12 Eylül 2013 Perşembe

EDSL

Pazar'dan beridir Londra'dayım. Uluslararası bir kongreye katılmak için geldim. Poster bildiri ile katılıyoruz, benim poster başında anlatım yapmam gereken gün yarın. Posteri de zaten bugün astık, fazla başvuru olduğu için poster alanını ikiye bölmüşler; 2.5ar gün. Ama asıl mesele bu değil. 

Tabii ki Londra'da adam gibi vakit geçirebildiğim ilk zaman olduğu için, Londra'ya dair anlatacak çok şeyim var ama bence en anlatılası şey bu gece gerçekleşti; hiç bitmese istediğim dakikalar... 

Dün görmüştüm onu yoldan geçerken, ama hem çevreye fazla hakim olmadığım için hem de nedense kafamda fikirler ve acelem olduğu için geçip gitmiştim önünden. Bi de sanırım zaten öğle yemeği paramı Covent Garden'daki göstericilerle bölüştüğüm için çulsuz kalmışlığımın da etkisi olsa gerek. Bugün de görünce içim elvermedi.

Kaç gündür adam akıllı yediğim tek şey salata olduğu için, ki onu da yersem yani, KFC'yi açık görünce gireyim dedim. Baktım ki adamlar zaten geceyarısına kadar da açıkmış, oh dedim ya, acele etmem gerekmiyor. Burası Armagh gibi saat 5'te hayaletler şehrine dönüşmüyor ama yine de Türkiye gibi her yer 11'e 12'ye kadar açık da değil. 

Yemeğimi yedim, kolamı içtim, çıktım dışarı. Bir bina ya geçtim ya geçmedim ki ona rastladım. Nasıl olsa acelem yok, her zaman gidip oturduğum cafe de ya kapattı ya da bi on dakika içinde kapatacak. Dünkü pub'a da gidesim yok hiç. Otel odasında tek başıma oturup bunalacağıma... dedim ve eğildim. 
- Aç mısın?
"Hı hı" mı dedi "git başımdan" mı emin olamadım, büzüldü falan. Tekrar sordum, 
- Aç mısın?
- Evet, açım.
- Benimle yemeğe gelir misin?
- Nereye?
- KFC?
önündeki kağıdı gösterdi, minik bir kağıda K.F.C. yazmış, ama gösteriyor mu saklıyor mu belli değil, "ben de öyle düşünmüştüm" dedi. 
- Ayağa kalkınca biraz bocalıycam, azcık durursan toparlanırım
Kalkmaya çalıştı, nasıl kalkacağını bilemedi. Kolundan tutup yardım ettim kalkmasına. 1-2 saniye ayakta durdu, ilerledik KFC'ye. Kapıyı açtığım anda, "Ladies first" dedi gayet düzgün bir ses tonu ve aksanla. Her ne kadar önyargısız yaklaşmaya çalışsam da herkese, ve özellikle sokaktaki bu insanlara, yine de yenemediğimiz bilinçsiz yargılarımız oluyor işte, şaşırdım bu davranışına. 

Ne yiyceksin dedim, menüden bişiy söyledi anlamadım, "neyse ya kasadakine söylersin" dedim. İçecek ne istediğini sorduklarında kahve istedi. "Sana eşlik etmemin sakıncası var mı?" dedim, yok diyince ben de bir kahve söyledim kendime. Onun yemeğini, benim de kahvemi alıp geçtik masaya. 

Konuşmamızda sıralama nasıl oldu bilmiyorum ama konuştukça konuştuk, konuştukça açıldı, konuştukça ben biraz daha hayran kaldım ve konuştukça bir kez daha lanet ettim dünyanın düzenine!

Annesi ve babası 15 yaşındalarmış o dünyaya geldiğinde, legal yaş 16 olduğu için onu çocuk bakımevine almışlar. Lisenin dengi ne ise işte, onun sonuna kadar okumuş. Sonrasında ise annesi de babası da ayrı ayrı aileler kurmuşlar, öyle gelişmiş ki olaylar sonunda evsiz kalmış. 

Bir dönem bir sevgilisi olmuş, nerede tanışmış, nasıl olmuş kısmını soramadım ama anladığım kadarıyla hatunun kızı varmış. Kadın işi ciddi düşünmeye başladığını belli edince, kız üvey baba istemem diyerek çirkeflik etmeye başlamış, bu da almış ceketini çıkmış. Çıkmış ve üniversiteye gitmiş! Anladığım kadarıyla güzel sanatlar veya resim tasarım gibi bir bölüme gitmiş. Ama daha oraya gitmeden de çiziyormuş zaten, 15 yaşından beri çiziyormuş. Üniversitede okurken de evsizmiş ama çok güzel çizdiği için ha bire arkadaşları 'gel bende kal, yok biraz da bende kal' diye davet ettiklerinden, evsizlik sorunu olmamış pek. 

Kimi zaman satabilmiş çizdiklerini; birisi A1 boyutunda kocaman bir kartonla çıkagelmiş bunun karşısına, £500 vermiş yaptığı esere. Her yaptığı orijinal. Hep aynı unsurları kullanıyor ama her biri eşsiz. Şimdiye kadar 3 sergi açmış! Şimdiki hayali ise, adını söyledi ama ben tam anlayamadım, sanırım civarda bir gece kulübü, 'gece 10'dan sabah 6'ya kadar açık, ekstaziciler sabahlara kadar orda' diye tarif etti; oranın duvarlarına çizmek. Bana kalem versinler, ve duvarları bana bıraksınlar diyor. "Şimdilik zor ama birgün gerçekleştiricem bunu. Ben kafaya koyduğum şeyi yapıyorum."

Tshirtlerde görmek istiyor çizdiklerini. Bastırabiliriz diyorum, evet ama nerden baksan £20, çok para diyor. Aslında toptan alsam tshirtü tanesi 75pence'e gelir ama toptan alıp nereye koyucam diyor. 

Gösteriyor bana çizimlerini, ne diyeceğimi bilemiyorum. Zaten şaşırmış durumdayım karşımdaki adama... Tamam çok da boş birisini beklemiyordum zaten, hayat okuluna gitmiş insanlardır sokaklarda yaşayanlar ve mutlaka benimkilere bin basan hikayeleri vardır ama bu kadar kültür... Escher'den esinleniyorum diyor ve ben düşüp bayılmak istiyorum. Kim bilir kaç arkadaşımın haberi bile yoktur Escher'den. 

Bir naylon torba içerisinde sırt çantası gibi bir çanta var, içinde kırmızı battaniyesi, astım ilacı ve kim bilir daha neler. 

Aklımda sürekli aynı soru dolaşıyor, nasıl yardım edebilirim Moz'a. Adı Moz, Moz Dee. Aslında Moz daha uzunmuş da, kısaca Moz diyormuş. İmzasını ELSD olarak atıyor, tam adı Moz Ellis Dee. Ailesi İtalyan, İrlanda, İngiliz kökenliymiş. Bu isim de Babasının amcasının/dedesinin adıymış. 

- Uyku tulumun var mı?
- Yok. İstemem de zaten. Yanıyor. Bu var.
Kırmızı polarımsı battaniyesini gösteriyor çantasının kenarından.
- Yetiyor mu peki?
Boynunu eğiyor... "Yettiği kadar. Bi kere tutuştu uyku tutulumu, bi daha denemem asla, çok korkunçtu."

Sokaklarda başına gelenlerden bahsediyor, durup dururken gelip kendisine tekme atan adamdan, orda oturuyor diye polise şikayet edenlerden... Dilenmiyor çünkü dilenmek yasak, polis yakalarsa cezası var. Yaptığı çizimleri satamıyor, çünkü sokakta satış yapabilmesi için belge alması lazım, evsiz olduğu için alamıyor belgeyi. Sokakta otururken kucağında duran kağıtta bile K.F.C. yazıyor; sonunda soru işareti olursa dilenciliğe giriyor, ceza yiyor. 

- Nasıl koruyorsun kendini peki sokaktakilere karşı?
"Bunlarla" diyor, yumruklarını gösteriyor. "Hiç silah falan taşımam yanımda. İnsanın 5 silahı vardır zaten, en iyisinden hem de; kafa, kollar ve ayaklar. Bunları kimse alamaz benden. Bunları kullanmasını bileceksin" diyor. 

Bisikleti varmış, nerde olduğunu anlamadığım bir yerde; gündüzleri bisikletle geziyor. Yolda otursa polis geliyor, yasak. 

Sen ne kadardır burdasın, ne için geldin gibi sorular soruyor. Kongreye geldim, pazardan beri burdayım diye geçiştiriyorum. Ne kongresi bu diyor. "astrofizik" diyorum, sonra nasıl anlatacağımı düşünürken ben, o atılıyor "gerçekten miii, astronomiyi çok severim ben" diyor! Gözlerimi ovuşturuyorum artık, sağa sola bakıyorum hayal mi acaba bu karşımdaki adam, bir tek ben mi görüyorum diye düşünmeye başlıyorum, o sırada "Patrick Moore"dan bahsediyor bana, amatör astronominin babalarından! Plüto'nun neden gezegenlikten çıkarıldığını anlatmaya başlıyor, nötron yıldızlarının ne denli yoğun cisimler olduklarını SAYILARLA söylüyor, pulsarların evrenin en kesin saatleri olduğunu anlatıyor, Jodrell Bank teleskobunu görmeyi ne kadar çok istediğini söylüyor, Brian Cox'a geçiyor. Bense çoktan kaybolmuşum onun çizimi içinde...

Sarı bir kağıda çizmiş siyah mürekkepli kalemle. İstesem acaba bana verir mi diye düşünüyorum ama, belki satar birilerine..hem benim ona verecek nakit param yok ki diye geçiyor aklımdan. 

Bu arada o yemeğini yiyor, benim kahvem bitince bi tane daha alıyorum. İçmek iyi de, bir süre sonra tuvalete gitmek istiyorum. Çantamı alsam çok ayıp olur, ama bir yanım da güvenemiyor... Telefonumu alıp, montumu çantamın üstüne koyup, "tuvalete gitsem eşyalarıma göz kulak olur musun" diyor, kalkıyorum masadan "buranın merdivenleri çok dik, dikkatli ol" diyor bana.

Yerler yağ içinde, kaygan ve merdivenler gerçekten dik. Hem düşmemek için hem de Moz'u döndüğümde masada bulabilmek için dua ediyorum. Dönüşte merdivenlerden çıkarken boynum uzuyor yukarı, ödüm kopuyor ya gitmişse çantamı alıp... Gitmemiş tabii ki...utanıyorum kendimden. 

Çeşit çeşit arkadaşları var Moz'un ama hiçbirisi 1-2 ay evinde misafir edip ona adres sağlayacak türde değil. Diğer evsizlerle de sadece merhaba-merhaba durumunda. Bir ara "kusura bakma çok konuşuyorum, insan evsiz olunca sohbete hasret kalıyor, buldu mu konuşuyor işte" diyor, nasıl dokunuyor içime, aksine beni ne kadar mutlu ettiğini söylüyorum, hoşuna gidiyor. Psikoloğundan bahsediyor, 2 haftada bir gidiyormuş. Anti-depresanlara karşıymış, bir kere "citalopram" kullanmış, daha da tetiklenmiş depresyonu, ilaç falan kullanmam ben demiş, ve kullanmıyormuş.  Civarda "day care" dediği bir yer varmış, duş-traş olmak-telefonunu şarja takmak vs. için oraya gidiyormuş. Öğlenleri bedava yemek de veriyorlarmış anladığım kadarıyla. 

Adımın nasıl yazıldığını soruyor, kodluyorum; ben kodlarken resim çizdiği kağıdın arkasına yazıyor, sonra da üstüne "to" altında da "from Moz" yazıyor ve bir de minik mesaj iliştiriyor. Bana verecek resmi! Nasıl heyecanlanıyorum! Bu defa sadece dilim değil elim kolum da tutuluyor. Teşekkür bile edemiyorum, öylece kalakalıyorum! O kadar değerli bir şey ki bu! Ve kendisi de farkında bunun değerinin ama inanılmaz bir tevazusu var! Adam inanılır gibi değil! 

Resmin bir kısmı boş kalmış, dur diyorum bana verme şimdi, yarın akşam buluşalım, sen yarına kadar tamamla bunu, öyle ver. 'Ben şimdi tamamlarım ki' diyor. Saate bakıyorum. Tamam Londra'dayız, tamam ana cadde sayılır ama yine de tedirgin olabilirim o saatte yollarda olmaktan. 'Vaktin varsa yani' diye ekliyor. Vaktim var da, diyorum, vakit geçince buralar tenhalaşır mı, tek başıma kalırsam korkarım. Nerede kalıyorsun, ne kadar uzak, ben bırakırım seni diyor. Anlaşıyoruz böylece. Beklerken bir kahve daha? diyorum bu defa capuccino istiyor. KFC'de 3 kahve alana 1 bedava olacak şekilde damgalı kartlardan var. Deminki içtiklerimizden çıkanı Moz'a verdiğimde çok sevinmişti. Kasadaki çocuk da bunu görmüş olsa gerek, sanırım tanıyor Moz'u, bu iki kahveye bir damga da fazladan vuruyor, Moz'a vermelik bir bedava kahve kuponum daha oluyor böylece. Çok seviniyor, ama sabah 10'dan önce açmıyorlar diyor. Belli ki en çok sabahları üşüyor. 

Resmi çiziyor, çiziyor, çiziyor...çizdikçe çiziyor. Bir resmin bittiğini nasıl anlarsın diye soruyorlar bana diyor. Kendini bitirmiş hissettiğin zaman bitiyordur herhalde diyorum, gülümsüyor, belli ki doğru cevabı vermişim. Sonra resimdeki imzasını gösterip, isminden oluşturduğu bir kısaltma olduğunu anlatıyor. 


Sonra ne yapacağımı sorunca, ona da anlatıyorum Güney Kore hayalimi. Neden, diyor, başlıyorum THY'den kazandığım bilet, couchsurfing ve diğer detayları anlatmaya. Fingers crossed diyor bana dişlek gülümsemesiyle. 

New Castle'a mutlaka gitmelisin diyor. Hollanda'yı görmeyi çok istediğini söylüyor "ama evsiz olduğum için pasaport da alamıyorum" diye ekliyor.

Lady Diana'dan bahsediyor, bir gün bu "Day Care"e gelmiş ve ona çay vermiş. Hayatta en sevdiğim kadındı diyor. 

Aklımda hala ona nasıl yardım edebileceğim var.
-Şimdi £100'un olsa naaparsın?
-Yatar uyurum.
-Nasıl yani?
-Uyumaya giderim.
-???
-E gece şimdi tüm dükkanlar kapalıııı
diyor gülerek. Sonra da ekliyor "gidip üstüme başıma kıyafet alırım. Yeni ayakkabı alırım."
-E ama yeni bunlar.
-Ama ikinci el
-E ama iş görür ki
-Ama su geçiriyor olabilir, bunlar ikinci el. Ayrıca gider kendime yeni bir ceket alırım, altıma yeni bi tane alırım böyle bana üç beden büyük olmayan bir tane... Ya bazı insanlar hemen kumarhane falan diyorlar, yok ya ben üstüme başıma alırım. Aslında Milli Piyango'ya da başvurmayı düşündüm bak destek, proje falan için ama yok, o da olmadı, evsizim ya.

Tuvalete gitme sırası ona geliyor, kalkıp "benim eşyam pek yok ama torbam sandalyemin altında" diyor gülerek, utanıyorum, yerin dibine giriyorum! O sırada kasadaki eleman tuvaletlerin kapandığını söylüyor, bizimki de kös kös geri geliyor. 

Türk olduğumu öğrenince bir nefeste sıralıyor "teşekkür ederim, iyigünler, günaydın" ve anlamadığım birkaç şey daha. Birden yirmiye kadar sayabiliyordum ama şimdi hatırlamıyorum diyor. Altmış ve yedi sayılarını biliyor. Bir de bir. İngilizce bira demek olduğu için onu asla unutmam diyor. 

Elemanlar ortalığı iyice toparlıyorlar, kapatmaya hazırlanıyorlar, Moz ile son bir deneme daha yapıyoruz tuvaleti kullanmasına izin verirler mi acaba diye, ama dilbazlığımız işe yaramıyor kalkıyoruz.

Bana eşlik edecek otele kadar ama "ben fazla hızlı yürüyemem, yavaş gidelim." diyor. En fazla 10 metre gitmişizdir, nefes nefese kalıyor, 10 adım daha atıyoruz ki durup çantasına eğiliyor, astım ilacını sıkıyor. Çok kötü oluyorum, sen gelme desem yanlış anlar diye bir şey diyemiyorum. Koluna girip yavaşlatıyorum. Belli ki yavaş yürüdüğü için sıkıntı duyuyor ama "yürümekle pek iyi değildir aram, uzun mesafe koşmuş gibiyim" diyor. E bisiklete nasıl biniyorsun o zaman diyorum, bisiklette ciğerlerini kullanmıyorsun ki bacaklarını kullanıyorsun diyor. Anlamıyorum ama uzatmıyorum meseleyi. Koluna giriyorum bu defa, ağıır ağır ilerliyoruz. Mahcup bir halde hızlanmaya çalışıyor ama nefesi müsaade etmiyor, ben geri çekiyorum her defasında "acelemiz yok merak etme" diyorum. Otele gitmek için ana caddeden ara sokağa geçip 200metre daha yürümek gerekiyor. Benim de asıl endişelendiğim yer orası aslında ama baktım ki ortalık aynen gündüz, saat de zaten daha 22:30, "bundan sonrasını ben giderim, istersen sen dön" diyorum Moz'a, sanki asıl korktuğum yeri geçmişiz gibi. "Emin misin?" diyor, bir yandan sonuna kadar gelemediği için üzgün bir yandan da daha fazla zorlanmaya takati yok. Eminim eminim diye teskin ediyorum. Sarılıyoruz, görüşmek üzere diyoruz, "Akşamları 6,5'tan sonra burdayım, evimi biliyorsun, her zaman beklerim" diyor. Gülüşüyoruz, son bir defa el sıkışıp ayrılıyoruz. 

Saat şimdi 02:45... ben hala Moz'un yollarında kaybolmuş durumdayım.


Bana yazdığı not mu? Onu göstermem.