28 Eylül 2011 Çarşamba

ceviz

Son zamanlarda ne kadar hassas ve kırılgan ve ne kadar kolay üzülebilen birisi olduğumu düşünürken hatırladım eski sertliğimi. 
Harbiden kaya gibiydim. Kolay kolay canım acımaz, kolay kolay üzülmez, neredeyse hiç ağlamazdım. Ağladığımı gören kişileri saysan 5 etmezdi belki de. Ha şimdi de ha bire herkesin önünde ağlayan birisi değilim ama kalbim çok çok daha kolay kırılıyor.
Neden diye düşündüm de... Eskiden sevgiye inanmazdım, insanların doğuştan yalancı olduklarına, herkesin birbirini halihazırda aldattığına ve kimsenin samimi olmadığına, kimsenin gerçekten karşısındakini umursamadığına inanırdım. O yüzden zaten birisi bana nasılsın diye sorduğunda gerçekten nasıl olduğumu söylemez, tek dostumun kendim (bi de Zerrincim) olduğuna inanırdım (bilirdim demek daha doğru olur belki de). Kimse beni üzgün göremezdi, kimse benim zaaflarımı bilemezdi.
Şimdi ise... kendime korkma hakkı tanıyorum. Sanırım korktuğumda elini tutabileceğim, hastalandığımda nazlanabileceğim, üzüldüğümde başımı omuzuna yaslayabileceğim kişiler kattığım için hayatıma. Bu insanları kendime nasıl dahil ettim, o dışımdaki sert kabuğu nasıl kırdım bilmiyorum. Belki de Bonn'da geçirdiğim süre zarfında gerçekten çok zayıf düştüm ve sonrasında da buna alıştım... 
Mesela ben eskiden, sırf kendi nefsimi eğitmek adına, fırına gider, taptaze ve sıcacık ekmekler alır gelirdim, ince ince dilimler sofraya koyar ve sonrasında tek bir dilim bile yemezdim: hayat böyle bişiydi benim için. Sadistlik miydi bu acaba, yoksa dünyadan zevk alma beklentisi olmadan ömrünü tüketip, buralardan çekip gitmeyi beklemek miydi, bilmiyorum. Garip teorilerim vardı zaten hayatla ilgili, bir çoğunu hatırlamıyorum bile. Mesela, deli diye tımarhaneye kapatılanların gerçek akıllılar olduklarını; normal diye sokakta gezinen insanların uyuşturulmuş bilinçsiz varlıklar olduklarını düşünürdüm. Mesela, hayat dediğimiz şeyde her olguyu sonuna kadar yaşamalı, iyice hissetmeliysek, yanarak ölmek gerek diye düşünürdüm; daha zevkli olacağından değil, olması gereken olduğundan.
Eskiden insanlara karşı da daha katıydım. Mesela çok iyi hatırlıyorum, beni çok seven bir sevgilime, her şey çok güzelken ayrılmak istediğimi söylemiştim. Açıklaması da şu: "Biz seninle kesin ayrılırız ilerde, sebep ne olur bilmiyorum ama her güzel şey biter elbet, yani biz de ayrılırız bu kesin. Madem öyle, kavga falan etmeden ayrılalım da bari biribimizi güzel hatırlayalım." Zavallı çocuğun ağlayışı hala aklımda, Batıkent'te yokuş yukarı yürüyorduk ben bunları söylerken, elini bile tutmuyordum nasıl olsa az sonra ayrılıcaz diye. 
Şimdi ise tam tersine, karşımdakine şöyle dersem kırılır mı, böyle dersem beni yanlış anlar mı, bak öyle dediğine göre kesin bu adam beni sevmiyo diye diye kendimi yoruyorum anca. Eskiye dönüş yapsam, ağlamaktan nefret etsem yeniden, ağlamak sıkıntıları geçirmeyen, sonu olmayan bir kuyuda gittikçe dibe düşmek gibi ama bir yere varmayan bir olgu olsa yeniden... Sevdiğim adamı keskiden olduğum günlerdeki gibi hiç ama hiç kıskanmasam... Biz olmaktan çıkıp birey olmaya dönsem... 
Bunları yapamaz mıyım yoksa gerçekten yapmak istemiyor muyum bilmiyorum. Bildiğim şu ki bunların yarısını yapıp yarısını yapmamayı beceremediğim. Yani insanlara karşı katı bir tutum sergileyip öte yandan sevdiceği yine çılgıncasına sevmeyi beceremeyeceğim. Aslında mesele çılgıncasına sevmek değil de...her an vazgeçebilecekmiş gibi sevmek. Twitter'da okuduğum bir söz geliyor aklıma: "Hiç gitmeyecekmiş gibi seven, hiç sevmemiş gibi çekip gider" sanırım böyle bişiydi. Ve ben tam da böyle bir insandım. 
Nerden nereye geldim yazdıkça. Kafam gerçekten de karışık. Aslında tek derdim, son zamanlarda gereksiz yere çok sık yaptığım alınganlıkları kendime yakıştıramayışım. Ama benim bildiğim bundan kurtulmanın yolu da gereğinden fazla sert oluyor. 
Aslında bazen sevdiceğe sıkıntı verdiğimden/vereceğimden de endişeleniyorum. Hatta bazen değil çoğu zaman. Neyse ki aklımdaki tüm manyaklıklarımı olduğu gibi yansıtmıyorum da adam az da olsa rahat nefes alabiliyor. Yoksa kara çarşaf giydirip evde oturtucam tüm gün. Kargaya yavrusu kuzgun görünürmüş dedikleri böyle bişiy sanırım =)
Öte yandan bazı bazı bakıyorum da ben sevdiceğe hiç de kuzgun görünmüyorum galiba. Onun benim kadar abartılı duygusal olmadığını, sadece beni bozmamak için duruma uyum sağladığını düşünüyorum. Hayatım boyunca o veya bu şekilde aldatıldığım düşüncesi yakamı bırakmayacak ve ben hep paranoyak yaşayacağım galiba. Neden birisinin beni benim onu sevdiğim "kadar" değil de "gibi" sevdiğine inanamıyorum? Belki de sorun sadece bende değil, karşımdakindedir de...belki buna inanamayışımın tek sorumlusu ben değilimdir?
Şimdi bu satırları yazınca, sevdiceğin bunları okumasını isteyip istemediğimi de bilemedim mesela. Adam okuyup ne dese kabat olacak çünkü biliyorum(ukalalığa bak biliyorum!) neler diyeceğini ve o diyeceklerinin benim hoşuma gitmeyecek şeyler oluğunu, bişiy demese daha da kabahat. Ha kabahat olup da ne olacak, dırdır edecek değilim ama içime oturacak.
Başka bi blog açayım dedim, onun bilmediği. Anında tam tersi geldi aklıma: ya benim bilmediğim bi blogu varsa onun?

Sonradan gelen not: Konuyla alakalı eski bir yazı: http://witchieofstars.blogspot.com/2009/12/blog-post.html
Sonradan gelen not 2: Yorum yazmadan gitmeyin e mi... her ne olursa olsun yazdıklarınız beni daha da düşünmeye sevk edecektir ve bunu iyice düşünüp halletmem gerek artık.