. Gözlemevi müdürü, Mario, bu gezilerde gözlemevini, tarihini, ve gözlemevinin önemli bir parçası sayılan Astroparkı anlatıyor gelenlere, gezdiriyor hava şartları el verdiğince. Bu gezilere doktora öğrencileri de katılırsa Mario'nun epeyce hoşuna gidiyor. Aslında katılmamak için fazla neden yok. Mesela Türkiye'deki gibi zorunlu bir iş olmadığı için insanın içinden gelerek yardım etme duygusu daha rahat bir şekilde sahneye çıkabiliyor. Ama bunun yanı sıra yardım eden öğrencilere ekstra cüzi bir miktar para da veriliyor.

Türkiye'de çoğu üniversitede gereksiz görülen meteorlar ve kuyrukluyıldızlar burada çalışılan belli başlı konular arasında yer aldığı için bir bakıma hobim haline gelmiş bu konuya burada daha çok vakit ayırabileceğimi düşünüyorum. Aralık'ın 13'ünde Geminid akanyıldız yağmuru gerçekleşecek. Bunun için gözlemevinde bir etkinlik düzenlenmesini öneriyorum, Mario'nun hoşuna gidiyor. Daha sonraki birkaç karşılaşmamızda ve çeşitli toplantılarda dile getiriyor, benim sahiplendiğimi görünce seviniyor. Genellikle bu tür etkinlik fikirleri ortaya atılıyor ama sonrasında sahipsiz kalıyor anladığım kadarıyla. Ankara'daki öğrencilik yıllarımda yine meteorlarla iligli birçok etkinlik düzenlemiş hatta bunlarla ilgili minik el kitapları da hazırlamıştım. Mario'ya bundan bahsediyorum, isterse kitapçığı ingilizceye çevirebileceğimi, buraya uyarlayabileceğimi söylüyorum, çok mutlu oluyor yine.

Bilgisayara birşeyler kurmak için gözlemevindeki tüm bilgisayarların patronu olan Sıska'ya gitmek gerekiyor her seferinde. Eğer gözlemevinin lisanslı bir photoshop'u varsa benim bilgisayarıma da kurmasını rica ediyorum. Ne var ki bana Gimp öneriyor ve photoshop'u ne için kullanacağımı soruyor. Çoğu kimse aslında Word'deki minik resim özellikleri ile yapabileceği basit işler için photoshop gibi kocaman programlar kullanıyorlar diye de ekliyor. Gözlemevi için bir meteor kitapçığı hazırlayacağımı ve görselleri hazırlamak için photoshopa ihtiyacım olduğunu söylüyorum ama pek tatmin olmuşa benzemiyor, photoshopla yapacağım birkaç işlemi anlatıyorum. Tamam o zaman diyor ama satın almamız gerek ben bir bakayım. Hali hazırda satın alınmamışsa sırf bu iş için alınmasına gerek yok ben Gimp öğrenmeyi deneyeyim de olmazsa o zaman başka bir yok ararım diyorum. Üzerinden 2 gün geçiyor, programı satın aldığını söylüyor Sıska bana. İnanamıyorum. 10-12 sayfalık bir kitapçık için adamlar yaklaşık £200 ödüyorlar bir anda.
Sonradan öğreniyorum ki çoğu kimse Sıska'dan pek haz etmiyor çünkü istedikleri her işi hemen yapmıyor ve kendilerine zorluk çıkartıyormuş. Bu olayı anlattığımda, Sıska'yı epeyi etkilemiş olmalısın diyorlar. Adobe'un üniversiteler ve öğrencilere yaptığı indirimden faydalanalım diyoruz Sıska ile ve programı benim üzerime kaydediyoruz. Adıma lisanslı gerçek bir photoshop'um var artık! Hem de 27" ekranda kullanıyorum! E bu durumda kitapçıktaki tüm görseller de bana ait olacak sanırım. Çünkü Mario internette yapılan basit bir arama sonucu çıkan görsellerin kullanılması durumunda telif hakları ile ilgili bir sorun çıkmasından endişelendiğini söylemişti bana. Eh işte photoshop'u doyasıya kullanmak için güzel bir fırsat!

Bu arada ilk ayım bitti bile. Maaşımı aldım! (evet çalışırken gözlük takıyorum, çünkü bilgisayar ekranı canıma okuyor.)

Bilgisayarlardan ve gözlemevinin güvenlik yönetiminden sorumlu, huysuz suratsız ihtiyar Cef, koca bir vazoda bir çiçek getiriyor bana. Zerrincim'den "yeni işin hayırlı olsun" çiçekleri. Harika lilyumlar! Kocamanlar! Ve harika kokuyorlar!


Armagh'a hoşgeldik

 Çoğu gün gibi yine yağmur dolu ve gri bulutlu bir hava var. Şemsiyelerimize ve kapşonlarımıza sığınarak haftalık alışverişimize gidiyoruz. Marketten çıktığımızda yağmur henüz dinmiş. Yukarılarda bir pencereye gözüm ilişiyor, rengarenk birşey yansıyor cama. Neymiş diye dönüp arkamı yukarı doğru bir bakıyorum:

Belfast'ta normal bir gün

Kalacağım ve çalışacağım yerle tanıştıktan sonra sıra Belfast'taki üniversiteye gidip kayıt işlerini tamamlamaya gelmişti. Bu arada bir de katılmam önerilen adaptasyon semineri vardı ki gerçekten de keyifli geçti. 

QUB'un hemen karşısında öğrenci birliğine ait bir bina var. Türkiye'de her türlü öğrenci birliklerinin canına okunurken burada öğrenci birliğine ait bir bina!! İşin aslı neredeyse tüm ülkelerdeki üniversitelerde öğrenci birliklerinin güç sahipleri tarafından nahoşlukla karşılanacağını zannediyordum. Sanırım Bonn'da durum böyle olduğu için bu kanıya varmışım. Ne var ki öğrenci binasında minik kafeteryalar, zengin menülü bir öğrenci restorantı, üst katta öğrencilerin kafalarına göre takılabileceği koltuklar kanepeler televizyonlar ve kocaman bir alan. Bu alanda her zaman ne yapılıyor bilmiyorum ama bugünlerde aşırı ucuz poster satışı var. Tabii ki hemen nasiplendik. Mesela ofiste benim masamda benden önce oturmuş olan velet noel baba kılığında azrail posterleri falan asmıştı sağa sola. İlk iş onları indirdim ama yerine ne asacağımı bilemiyordum, işte bana bi dolu seçenek! Kocaman bir dandelion posteri aldım ofis için, evimiz için de kermit ve snoopy posteri. Nedir yani henüz evimiz yok diye, asla olmayacak değil ya, olacak elbet, hem de yakın zamanda olacak ve o zaman mutlaka bu güzel posterleri asacağız!

Belfast şimdilik keşfettiğimiz kadarıyla çok büyük bir yer olmasa da güzel dükkanlar barındırıyor, Disney market mesela! E girip de eli boş çıkmak olmaz. Zaten ben de kendime kupa alıcam diyordum, bir türlü kafam göre birşey bulamıyordum, tesadüfe bak ki birbirinden güzel Eeyore kupaları..ve OnurCUM için de Tigger! Üstelik kupanın içinden bir de peluş çıkıyor!  


Gözlemevinde ilk günler

Gözlemevindeki ilk günüm epeyce yoğun geçti çünkü önemli misafirler gelmiş gözlemevine. Öğle yemeğine hemen aşağıdaki Fransız lokantasına gidiyor topluca, Simon benim yanıma oturuyor, benim yemeğim gelmeden yemeğine başlamıyor..  Benzer durum daha önceki yıllarda bir profesörün evinde yemekteyken olmuştu, karşıma Effelsberg gözlemevinin müdürü koskoca profesör oturuyor ve sadece ben şarabımı yudumladıkça içkisini içiyor... Beyefendilerle karşılaşınca şaşırmamam gerektiğini o gün öğrenmiştim güya ama üzerinden o kadar vakit geçince yine şaşırdım tabii.

Sonra odamı ve masamı gösterdiler bana. Malumunuz şu yazıda paylaşmıştım yaşadığım şaşkınlığı. Odam kütüphane binasında. Bir Hintli bir Alman vatandaşla paylaşıyorum odamı. Hintli kız, adı Naz olsun mesela, çok sevimli bişiy, danışmanlarımız da aynı zaten, en iyi arkadaşım o olacak gibime geliyor. Alman bebe de, adı Runner olsun, gayet iyi niyetli, ve belli ki işinde de başarılı. Doktorasını bu yıl bitirmiş, birkaç gün içinde savunmasını yapacak ve mezun olacak, Güney Kore'ye post-doc. yapmaya gidecek. Odamızda bir yeni bilgisayar daha var, onun sahibi henüz ortalarda yok ama kütüphanedeki diğer odada çalışan MK'nın (ki bu da Hintli bir kız ama hiç sevimli değil, aksine böyle şeytani halleri var ki çok feci, MK=Mal Karı) bir kongreden tanıştığı arkadaşıymış, hatta Runner da tanıyormuş bu elemanı. Adı, daha sonra anlatacağım nedenlerle Yutak olsun bu arkadaşın. Yutak da gelince 4 kişi olacağız odada gerçi şimdiden ikidebirde odaya girip yan masamdaki yazıcıdan çıktı alan ve her geldiklerinde dakikalarca konuşan MK ve Ebil var...

donmuş -> yanmış

Misafirhanede genellikle dondurulmuş gıda tüketiyoruz. Türkiye'de taze yemek yapmak çok daha sağlıklı ve ekonomik olsa da buralarda pek öyle değil.  Hatta Sainsbury'sin "basic" kategorisinin temelini donmuş gıda oluşturuyor diyebiliriz. Mesela 10lu pakette satılan fingerfishler (hani şu ince uzun, parmak şeklindeki balıklar) £0.70 yani yaklaşık 2TL. Türkiye'de ise bunları 5TL'den ucuza bulmanız mümkün değil.

Neyse ha bire dondurulmuş gıda, ha bire mikro dalga kullanırız da ben bu işe burnumu sokmam mı? Sokarım tabii. Bir mikrodalgada patlamış mısır maceramın sonucunu sizinle paylaşmaktan guru(!) duyuyorum. Buyrun sonuç:

Armagh'ta ilk günler

Sonunda yıllardır adını duyduğum o minik ve sevimli şehre geldik. Gözlemevi misafirhanesinin en büyük odası bizim, burada 1 ay boyunca kalmamıza izin veriyorlar, daha sonra da kalmaya devam etmek istersek ücretini ödememiz gerekiyor.

İlk gün N. bize biraz şehri gezdiriyor biraz da Belfast hakkında bilgi veriyor. Belfast Armagh'a 1,5 saat uzaklıkta bir şehir, Kuzey İrlanda'nın da başkenti aynı zamanda. Otobüslerin nerden kalktığını, saatleri, pratik bilgileri, en yakındaki marketi vs. gösteriyor bize.

Misafirhanedeki ikinci günümüzün akşamında adının Ebül, değil tabii ki ama burada böyle bahsedeceğim,  olduğunu sonradan öğrendiğim Alman bir PhD öğrendici geliyor bize bakmaya, sağ salim gelebilmiş miyiz, herşey yolunda mı diye. Hatta bizi dışarı da davet ediyor ama henüz hazır değiliz o kadar sosyalleşmeye. Arkasından Simon geliyor, benim sevgili patron! O da bir görmek istemiş beni, ve de tanışmak. Hem hoşuma gidiyor hem de acayip heycanlanıyorum.

Misafirhane ile gözlemevi dipdibe, yürüyerek 5dk bile sürmüyor. Hemen karşı kaldırımdaplanetaryum var, onun biraz yukarısında, bolca ağaçlar arasında da gözlemevi.

Alışveriş için Sainsbury's'e götürüyor N. bizi,dönüşte Mall'daki çimlere yayılıyoruz biraz. (Mall için meydan diyordum ama meydan için Square kullanılıyor ve ben Mall'ı ne olarak çevirebileceğimi bilmiyorum.). Sonrasında da ilk akşam yemeğimiz, finger fish, salçalı spagetti, patates salatası ve portakal suyu!

27 Aralık 2010 Pazartesi

Armagh'a varış

>
Uçaktan indiğimizde Arma Cabs'ten bir taksinin bizi bekliyor olması gerekiyordu. Aileen'in bana detayları gönderdiği maili tekrar tekrar okuyup doğru yerde arandığımızdan emin oldum defalarca ama yine de taksi yoktu ortalarda. Arma Cabs'i aradım ben de, taksinin orada olması gerektiğini, iletişime geçeceklerini söylediler. Bir süre sonra taksi firmasını tekrar aramayı düşünerken bir süredir göz hapsinde tuttuğum taksici yanımıza geldi ve birbirimizi bulduk sonunda. Ne var ki arabanın ön koltuğunda bir bayan vardı. Kafamız karıştı biraz, valizleri bagaja sığdırmaya çalıştık ama olmadı, arka koltuğa aldık üçünü, sıkış tepiş bindik. Normalde çok sorun olmaz ama onca gerginlik, onca yorgunluk ve üstüne de neredeyse 1 saat sürecek bir yolculuk için pek de hoş bir durum değildi. Neyse, ses etmeden devam ettik yolumuza, vardığımıza N. gözlemevi misafirhanesinin kapısında bizi bekliyordu. İndik, yerleştik, tanıdık birini görünce neşelendik.

Sonunda aylardır uğraştığımız yere varmıştık! 

Uçuyoruuz

Bol dersli, bol alışveriş kaçamaklı, akşamları arkadaşlarla hasret giderilen, özlenilen bazı yerlerde dolaşılan bir Bonn kaçamağı, pardon yaz okulu demek istedim, sona erdiğinde tabii ki elimizde bi dolu fazla eşyamız vardı. Hafta ortası gibi durumu fark edip bir koca kargo göndermiştik zaten Armagh'a ama son gün son dakika işlerimiz olmazsa olmaz, bir ko0li daha çıkardık. Sabah kahvaltısına sevgili Ziad ve Elena gelmişlerdi, Goffredo ve Isadora ile ortak arkadaşlara sahip olmak böyle de keyifli bir etkinliğe vesile olmuştu. bir yandan eski dostlarla keyifli bir pazar kahvaltısı yapıp bir yandan da öğleden sonraki uçağa yetişebilmek için valiz hazırlıklarına girişerek, yine koşuşturmacaları bir son gün yaşadık Bonn'da, geriye de koca bir koli bıraktık Goffredo ertesi gün bizim adresimize postalasın diye.

Uçağa gidişimiz sakin oldu aslında, çünkü şehir merkezine gidip otobüsü yakalamak ve bu aradad zilyon tane valizle boğuşmak işimize gelmediğinden havaalanına taksiyle gittik. Yaz okulundan verdikleri harçlık gerçekten de işe yaradı =)

Havaalanında valizleri verirken önceden satın aldıklarımıza ek bir bagajımız daha oldu. Derdimiz aktarmalı uçuşlarda bu fazla bagajın sorun çıkarmamasıydı.
WOS: Bu fazla bagaj için sadece bi kere ödeme yapıyoruz değil mi? Londra'da tekrar ödeme yapmamızı istemeyecekler değil mi?
Görevli: Yok, hayır, öyle birşey olmayacak. Siz Londra'daki görevlilere bu makbuzu gösterdiğinizde sizden bir daha ödeme yapmanız istenmeyecek.
Peki, ablanın sözüne inandık, güvendik, fazla bagaj ücretini bayıldık.
Londra'ya varıp da Belfast'a doğru yeniden check-in'e girdiğimizde tam da akıllardan geçen şey oldu.
Görevli: Bu ödeme sadece Bonn-Londra uçuşunuz için geçerli, Londra-Belfast uçuşunuz için bir kez daha ödeme yapmanız gerekiyor.
WOS: Hasbinallaaaaaah!
Mevcut tüm şekillerde itiraz etmemize rağmen görevli nuh dedi de peygamber demedi. Naapalım, bari Bonn havaalanında yaptığımız salaklığı biraz olsun azaltalım. Bir şekilde valizleri birleştirelim de hem fazla bagaj hem fazla kilo ödemek yerine sadece fazla kilo ödeyelim. Gidip civardaki dükkandan büyükçe bir valiz satın aldık, kimi eşyalardan vazgeçmeye çalıştık ama bunlar birkaç bedava uçak dergisinden öteye geçmedi. Sonunda bir şekilde ayarladık ve sıraya girdik. Sıra tam bize geldiğinde iki farklı banko boşaldı. OnurCUM, önceden konuşmuş olduğumuz bize ödeme yapmamızı söyleyen görevliye gitmemizi önerdi ama ben görevlinin boğazına tırnaklarımı geçirip fışkıracak kanlardan ne kadar zevk alacağımı düşünmekte olduğumu farkedip diğer görevliye gitmemiz konusunda ısrar ettim. Ne de olsa yeni bir görevli yeni bir bakış açısı ve yeni bir şans demek olabilirdi. Keza öyle de oldu. Adam valizleri aldı, fazla valizi de aldı, ve bizden para falan istemedi. "Emin misin?" dedik "Amca bizi yakma sonra?", "Yok yahu ödemişsiniz ya zaten" dedi, kocaman bir ohhh çekip deriiiin ve uzun bir küfür savurduktan sonra diğer mal müdürüne, pardon görevliye demek istedim tabii ki, uçağa bindik ve yeni hayatımıza doğru yol almaya başladık.

25 Aralık 2010 Cumartesi

effelsberg


Üçüncü gün akşam orda burda gezip alışveriş yapmaktan o kadar yorgun düştük ki toplantı yemeğine gidecek halimiz kalmadı ikimizin de. Zaten ertesi gün 100metre çapındaki Effelsberg radyo teleskobuna gezi yapılacaktı ve yine çok yorulacaktık.

Effelsberg'e ben daha önce gitmiştim ama OnurCUM'la birlikte oralarda olmak tabii ki başkaydı. Çoğu zaman etrafımdakiler benim enerjimden nasiplense de ben o heycanla tepindiğim güzellikleri genellikle sevgilimle paylaşmadan rahata eremiyorum. Bu yüzden OnurCUM'un Effelsberg'i yakından görmesi, o koca teleskobun üzerinde yürümesi şarttı.

Yaz okulu - ii


Derslere girip çıkıyoruz sürekli. Aralarda çay, kahve, meyvesuyu, kurabiye, meyve, meyveliyoğurt depoluyoruz. Öğle yemekleri devasa yemek tepsilerinde geliyor, öğle arasında bile öğrencilerin dışarı çıkmasına gerek kalmayacak şekilde tasarlanmış herşey ama unuttukları birşey var. Dersler bitip de dışarı çıktığımızda tüm dükkanlar kapanmış oluyor. E o zaman ben ne zaman gideceğim enstitünün çaprazındaki ucuzcu dükkana? Ne zaman merkezdeki ucuzcu kırtasiyede dolaşacağım aylak aylak? Nasıl alışverişe gidip Türkiye'den getiremediğim aklımda kalan kazaklarımdan alacağım C&A'den, Nivea şampuan depolayacağım ya K.İrlanda'da yoksa diye, sevdiğim ajandadan bulacağım 2011 için, kendime doğumgünü hediyesi olarak aldığım Kayseri'de kırılan kupanın aynısını arayacağım..ha nasıl? Tabii ki öğle yemeklerinden fedakarlık edip yemek öncesi ve sonrası dersleri asarak! Dersler zaten az çok bildiğim şeyler yahu, diyerek ilk iki gün biraz aylaklık ettim, kabul. Ama üçüncü gün olan şeyin üzerine artık aylaklık hakkım kalmadı.

Böylesi yaz okulu, kış okulu vb. etkinliklere öğrenci olarak başvurduğun zaman genellikle katılım ücreti ödememe ve yol masraflarının karşılanması veya konaklamanın halledilmesi gibi kıyaklar yaparlar öğrencilere. Bunda da olsun diye çok debelendik ama başvuruyu geç yaptığımız için çoktaan başka öğrenciler kapmıştı bunu. Katılım için ikimiz de 150€ verdik, bunun dışında zaten konaklamamız bedava, bir tek yol masrafı vardı ki o da zaten K.İrlanda'ya gitmemiz için ara duraklardan biri olacaktı. Katılım ücreti için verilen parayı da uzun zamandan beri zaten almanya'ya gidebilmek için saklamakta olduğumdan fazla dert etmedim ben.

Okulun üçüncü günü bir bayan geldi yanıma, sekreter seni görmek istiyor dedi. Gittim sekreterin yanına, bir zarf var üstünde adım yazan. ??? Meğer toplantı desteği alan öğrencilerden birisi habersizce toplantıya gelmekten vazgeçmiş. Üçüncü günün sonunda bunu kabullenen toplantı ekibi, parayı sıradaki öğrenciye, yani bana vermeye karar vermiş. Al sana 300€! Hehee! Bir de önceki yazıda anlatmayı unuttuğum bir 20€ vardı yerde bulduğum; Bonn beni gerçekten çok özlemiş sanırım!

Yaz okulu




Pazartesi, yaz okulunun ilk günü. Daha geçen yıl öğrenci olarak kahrını çektiğim, çok sevdiğim halde lanetler okumama neden olan mal kafalı insanlar yüzünden depresyonlara girdiğim biricik yere gidiyoruz, Max-Planck Institut für Radioastronomie! Heycanlıyım. O bina, oraya giderken bindiğim otobüs hattı, otobüsteki mekanik kadın sesinin durakları söylemesi, durak adlarını sırasıyla ezbere bilmem...hepsi buğulu hatıralar..aptal ilaçların bıraktığı sis perdesinin ardından hayal meyal hatırladığım garip günler..belki de Ankara'da her an anneannemin sıcacık kucağına koşabileceğimi bilmenin verdiği cesaretle, hayata karşı efelenmelerimin, o sıcaklıktan uzaktayken hakkını verebilecek hale gelmek..hayatın stajından aslına terfi etmek... bol acılı adana yemek gibi; acı, harbici acı, hem şimdi hem de sonrasında acı ama yiyorsun işte, seviyorsun, yine olsa yine yersin...

Kapıya yaklaştıkça kalbim çarpıyor. Geldik işte, sekreter açtı kapıyı bize, o bina, o koku.. ilk sunum çoktan başlamış, iki yıl Almanya'da yaşamış olan ben tam anlamıyla olmasa da biraz öğrenmişim dakik olmayı ama OnurCUM için aynısını söylemek güç. Girdik içeri, yerimizi aldık. Gözlerim tanıdık var mı diye aranıyor bir yandan, bir yandan da neler kaçırmışız diye bakınıyorum. Kayboluyoruz dersler arasında...

Phantasialand - Bonn

Goffredo ve Isadora'nın evlerine vardığımızda saat 3 civarıydı. Neyse ki evden çıkarken bana yedek anahtarı vermişlerdi de onları uyandırmak zorunda kalmadık. Akşam vakti evde olmama rağmen farketmemiş olduğum birşeyler gördüm bizim için hazırladıkları odaya girdiğimizde. Onlar yeni evliydi ama biz daha da yeni evliydik ve bizim için minik birşeyler koymuşlardı odaya... Bir şarap, çikolata, taze çiçekler ve Isadora'nın bizim için yapmış olduğu inanılmaz güzellikte bir kart...

Geceyi baygın geçirdik, Pazar sabahı Goffredo erkenden kalkıp kahvaltı hazırlamıştı hepimiz için ama biz yeterince erken kalkamadığımızdan apar topar çıkmak zorunda kaldık. Hemen mi? Hemen! Azıcık bile dinlenmeden mi? Azıcık bile dinlenmeden. Peki nereye böyle? Tabii ki aylardır hayalini kurduğumuz Phantasialand'a!!!

OnurCUM ilk geldiği zaman onu bu rollar-coaster parka götürmeyi çok istemiştim ama bi türlü becerememiştik. Bu defa da çok fazla boş günümüz yoktu, aslında hiç yoktu, ve işte bu yüzden bu ilk pazar günümüzü tüm yorgunluğumuza rağmen Phantasialand'a ayırmaktan daha iyi bir şey söz konusu olamazdı tabii ki.

Şehir merkezine gittik, ordan trenle yaklaşık 20 dakika yolculuk ettikten sonra Phantasialand'ın servis noktasına geçtik, biraz oyalandık, servis geldi ve heyecan başladı. yaklaşık 10 dakikalık yolculuğun ardından, varmıştık!

Günlük biletlerimizi aldık ve daldık! İlk durağımız Talocan. Her ne kadar kendisi bir roller coster olmasa da.. buyrun izleyin efenim:


Sıradaki oyuncağımız Black Mamba.. Bu arkadaşları anlatmaktansa youtube'daki güzel örnekleri sizinle paylaşmayı tercih ediyorum. Ne yazık ki kendi deneyimlerimi kaydetme fırsatım olmadı ama zaten olsaydı da benimkiler bu izlediklerinizin solunda sıfır kalırdı. Buyrun izleyin:


Gitmemiş ve gidemeyecek olanları daha fazla kıskandırmadan, kısaca mevcut hemen her oyuncağın tadına baktık diyeyim...

Eve döndüğümüzde benim anlatamadıklarımı en nihayetinde yaşamış, ve neden mutlaka birlikte gitmeliyiz diye o kadar ısrar ettiğimi anlamış bir OnurCUM vardı artık yanımda. Evde bekleyenler Phantasialand'a daha önce gitmemiş birileri olsaydı da OnurCUM'un o heycanlı anlatışını izleyebilseydim keşke.

Vuslat - Bonn

Belfast City Airport'tan uçup Londra Heatrow Airport'a konuyorum. Bir süre orda oyalandıktan sonra pek sevgili Bonn'uma gitmek üzere uçağa biniyorum ve göz açıp kapayana kadar hızlı geçip gidiyor yollar altımda.

Köln-Bonn Havaalanı'na vardığımda eve dönmüş kadar mutluyum. Bonn'a giden otobüslerin yeri değişmiş bir süreliğine, geçici durakları buluyorum, biraz bekliyorum, otobüs geliyor, biniyorum.. İçim çığlık çığlık. Otobüs şehre vardığında ise..anlatmama imkan yok. Sevinçten ağzım kulaklarımda, kelimenin tam anlamıyla! Bizi misafir edecek arkadaşlarım Goffredo ve Isadora ile mesajlaşıyoruz. Eve gidip dinlenmemi teklif ediyorlar ama ben şehri öylesine özlemişim ki, binalara sarılmak falan geliyor içimden. Merkezdeki kilitli dolaplardan birine bırakıyorum eşyalarımı ve suratımda koca bir gülümseme, içimde inanılmaz bir heycanla koşarak dolaşıyorum Bonn sokaklarında. OnurCUM'u arıyorum, Zerrincim'i arıyorum, telefondaki sesimi bastıramıyorum, heycandan çığlık gibi çıkıyor konuşmalarım, inanılmaz mutluyum. Sanki..sanki yıllardır hasret kaldığım birine kavuşmuş gibi. Sanki en son gördüğümde hasta birini sağlığına kavuşmuş görmüş gibi.. öyle işte! kocamaaan bir mutluluk var içimde!

 

(Bu fotoğraflara aşina olan var mı? Daha önce nerde gördünüz bunları bilin bakiim)

Akşama doğru otobüse binip varıyorum arkadaşlarımın evine. Görmeyeli evlendiler ve bir de bebekleri oldu! Ufaklığın fotoğrafını görmüştüm ama canlı canlı, 2,5 aylık bir minik prenses! Babasına sorarsanız kendini İngiltere kraliçesi zannediyor =) Biraz dinlenip OnurCUM'u karşılamak üzere gerisin geri şehir merkezine gidiyorum. Ne var ki havaalanına giden otobüsü kaçırıyorum!! alternatif yok değil, trenle gidiyorum havaalanına ama görece soğuk ve haliyle de yorucu oluyor. 

Yeterince erken varıyorum havaalanına ama süpriz! Uçak dediğin ya rötar yapar ya da nadiren vaktinde iner di mi? Bizimki erken geliyor! varış pistine gelen uçaklar listesinde bizimkinin uçağı var, varması beklenen vakit ve varış vakti arasında 20dk! Neyse ki erken gelmişim, hemen yaklaşıyorum gelen yolcuların çıkacağı kapıya ama bizimki bir türlü görünmüyor. Bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum...bu arada çocuğu feci bir kavgaya karışmış bir adamcağız dert anlatıyor arkadaşına..hikayenin garipliği tüylerimi ürpertiyor, detaylar aklımda değil ama hissettirdikleri aklımda. O arada canavarımı görüyorum, tam karşımda ama gelmiyor bu tarafa, birilerine birşeyler soruyor ve geri gidiyor. Belli ki birşeyler ters gidiyor..orda olduğumu görse de lazım olursam beni çağırtsa keşke diye düşünüyorum, sonra boş yere evhamlanıyorum, valizlerden başka bir sorun çıkmış olamaz nasıl olsa diyorum. Bir süre daha geçiyor, ve geliyor... Onunla ilk buluşmamızın olduğu yerdeyiz. Yine ben gitmişim onu karşılamaya, ama bu defa gitarı yok yanında, yine herşeyin en başındayız, bu defa kocam...

Belfast'taki ilk günün sonu


N ile birlikte bir yemek yiyip, Starbucks'a gidip de uçuk olmayan fiyatlarla kahve içmenin tadına varıyoruz, hızlı bir market alışverişi yapıyoruz ve ayrılıyoruz...

Hostele çıkıyorum, kalan eşyalarımı yerleştiriyorum, aklımda binbir senaryo ile üzerimi değiştirmeden  ama en azından pantolonun belini gevşeterek biraz uzanıyorum. Uyuyabiliyor muyum..pek değil, etrafı inceliyorum bir süre, televizyonu karıştırıyorum, havaalanında aldığım broşürlere bakıyorum..uykuya dalar da uyuyakalırsam endişesiyle alarmı kuruyorum.

Odaya giriş yaparken gece 4:30'da bir taksinin gelip beni almasını söylüyorum resepsiyondaki adama, tamam diyor, çıkarken buralarda kimse olmazsa anahtarı masaya bırak. Bunları düşünürken kapı çalıyor! Bir an korkuyorum, sonra aklıma geliyor parayı ödemediğim, büyük ihtimalle onun için gelmiştir biri diye düşünüyorum, hızlıca üstüme çeki düzen verip kapıyı açıyorum, doğru tahmin. Gençten bir adam oda parasını soruyor, paramı alıp iniyorum resepsiyona, ödemeyi yapıyorum, taksiyi onaylatıyorum, içim rahat odaya çıkıp biraz kestiriyorum...Alarm sesinden önce uyanıyorum, hemen sonrasında OnurCUM arıyor uyuya kalırsam diye düşünerek, sonrasında da alarm çalıyor. Toparlanıp çıkıyorum dışarı. Sırtımda koca bir çanta, dışarısı ayaz ve saat sabahın 4 küsürü. Bazı taksiler var etrafta ama bilemiyorum ki hangisi benim için geldi. Epeyce bekliyorum, saat 4:50 falan oluyor, sokaktan geçen bir taksiyi durdurup biniyorum. Havaalanına gidiyoruz.

Havaalanı görece küçük, dışarıdan sıcak ama otel odasından serin, kalabalık değil ama insanlar normal... e ne varmış ki burada beklesem de hostele boşu boşuna £35 vermesem? E dinlenmiş oldum azıcık işte, bırak söylenmeyi kaç gündür yollardasın zaten be cadı!

Beklenen yazı dizisi devam ediyor: Belfast mecarası

Otobüs gara yaklaştığında ilk gördüğüm şey N. oldu çok şükür. Yoksa o valizleri otobüsten tek başıma indirmemin imkanı yoktu. Hemen el attı, bir nefeste indim, kenara bir yere durdum ve bi dolu teşekkür etim N'ye. Önce valizleri bırakabileceğimiz bir emanetçi arandık minik terminalde ama yoktu öyle birşey, fazla vaktimiz olmadığı için yanımızda taşımaya çabalamak daha kolay geldi ilk anda. Yapılması gereken ilk iş, polis karakoluna gidip ülkeye girişimi tescil ettirmekti. N yanında bir Belfast haritası getirmişti benim için, ondan bakıp bulmaya çalıştık en yakın polis karakolunu ama haritada işaretlenmemiş olduğunu farkedip şaşırdığımızla kaldık. Terminaldeki güvenlikçilere sorduk, adamlar tarif etti, biz de yola koyulduk. Ne var ki gösterdikleri tarafa gidince pek de polis karakoluna benzer bir yer göremedik. Yoldan geçenlere sorma çabalarımız da sonuçsuz çıkınca biraz kendi etrafımızda dönüp durduktan sonra, bize anlamsız gelmesine rağmen terminaldeki adamların anlattıkları binaya gittik. Evet, bir polis karakoluymuş orası ama...
WOS: Ülkeye girişimi tescil ettirmek için geldim
Polis: Ülkeye girişinizi tescil ettirmek için?
WOS: Evet, pasaportumda, yani bana verilen vizede öyle yazıyor. 
Polis pasaportuma bakar ve "giriş yapmışsınız işte burda damga var ya"
WOS: Evet giriş yaptım ama ayrıca bir onay yaptırmam gerekiyormuş poliste o yüzden size geldim.
Polis: Ben öyle birşey bilmiyorum ama arkadaşlara sorayım, bekleyin.
10 dk bekledik.
Polis: Bahsettiğiniz şeyi bulduk sanırım, XXX'deki polis karakoluna gitmeniz gerekiyor.
WOS: Nerede orası?
Polis: XXX polis karakolu
WOS: Anladım da orası nerede?
Polis: Eee, bilmiyorum telefon edip soralım, hem siz de bi konuşun ordakilerle.

Telefondaki ses, "evet kayıt olmanız gerekiyor ama buraya gelmelisiniz. yanınızda £38, 2 fotoğraf ve pasaportunuz olmalı."
WOS: Peki ama benim yanımda fotoğrafım yok kaça kadar gelebilirim?
Telefondaki ses: 4'e kadar gelmeniz gerek.
WOS: Ama saat 15:20!!!
Telefondaki: Acele etmeniz gerekecek, yetişebilecek misiniz?
WOS: Yetişmek zorundayım. Eylül ayı içerisinde ülkeye giriş yapmak zorunda olduğum için bugün geldim ve sabaha karşı 5'te dönüş uçağım var, bugün bunu yapmak zorundayım, bir şekilde yetişeceğim.
Telefon: Tamam, siz çabuk olun ben de sizi bekleyeceğim, sorun etmeyin tamam mı, bekleyeceğim ben sizi, ama siz de hızlı davranın.
WOS: Tamam, fotoğraf işini olabildiğince çabuk halledip taksiyle gelirim, çok teşekkürler.
Tel: Tamam bekleyeceğim, görüşmek üzere.

Oh..doğru yeri bulduk, kadın bekleyecek ama fotoğraf lazım..

Polislere sorduk, fotoğrafçı var mı buralarda diye, eczaneyi tarif ettiler. 

Çıktık sokağa, dükkanlar dükkanlar dükkanlar..fotoğrafçı yok. Eczane var ama fotoğrafla ilgili birşeyler yok.. biraz daha yürüdük, ellerimizde valizler, ağır ve çok...çekiştire çekiştire eczane arıyoruz. Karşıma opera binası çıktı, koşarak gidip gişedeki adama sordum, karşı kaldırımdaki eczaneyi söyledi o da. geçtik karşı kaldırıma, eczane, tamam. Hah, eczaneyi gösteren bir levha Polaroid fotoğraf diyor, tamam! Girdik, saat 15:40 oldu bile. Acelemiz var ama önümüzde yaşlıca tontiş ve güleryüzlü bir teyze, tezgahın ötesinde, görünmezden gelen bir sesle ilaç içeriği hakkında konuşuyor uzaktan uzağa. Konuştuğu kişinin eczacı olduğunu varsayıyor ve bekliyoruz, bekliyoruz..5 dk'dan fazla bekliyoruz. ben iyice panikliyorum. Sonunda birileri çıkıyor ortaya, ne istediğimizi soruyor, epeyce garipseyerek fotoğraf çektirmem gerektiğini anlatıyorum ve eczane bir anda fotoğrafçı oluyor! Beni bir sandalyeye oturtuyorlar, arkama bir perde çekiliyor, biyometrik özelliklere göre bişiyler yapıyor hatun ve şıp! fotoğraf çekiliyor, 2 dakika içinde hazır! Fotoğrafları alıp koşarak sokağa atıyoruz kendimizi, acilen taksi bulmamız gerek! Taksiciye yazıp veriyoruz gitmek istediğimiz polis istasyonunu, olur da yanlış anlar başka yere götürür sonra uğraş dur. Yaklaşık 10 dk taksiyle gidiyoruz. Saat 4'e 5 var! buluyoruz sonunda, N arabada bekliyor beni, giriyorum karakola. Görüşmek istediğim kişi Fiona, geliyor, bir odaya geçiyoruz, çok kocaman ve sevimli bir kadın. Anlatıyorum olanları, bir yandan formları dolduruyor. Aslında üniversitede kayıt zamanı masa açıyorlarmış benim gibi öğrenciler için ama kayıtlar gelecek hafta. Bir yandan işleri hallederken bir yandan da epeyce sorular soruyor. Onur'un da ona gitmesi gerektiğini öğreniyorum, randevu almamız için numarasını veriyor ve ordan çıkınca ne yapacağımı soruyor. Biraz şehirde gezindikten sonra havaalanına gidip uçağımı bekleyeceğimi söylüyorum, tedirgin oluyor. Şehrin güvenli olmayabileceğini, havaalanında o kadar saat beklememin uygun olmayabileceğini, en iyisinin bir hostele gitmem olduğunu söylüyor. O saate kadar geceyi havaalanında geçireceğim için keyifli ve heycanlı olan beni tedirgin etmeyi başarıyor. E karşımdaki polis tedirgin olunca ben de tedirgin oluyorum haliyle... 3 farklı hostelin adını ve telefon numaralarını bulup getiriyor bana. Ayrıca cep telefonunu da yazıp veriyor eğer başıma birşey gelirse onu aramam için. Güleryüzlü insanlar ülkesinde hissettiğim güvenin yerini tedirginlik alıyor. İnsanlar aslında çok mu sahtekar? O yüzden mi hep gülümsüyorlar? Benim gibi yabancıları kandırmak için mi böyle yapıyorlar? Güleryüzle yaklaşıp güven kazanıp sonra neler yapıyorlar? vs. vs. vs.

Çıkıyorum, saat 16:45! Epeyi bekletmişim taksiyi, biniyorum, tam gidicez, şöför arabadan inip yoldan geçen başka bir arabayı durduruyor. Akıllı adam beni beklerken radyoyu ve farları açık bırakmış, aküsü bitmiş. Arabayı şarj edip yola koyuluyoruz tekrar. Bu arada ben de elimdeki telefon numaralarını arayıp makul fiyatlı ve boş odası olan bir hostel bulmaya çalışıyorum. Almanya hattını kullandığım için fazla debelenmek yerine aradığım ikinci hosteldeki odayı ayırtıyorum ve oraya gidiyoruz. Valizleri odaya bırakıyorum, N ile etrafta gezmeye, biraz birşeyler yemeye ve bir kahve içmeye vaktimiz oluyor sonunda. Sonrasında N Europa Bus Center'a dönüyor, ben de hostele. Neyse ki valizleri yanına alabiliyor N, böylece bana sadece Almanya'da lazım olacak birkaç parça eşya kalmış oluyor. 

9 Aralık 2010 Perşembe

Spoiler alert!


Selam millet!
Iyi ki blogu terk etmiyorum demisim ha, terk etsem nasil olacakmis acaba?
Simdi yazacaklarimi yazinca Belfast'a varisin ardindan gerceklesecek seyler icin kocamaaan bir spoiler vermis olacagim ama.. sanirim asla o arada olanlari istedigim ozende anlatma firsatim olmayacak, nasil olsa hizli bir ozet gecmek zorunda kalacagim, spoiler'i cok da kafaya takmaya degmez bence.

Simdi biz bi ev bulduk tasindik falan ama evde internet yok! Isyerinde de dana kadar bir ekrani olunca insanin, hani boyle pencereden gecerken goz ucyla baksa birisi, naaptigimi gorebiliyor rahatca, bi de ha bire "naaptin naaptin? diye sorup duran bir patron olunca; hah iste boyle olunca insan is yerinden blog yazamiyor canlar!

8 Kasım 2010 Pazartesi

Maskeli cadı

Merhaba!

Ne yazık ki bu bir veda yazısı olacak birazcık... ama sadece birazcık, tam anlamıyla değil. Evet, hala daha İsrail günlüklerinin son yazısı yazılmadı ve Belfast'ta neler olduğunu bilmiyorsunuz ve hatta Bonn, yeni ev, yerleşme ve iş meselesi ve daha bir dolu şey... bunlar devam edecek diye umuyorum ama...asıl uzulduklerim, sinirden kudurduklarim, beklentilerim, hayalkirikliklarim, kufurlerim, siyasi düşüncelerim, dini görüşlerim, mutluluk çığlıklarım..içimdeki pembe saçlı minik cüce burada daha fazla duramayacagina karar verdi.

İnsan kendi gibi olamadığı yerde daha fazla durmamalı bence. ilişkilerde de böyle düşünürüm ben, bu yüzden zaten ya çok kısa sürmüştür ilişkilerim ya da upuzun. Kimse için değişmek istemediğim gibi kimsenin de benim için değişmesini istemem, inanmam çünkü koca koca insanların değişebileceğine.

Ve işte şimdi bu minik cadı, baktı ki burada daha fazla kendi gibi kalamayacak...göçmeye karar verdi. Henüz yeni mekan belli değil. Ama belli olduğunda haberdar olmak istiyorsanız, gerçekten merak ediyorsanız neler olduğunu kalbimin içinde... o zaman bi mail yazmaya zahmet edersiniz diye düşünüyorum. Eger isterseniz bana haber verin; witchieofstars@gmail.com, yeni yerim belli olunca size haber veririm...

Tanıdıklar, arkadaşlar, beni bilenler, vs. vs. vs. zaten fecbook üzerinden haberdar oluyorlar herşeyden. Zaten gerçekten merak eden arkadaşlarım bir mesaj atıp soruyorlar durum nedir diye ve zaten olabildiğince buraya yazmaya çalışacağım...

Bu bloğu ilk açarken, artık "bir gazetede köşe sahibi bir yazarmisim gibi" gibi düşünüyordum. Sanırım gazete köşemi günlük gibi kullanmaya başlayınca kuyruğum sıkıştı biraz. Gazetede ciddi, doğru ve gerçek şeyler yazmak lazım değil mi?

E madem bloğu kapatmiyorsun, bunun neresi veda yazısı diyen çıkar mi aranızdan? Sanmıyorum.. Şimdilik gidiyoruz ben, hayallerim, hayalkirikliklarim, ümitlerim ve mutluluklarim...

Bunca zaman okuduğunuz, yorumlarınızı paylasitiginiz, yanımda olduğunuz için teşekkürler.
Artık sahnede maskeli cadı!


25 Ekim 2010 Pazartesi

Belfast'a varış


Varış yerimiz bu defa Belfast-Uluslararası Havaalanı. Belfast'a indikten sonrası apayrı bir hikaye. Ne kadar makul olduğunu bilmesem de Almanya'dan aldığım faturalı O2 hattını kullanmaya başladım iner inmez, her durumda olabildiğince az masraf yaratmak niyetindeydim ama o masraf da nakit olmazsa pek memnun olacaktım pek tabii ki.  Arkadaşım N.'nin telefon numarasını önceden almıştım zaten. İner inmez kendisine mesaj attım. Binmem gereken otobüsü ve inmem gereken durağın adını gönderdi sms'le. Onca valizle ilerlemek pek kolay olmadı ama trolleyi icad edenden Allah razı olsun. En azından belirli bir yere kadar kolaylaca ilerleyebildim. Otobüs durağına benzer yeri buldum, evet otobüs durağı. Doğru otobüs durağı olup olmadığını anlamak da pek zor olmadı. Hem insanların aksanları da biraz farklı olsa bile yine de anlaşılır durumda. Durakta benden başka 2 kişi daha var. Birisi belli ki hostes. "Belfast'a mı gidiyorsun?" diye sordu. Evet, dedim. İneceğin yeri biliyor musun dedi, "Europa sanırım dedim, peki sonrasında nereye gideceksin dedi, arkadaşım gelip alacak, teşekkür ederim? dedim. Gözlerini kocaman kocaman açmışsın yabancı olduğun pek belli oluyor dedi kocaman bir kahkaha atarak, elimden geldiğince gülümsedim ben de, o kadar da gergin olduğumun farkında değildim doğrusu.
Asıl gerginlik kaldırımın solunda durarak otobüs beklemekteydi sanırım. Hele ki otobüs gelip de önümde durunca, arkada kapısı bile olmayınca, öndeki kapı tam da solda, şöför yerinde olunca, ama şöför yerinde olmayıncaaaaaarghhh! UK! trafik! Sağ! Sol! Nerden bincez bu lanet şeye?! Tamam bineceğim yeri buldum, bilet aldım, ama otobüsün içi bile ters sanki! Sanki değil, ters işte, şöförün yeri sağda! Sanki her an kaza yapacakmışız gibi, sanki şöför sarhoş gibi! Üstelik bir de valizler... Ah Tanrım! İneceğim yeri nerden bilicem? Son durak demişti N. ama ya bi aksilik olursa, ne biliyim işte...bi an önce gelse şu son durak, insem ve N. karşılasa beni... lüüüüüüüüüüüüüütfeeennn!

24 Ekim 2010 Pazar

Ankara'dan Belfast'a

Master için Almanya'ya giderken değil harç pulu almak, vize ücreti bile ödememiştim. Ne var ki UK için vize harcını söke söke aldıkları düşünülürse havaalanında çıkış harcı isteyeceklerini de tahmin etmiştim ama yine de şansımı denemek istedim. Havaalanındaki gümrük memuru amca orada ikamet ediyorsam ancak harç ödemeyebileceğimi söyledi. İkamet etmek üzere gidiyorum zaten dedim ama nedense inanmadı. Zaten fazla
para değilmiş, şimdi ödeyeyimmiş, bir dahakine ikametimi gösterir belge ile birlikte gelirmişim, o zaman ödemezmeşim. Halbuki benim derdim 15TL'yi ödemek ödememek değil ki. Eski pasaportumda hiç pul falan yapıştırılmadan geçtim kaç kere. Kaç kere? Bi dolu kere Almanya ve bir kere de İsrail. Bu taptaze pasaportu daha ilk defasında pullamak hiç hoşuma gitmedi ama emir büyük(!) yerden, naaparsın, pullandık mecburen. Aslında yurtdışında öğrenci isen ve/veya yurtdışında ikamet ediyorsan ödemen gerekmiyor bu zıkkımı ya, neyse işte, neyse. İlk uçuş, Germanwings ile Ankara-Köln, gayet sakin ve huzurlu geçti. Ne var ki indikten sonrası pek garip. Köln'e inen uçak bağlantılı uçuş olduğu için bizi doğrudan Londra'ya giden uçağın kalkacağı yere göndermeleri gerekiyordu. Ne var ki yönlendirecek kimse çıkmadı karşıma. üstelik bu uçuş da Germanwings ile olacağı için aktarmada hiçbir aksilik çıkmamasını bekliyordum.

Nereye gideceğimi bilemediğim yerde bir masa gözüme ilişki, Germanwings'e ait, "Eğer burada size yardımcı olacak kimse yoksa lütfen masada bulunan telefondan xxx'i arayarak yardım isteyiniz." yazıyor. Aradım, aradım, aradım... açan yok. Tabii bir yandan uçuş vakti yaklaşıyor, hafiften tedirgin olmaya başladım. Almanya'ya giriş yapacak olsam gitmem gereken gümrük memurunun yanına gittim ve durumu anlattım. Ne var ki adam benim pasaportumda Almanya vizesini görünce işler daha da karıştı. "Evet Almanya vizem var ama şimdi değil, 2 gün sonra kullanacağım onu, şimdi Londra'ya gitmem gerek" desem de, sınırdan geçerek Germanwings görevlilerine ulaşmamı söylemekten, ve pasaportuma giriş mührü vurmaktan öteye gidemedi yardımı(!). Neyse ki Almanya vizem çoklu giriş çıkışlıydı da sorun olmadı. Belki tek girişli olsa polis o zaman beni sınırdan geçirmeye kalkışmazdı, kim bilir. Neyse, sınırı geçtim ama Almanya tarafındaki Germanwings masaları da boş. Germanwings uçaklarına biniş yapan bir grup görünce gidip oradaki görevlileri buldum ve derdimi anlattım ama nafile. "Ben şimdi bu uçuşla ilgilenmek üzere görevlendirildim, lütfen şurdaki masadaki telefonu kullanarak yardım isteyiniz." Zıkkımın kökü!!! Gittim yine telefon, yine aynı numara, aradım, aradım, aradım, açan yok. Biraz bekledim yeniden aradım, aha! açtı birisi. Bilin bakalım kim?

Beni sınırdan geçiren polis memuru! Germanwings yardım numarasını arıyorum ve karşıma çıkan adama bakın yahu, şaka gibi! Benim gibi 2 kişi daha varmış, onlarla beklersem daha iyi olurmuş, oraya geri gidebilirmiymişim. Bi de bunu o kadar sevimli bir eziklikle söylüyor ki adama kızamıyorum bile! Geri gittim, sınırdan çıkış kabinindeki polis başka birisi tabii. Giriş tarihime baktı, durumu anlamlandıramadı doğal olarak. Biraz anlatmaya çalıştım ama kafası karıştı, sanırım halime acıdı ki daha falza kurcalamadan çıkışı yaptı ve yeniden kimsesiz alana geçtim. Almanya'ya girişimi yapan memura gittim, dedim "nedir hoca durum?", telefonda söylediklerini tekrarladı. Benim gibi 2 kişi daha varmış, onları gösterdi, gittim ben de onlarla beklemeye. Karı-koca mı yoksa adam ve metresi mi bilemedim valla biraz garip ama gayet namuslu görünümlülerdi. Biraz bekledikten sonra baktık ki yakınımızdaki biniş kapılarından birinde bizim uçağın kodu yazıyor. Gidip oraya sorduk, meğer doğrudan oraya gitsek olacakmış ama kimse bize bunu söylemediği için ben gereksiz yere bi dolu dolanmışım. Daha fazla sorun yaşamadan bindik uçağa.


Biniş saati 07:15, iniş saati 07:25 yazınca bilette biraz şaşırmıştım ama sabah sersemliğinden heralde yanlış anladım demiştim. Sonra ayılınca farkettim ülkeler arasındaki saat farkını. Londra'da Stansted havaalanına indik. İnişten valizleri alacağınız yere kadar yürüdüğünüz koridorlarda adım başı bilet ve kimlik kontrolü yapıyorlar, bir de bu kontroller sırasında ha bire fotoğrafınızı çekiyorlar hızlıca. Koridorlardan birinde "bu koridora giren her kişinin çıktığından emin olabilmemiz için girişte ve çıkışta fotoğrafınız çekilecektir. Bu, sizin ve bizim güvenliğimiz için gereklidir." gibi bir yazı vardı hatta. Fotoğraf çekiyorlar dedimse öyle uzun uzun değil. Bankodaki adam senin kimliğini bakarken adamın önünde duruşundan istifade web cam hızlıca çekiveiyor fotoğrafını. Neyse, bu garip güvenlik tedbirleriyle birlikte sonunda valizlere ulaşım. Ne var ki bir sonraki uçuşum teee saat 11:55'te. E karnım da acıktı hafiften. Ama elim kolum dolu valizlerle. Naapsam naapsam? Bi tane kilitli dolap bulsam tam süper olacak ama kocaaa havaalanını gezdim hiç kilitli dolap yok. Bi de kocaman bir donatçı gördüm ki vitrininde çeşit çeşit renk renk donatlar! Sonunda valizleri sığdırabileceğim bir el arabası buldum da kilitli dolap arama işkencesi daha katlanılabilir bir hal aldı. İşin kötüsü kime sorsam yok öyle bişiy diyip geçiyordu ama bunu kabullenmek benim için hiç kolay değildi. O kadar büyük bir havaalanında mutlaka valizleri bırakabileceğim bir yer olmalıydı. Ve vardı da! Emanetçi! Bir gün için parça başına yanılmıyorsam £7 istedi adam, halbuki benim için 2 saatliğine bu valizlerden kurtulmak bile çok güzel olacaktı. Elimdeki zilyon tane valizden ikisini verdim emanete. Bir de o sırada kafam çalıştı da ayağımdaki topuklu botları kocaman ve sıcacık spor ayakkabılarımla değiştirmeyi akıl edebildim.


Tabii ki hiç vakit kaybetmeden gidip bir donat ve güzel bir kahve ısmarladım kendime. Bunlar güzel de, kullandığınız paranın sentini poundunu bilmeyince insan kendini çok fena hissediyormuş bunu farkettim. Almanya'ya gittiğimde böyle olmamıştım. Nedenini bilmiyorum ama hiç zorlanmadan alışmıştım Euro'ya. Burada paralar da bir garip aslında ya... Kahvemi içtim, biraz gazete okudum, donat yedim derken, check-in açıldı, gidip valizlerimi aldım emanetten.


Aslında çok fazla eşyam yoktu. Belfast'taki arkadaşımla misafirhaneye göndereceğim 2 parça valiz vardı. Ne var ki aralarda aldığım minik minik şeylerle elimde fazladan bir çanta daha oluştu. Eğer Germanwings ve benzeri firmalarla seyahat ediyorsanız aktarmalar sırasında edindiğiniz eşyalar başınıza dert olabilir. Çünkü Bu tür firmalar size temelde sadece ucuz uçuş teklif ediyorlar. Çoğunlukla da valizsiz iş adamlarına hitap ediyorlar ama çoğu kimse ucuz uçak bileti diye atlıyor hemen, halbuki üstüne valizler için yapılan ödemeyi de ekleyince fiyat normal firmalarla az çok aynı olabiliyor. Ankara'dan çıkışta toplam 40kg olmak üzere 4 parça valizim olacak şekilde almıştık bileti. Ne var ki Ankara'dan binerken sadece 2 parça valiz verdim bagaja, yanımda da sırtçantam vardı. Köln aktarmasında alışveriş yapacak fırsat pek olmamıştı ama Londra'da hemn inince hem de beklerken biraz dolanıp, Belfast'taki arkadaşımıza ve kendimize birkaç minik çikolata, über ucuz parfümler bulunca, ve bir de işte her gördüğüm bedava dergi gazete derken... Sırtçantamdaki mini sırtçantamı çıkarıp sadece en gereklileri yanıma aldım, aldığım diğer şeyleri büyük sırtçantama koyup valize verdim.
LondonStansted-Belfast uçuşu EasyJet ile gerçekleşti. Germanwings'in kabin bagajı kuralı, belirli ölçülere uyması ve max. 8kg olması yönünde. Easyjet ise yine belirli ölçülere uyulmasını istiyor fakat herhangi bir kilo sınırlaması yok. Ancak firmaların uyulmasını istediği el bagajı ebatları birbirine eş değil, buna dikkat etmek gerek!

Bagajları verdikten sonra duty free kısmına geçiyorsunuz haliyle. Duty free'ler sanırım bizim çocukluğumuzdaki kadar ucuz değil. Ya da ben Almanya'da aşırı ucuz alkol fiyatlarına fazla alıştığım için böyle geliyor olabilir. Yine de alınabilir oldukları kesin. Belki sigaralar ucuzdur ama onu bilmiyorum. Kampanyalı parfümler kesinlikle çok cazip, insanın 5-6 tane alası geliyor. Bir de çikolatlardaki kampanyalar..

Sorunsuz bir uçuşun ardından sağ salim indim Belfast'a. Belfast'ta olanlar ve sonrası... az sonra! Yoruldum yahu yazmaktan! Siz sıkılmadınız mı okumaktan? Gidip bi kahve yapın kendinize, bu arada ben de Belfast macerasını yazayım =)

*TR'de orjinal parfüm fiyatları gerçekten de çok feci. Avrupa'da biraz daha normal, hele ki kampanyalara denk gelirseniz gayet iyi, ama UK'da gayt makul olan fiyatların yanısıra bir de kampanya varsa çok ucuza alabiliyorsunuz. Zaten bu da UK'da şimdiye kadar gördüğüm yegane ucuz şey. Adamlarda ekmek de pahallı balık da. Elbet bir bit yeniği var bu işin içinde ya... En çok şaşırdığım şeyi daha sonra anlatacağım size.