8 Ocak 2011 Cumartesi

Dantel, Hubble ve Karpuzlar

Pippi Haşmet'limizin son yazısındaki dantelleri görünce nedense kendimi dantel resimlerine bakınırken buldum. Karşılaştığım inanılmaz şeylerden birkaçını sizlerle paylaşmak istedim.



Aslında danteli sadece hayranlıkla izleyen, yapanlara gıpta eden, ve hatta fırsatı olduğunda yapmayı deneyen birisiyim. Evde dantel görsem depresyona girerim kesin, beni daraltan bi yanı var dantellerin. Yapması keyifli ama evde beslemesi zor şeyler benim için. Belki de aile büyükleri evimizi dantellerle dolduracak ve ben de onları kullanmak zorunda kalıcam diye bir korku olabilir bilinçaltımda. Veya anneannemin toz al diye yakama yapıştığı günlerde sürecin uzamasına sebep oldukları için böyle bi antipati oluşmuş da olabilir. Sanırım çocukluğuma inmemiz gerekiyor...

Gerçi dantel sevmem diyorum ama bu yaz İzmir'de ayıla bayıla aldığım ayakkabının beni kalbimden vuran özelliği dantel olmasıydı.

Düşündüm de, ben danteli giymeyi seviyorum sanırım. Öyle makineden çıkma dantel değil, elde yapılmış dantelden giysiler...

 Mesela şöyle şeylere hayır demem imkansız:



Benim asıl yapmak isteyip de yapamadığım şey ise...ıımm adını bilmiyorum sanırım kanaviçe deniliyor. Adamlar benim gibi beceriksizler için çeşit çeşit aparat geliştirmişler ama hiçbirinde başarıya ulaşamadım. Anasınıfındayken yaptırmışlardı bişiyler, o zaman da olmamıştı zaten. Hiç unutmam ilkokuldaki beslenme saatlerinde önümüze serelim diye çantamıza konulan örtüler olurdu ya hani, ha işte onun üstüne çok sevimli bir kız çocuğu işlemişti anneannem. Hala daha saklıyorum onu ama buralara getiremedim ne yazık ki, yoksa bir fotoğrafını koymak isterdim buraya.



Geçenlerde Hubble Uzay Teleskobu'nun 20. yaş kutlamaları sırasında NASA bir yarışma düzenledi Hubble'ın popüler kültürdeki yeri ile ilgili. Günlük hayatta karşınıza Hubble ile ilgili çıkan ilginç şeylerin, uygulamaların vs. fotoğrafını çekip gönderin, yarışmayı kazanın demişler. Ben her zamanki saf salaklığımla anca etrafa bakındım öyle bişiy görebilecek miyim diye. Ama millet almış yapmış. Bu da hep sinir olduğum bişiydir. Adamlar diyor ki etrafınızda Hubble resmi veya logosunun kullanılmış olduğu ilginç bişiy görürseniz fotoğrafını çekip gönderin, millet etrafta bişiy bulamayınca kendisi yapıyor. E öyleyse adam desin ki Hubble'ın ilginç olabileceğini düşündüğünüz bir uygulamasını yapın, fotoğrafını çekin ve gönderin. Böyle dese ben de yapardım orjinal bişiyler. Böylece Türkiye'den ödül alan fotoğraf bir karpuz olmazdı! Olsaydı bile en azından bundan daha artistik bişiy olurdu.




Bak karpuz diyince aklıma geldi. Depolaması daha kolay olsun diye adamların küp şeklinde karpuz ürettiklerini bilmeyen kalmadı artık di mi? Peki ya buna ne demeli?

Christmas'ı ben sevmiyim de kimler sevsin?


Tarih 21 Aralık olmuş, Tayfun'suz tam 11 gün. Belfast'a giden en erken otobüs 7:15'te ve bizim favorimiz bu, çünkü bu otobüse yarı fiyat ödüyoruz "erken kuş" / "early bird" tarifesi sayesinde. Malum iki kişi olunca küçük indirimler ve bindirimler bizim için büyük. Otobüse kalktığı terminalden binebilmek için aslında yaklaşık 1km yol yürümemiz gerekiyor ama malikanenin çıkışındaki 'Tower Hill' durağını keşfettiğimizden beri 200metre ile kurtarıyoruz durumu.

Kahvaltısız güne başlayınca midesi bulanan OnurCUM'dan dolayı öyle yataktan kalk, uyurgezer halde giyin ve çık senaryosu bizim için söz konusu değil ne yazık ki. 7:15'te terminalden çıkıp 3dk'da Tower Hill'e gelen otobüse binebilmek için 6:30'da kalkmamız gerekiyor. Hava ayaz, kalkmayı başarsak bile yatağın dışında kalabilmek ve giyinme sürecini tamamlamak üstün bir performans gerektiriyor. Ne var ki bu defa azimliyiz. Kalktık, kahvaltı yaptık hızlıca, giyindik, karlı kaygan ve zorlu patikayı aştık, durağa vardık. Güneş bile uyanmamış daha. Saat 7:10. Ve ben fark ediyorum: telefonu evde unutmuşum. !!! Evet dışarı çıkma amacımız telefonu tamire götürmek olabilir ama gel de bunu sabahın köründe hatırla! OnurCUM eve gitse telefonu alsa ve gelse belki yetişebiliriz otobüse, belki ben otobüsü bekletebilirim, ama bu riski göze almıyoruz, kös kös geri dönüyoruz eve. Sonraki otobüs 9:30'da. Koşa koşa giriyoruz yatağa, ısınıyoruz azıcık uyukluyoruz. Vakti gelince yeniden kalk, giyin, yürü..bu defa unutmuyorum telefonu neyse ki. 

Yol boyu, 1,5 saat boyunca, uyuyabilecek olmamızın getirdiği mutluluk var ikimizde de. Ne var ki uyumuyoruz bu defa. Biraz yolu izliyoruz biraz kitap okuyoruz. 

Belfast'a varınca sakin ve emin adımlarla ilerliyoruz Victoria's Square'e. Apple Store orada çünkü. Herhangi bir tamirciye sormadan önce Apple'a gidip neye mal olacağını öğrenmekte fayda var diye düşünüyoruz. Sonuçta başka yere götürürsek belki daha ucuza halledilebilir ama telefon bundan sonra garanti dışı kalacak demektir. Bu durumu göze almadan önce şartları kontrol etmekte fayda var. Etrafa bakına bakına, sokaklarda ne kadar çok sakız olduğuna şaşıra şaşıra ilerliyoruz (bunun fotoğrafını ayrıca çekip koyacağım buraya ilk fırsatta). 

Apple'a girdiğimizde kırmızı gömlekli görevlilerden birine anlatıyoruz durumu kısaca: "telefonda bir sorun var, teknik servise bırakmak istiyorum". Benim daha önce kurcaladığım ama randevu almadığım Apple'ın internet sitesinden randevu almamız gerektiğini söylüyor görevli. İyi ama ben taaa Armagh'tan geldim yahu, başka güne randevu verirsen benim için çok sıkıntılı olacak. Tamam, sakince bakıyoruz, bugün 11:40 için boşluk varmış, ister miymişim? Ulen saat zaten 11:38 istemez olur muyum hiç? Görevli randevuyu ayarlıyor ama benim bilgilerimi sisteme kaydedemiyor bi türlü. Üst kata çıkın, arkadaşlar yardımcı olsun diyor. Çıkıyoruz üst kata. Kırmızı gömlekli görevlilerde birer noel baba şapkası, harıl harıl çalışan insanlar...kalabalık.. Hemen gidip görevlilerden birine anlatıyorum durumu, adımı yazdırıyor kayıt için, sonra da sana ne diye seslenelim diyor, adımı söylüyorum ama aklında tutması imkansız, "pekala" diyorum, "yazdığım gibi okuyacaksın, ben de bana seslendiğini anlayacağım, tamam mı?", önce anlamıyor ama ben "two-cha" yazınca gülümsüyor, okuyor, doğru okuduğuna dair benden onay alıp gözden kayboluyor bir anda. 
Üst kat sadece teknik serviste işi olanlar için ayrılmış bir yer. Beklerken sıkılmayalım diye etrafta bazı ürünler, büyük ekranlarda iPod, iPhone, iPad vb. için kullanım kolaylıkları ve ipuçları, çocuklar içinse alçaklara kurulmuş oyunlar yüklü iMac'ler var. Bir de şu yukarıda gördüğünüz manzara var yoldan geçenleri izlemek isteyenler için. 

Sanırım 15-20 dk bekliyoruz, sonra bir görevli adımı sesleniyor, gidip yanına anlatıyorum: "Şarjı tamamen bittiği bir gün şarja taktım dolsun diye, bi baktım ki ekran görüntüsü gelmiyor. Diğer tüm fonksiyonları normal ama ekranda bir sorun var, nedenini bilemedim." diyorum. KBB doktorlarındakine benzer bir alet çıkarıp kulaklık girişine ve şarj girişine bakıyor ışıklı büyüteçle. "Islanmış olabilir" diyor, "bilmiyorum ki" diyorum. içeri gidiyor incelemek üzere, geri gelince yine"ıslanmış gibi duruyor, nasıl olduğuna dair bir fikriniz var mı" diyor, "kar yağdı, malum işte, biz de biraz kartopu oynadık arkadaşlarla" diyorum gözlerinin içine baka baka, biraz ezik biraz büzük, "nedir yani sanki sen hiç kartopu  oynamaz mısın, affet beni yahu" dercesine, gülümsüyor, biraz rahatlıyorum, "oynarken cebimdeydi, kartopu falan attıklarında palto ıslanınca belki ıslaklık içine geçmiş olabilir, aslında sanmıyorum ama tek yolu bu olabilir" diyorum. 
Pekala.. bu durum kısmen garanti kapsamında, çünkü sadece üst kısmından su almış, alt kısmında bir sorun yok. Bu da nasıl olabilir bilmiyorum doğrusu. Üst kısım su alınca ekran devrelerinde soruna yol açmış, bunu değiştirmemiz gerekir ama biz bunun yerine aleti yenilemeyi tercih ediyoruz. Bunun maliyeti sizin için yaklaşık £138. Ama Christmas nedeniyle bu parayı sizden almıyoruz. Sizin için de uygunsa yenisini vereceğim size. Tamam mı?" diyor. Benim gözlerim Varyemez Amca'nınki gibi para işaretleriyle doluyor bir anda. Christmas diye yeni iPhone veriyor bana Apple, daha ne olsun be?!

Tamam tabii ki tamam diye atılıyorum ben. Ama görevli uyarıyor: Peki telefonunuzun yedeğini aldınız mı? 
WOS: Iıı, hayır almadım. (içses: hadi sen onu da hallediver bi çabuk)
Görevli: Tamam, sorun değil, siz gidip yedekleyip gelin, o zaman yenileriz.
WOS: Ama ben taa Armagh'tan geliyorum, şimdi gidip yedekleyip gelmem çok imkansız olacak benim için. Zaten yedekleme nasıl oluyor bilmiyorum. (içses: acı bana be abi be, hadi yap bi kıyak)
Görevli: Anladım ama bu durumda tüm bilgileriniz silinecek.
WOS: Yedeklemede mesajlar falan da yedekleniyor mu yoksa sadece iletişim bilgileri mi?
Görevli: O sürece siz müdahale edemiyorsunuz zaten. Ne var ne yoksa yedekleniyor otomatik olarak.
WOS: Hmm anladım, neyse siz gerekeni yapın şimdi. (içses: otomatik yapıyorsa zaten yapmıştır ben fark etmeden çünkü sık sık iMac'e bağlayıp eşleştirme yapıyorum zaten)
Görevli arkasındaki raftan yeni bir iPhone kutusu çıkarır, benimkinin içindeki bilgilerin hepsini silmek için gerekli seçimleri yapar ve onaylamam için bana uzatır telefonu. Tüm bilgiler silinsin mi? silinsin anasını satanist, silimesin de naapsın zaten, yepisyenisi geliyor trilaylommm, silinsin, loy loy looom.. Silindi, bir kaç imza vs, "buyrunuz yeni iPhone'unuz, ama bi daha olursa o zaman yenilemeyiz ona göre." 



Söyleyin bakalım şimdi Christmas'ı ben sevmeyeyim de kim sevsin ha? 

Tayfun'u kurtarma çabaları

Pirinçli dualar işe yaramıyormuş her zaman.. Durumu kabullendim ve hatta buradaki telefon firması O2'nun sitesi üzerinden yeni bir iPhone alsam kaça patlar, eskisinden nasıl kurtulurum diye baktım ve ödeme planını çıkardım bile. Ayda £25 sabit ücret ve 18 aylık kontratla 32GB iPhone 3GS edinebiliyor, eski iPhone'umu da £170 civarına satabiliyorum. E düşününce çok da altından kalkılamaz bir durum değil gibi. 

Tabii bir yandan da Kuzey İrlanda'daki telefon tamircilerine bakınıyoruz netten. Bizim koca(!) şehrimizde bir iPhone tamircisi olmadığı için bulduğumuz en yakın tamirciler hep Belfast'ta. E Belfast'a kadar gitmişken Apple store'a da bi göstersek, en fazla ne olabilir ki? £xxx ödemeniz gerekir çünkü bu alet ıslanmış ve bu durum garanti kapsamında değildir derler, biz de döner gideriz herhangi bir telefon tamircisine. Alet garanti dışı kalır ama garantisi gitmesin diye de Apple'a kim bilir ne kadar bayılmaz gerekecek... Tamircilere e-mail atıyorum, tahmini ne tutar diye, adamlar aleti getir görelim diyorlar. Yahu sırf sen bi göresin diye ben 1,5 saatlik yol mu gidip gelicem diyorum, cevap: "siz aleti gönderin biz bakalım size tutarı söyleyelim, isterseniz tamir ederiz, istemezseniz geri göndeririz" oldu canım, başka derdin varsa onu da söyle?!

Karar verildi. İstikamet Belfast! Önce Apple Store'a gidilecek, ordaki fiyat bizi çok aşarsa tamircilere gidip pazarlık edilecek. Bir derdimiz de aleti hemen tamir etmeleri, yoksa başka bir gün bir kez daha onca yolu gidip gelmek zorunda kalacağız...

Yüzme bilmek önemli şey dostum!

Aralık ayının 10'u sabahı. Yine binbir küfürle yataktan çıkmaya çabalıyorum. Küfür niye? Hayat güzel değil miydi orda? Hayat güzel sayılır, bir de güneş bizden erken uyansa, bizim işe gitme vaktimizde etrafı aydınlatmış ve ısıtmış olsa! Yahu Güneş dediğin sabah 5,5 bilemedin 6'da doğar arkadaş! 8:35 nedir? Bu nasıl tembelliktir? diye söylene söylene, giyindim, sevdiceği hayata bağlayan süreci, yani kahvaltıyı, gerçekleştirdik ve anneannemin "evden çıkmadan tuvalete giiit" öğdünü tutup tuvalete gittim. Yumuşacık ve beni sıcacık tutan kadife pantolonumu indirdim ve..cumburlop! bilemediniz efenim, hayatın içine etmiş değilim henüz, aksine hayat benim içime etti, daha doğrusu telefonumun! Evden çıkınca her zamanki gibi "aşkım telefonumu bi çaldırsana bulamadım yine, evde mi kalmış yoksa çantamda mı acaba" demeyeyim diye, giyinir giyinmez cebime koydum ya ben, hani çok akıllıyım ya, hani telefonu evde unutma olasılığını ortadan kaldırdım ya..al işte sana! Uyku sersemliğimle daha tuvalete oturmadan kalkıp bakakaldım malum yere. Ne yazık ki binbir mahareti olan iPhone'uma henüz yüzme öğretmemiştim. E ne yaparsın bu durumda? Tiksinsen de kussan da elini sokar alırsın di mi? Ben naaptım? Sifonu çektim! Yok daha neler, abartmayalım arkadaşlar, sadece bön bön bakmaya devam ederek bağırınmaya başladım "Onuuuuuuuuuuuuuuuur" "Ya Onur yaaaaaaaaaaaaa" "ya düştüüüüüü" "ya tayfun tuvalete düştü" (evet efenim bildiniz, telefonumun adı Tayfun) neyse ki sevdicek uyanmış durumda, şaşkınlık ifadelerini sonraya saklayarak "e alsanaaaaa" dedi ve ben de elimi sokup aldım. Öykkk! Bi de dalga geçmez mi adam benimle iyi ki önce düştü, ya bi de üstüne işeseydin diye. Hay allahım yaa! E napcaz dedim? Yıkıycaz dedi. E yıkadık! Battı balık yan gider, bari pis olmasın... Normal telefon olsa ilk iş bataryasını çıkartırsın, hiç olmadı vidaları söker açarsın falan ama bunda çıkartacak batarya da yok ki anasını satıyım! Neyse aleti kapattık, sim kartı çıkarttık, işe gittik, yapcak daha iyi bişiy yok ki.

Bir süre sonra sevdicek geldi, aklında dahiyane bir fikirle. Napcakmışız? iPhone'u pirince koyacakmışız! Ben de bakındım biraz internette, gerçekten de öyleymiş. Eve gidildi, Tayfun pirinç dolu bir kaba yatırıldı. Tüm gün tüm gece o şekilde bekledikten sonra ne oldu? Sabahın 7:25'inde alarm çaldı uzaktaaan biryerlerden, oturma odasındaki pirinçli kavanozun içinden. Kalktım gittim baktım ki sapasağlam alet! Yihhuu, tamamdır diye sevinirken ben, Tayfun'un biraz daha dinlenmeye ihtiyacı olduğunu iddia etti sevdicek. Bence yeterliydi ama yine de laf dinlemek olası bir aksilikteki dırdırı dinlemekten daha sakin bir süreç olacağı için boyun eğmekten başka çarem yoktu. Pirinç dolu kapta bir gün daha geçti. Akşam eve gelir gelmez tabii ki ilk iş kavanoza saldırdım, Tayfunu aldım elime, açmaya çalıştım ama...açıldı açılmasına da, ekranı görebilmek için en az 100W'lık lamba tutmak gerekti, o denli sönük. Bir gece daha pirinçte yatmasına karar verildi. Sabah oldu, alarm yine çalıyor, ama görüntü yok.. Durumu kabullenmekten başka da çare yok...


PS: önceki yazıya 3 tane doğrudur hacı diyen çıkmış, arkadaşlara çook teşekkür ediyor en güzel rüyaları görmeleri için eflatun perilerimden gönderiyorum!

5 Ocak 2011 Çarşamba

Fazladan bişiyler

Taaa blogu açtığım ilk zamanlar epeyce uğraşmıştım ama becerememiştim bir türlü şu aşağıdaki kutucukları yerleştirmeyi. Bir de geçen gün sharing is sexy butonları koymaya çalıştım ama o da olmadı. Bugün bir vesile ile farkedince bloggerın o butonları kendiliğinden koyma seçeneği olduğunu, yine işe koyuldum. Bu defa buldum sorunu. Şurdaki arkadaş sayesinde hallettim.İşte artık yorum yazmaya üşenen tembel okuyucular için tık tıklarımız mevcut. Ha siz reader'dan çıkıp siteye gelmeye bile üşeniyorsanız e ben size ne diyim artık? Bari reader'da beğenin falan da ben de azıcık mutlu olayım yahu.

2 Ocak 2011 Pazar

Alt tarafı naneli şeker

...ama ben size üst tarafını anlatacağım. Bugünkü derdim tasam candy cane. Şeker bastonu mu dersiniz ne dersiniz bilemem ben kısaca CC diycem bu yazıda.

Malum geldik elin gavur memleketine, meraklıyız ne yapar ne eder bu millet kendi bayramlarında diye. Ne bulsam eve dolduruyorum hemen birer ikişer. CC de bunların arasında tabii. Christmas ile ilgili bi nane olduğunu biliyorum da, detayını bilmiyorum. Ne zaman yenir, napılır vs.. O yüzden çam ağacına asıyorum, yeni yıl günü yeriz diye. Soran çıkar, bunu şöyle şöyle yaparız diyen olursa da hemen yapıştırıcam cevabı "e onu biliyorum ama biz böyle yapıyoruz. Zaten Hristiyanlıkla da alakası yok bizim böyle yapmamızın, sadece yeni yılı kutluyoruz biz." Ulan dangalak, Türkiye'de kutladın yeni yılı da hiç aldın mı CC? Yoktu tabii nerden alcan? Gerçi bizim yusyuvarlak rengarenk taptatlı şekerlerimiz bunlara bin basar ya olsun eksik kalmasın aman!

Dün gece, malumunuz yılsonu gecesi, sıcak şaraplarımızı içtik, ateşimizi yaktık, filmimizi izliyoruz derken sevdiceğin başı ağrıdı azıcık, böyle olunca şampanya planımızı erteledik, CC'yi de şampanya ile birlikte yiyip iyice p.ç etme planlarım cumburlooop suya tabii. Neyse sorun değil.

Gün bugün oldu, bir yandan haftalardır yapılmayı bekleyen tercümeleri bitiriyorum teker teker bir yandan da CC'mi yiyorum derken, sıkıldım dağıldım konsantrasyon falan kalmadı. İlk aklıma gelen şeyi google amcaya sorayım hele dedim, bişiyler öğrenelim hakkında. Bildiniz, malum şey CC!

Şu sevimli şekerin amma detayı varmış yahu. Bi kere neden baston şeklinde? Çobanların bastonunu hatırlatsın diye; çobanlar kuzuları sabaha karşı gütmeye çıkarırlar ve Güneş'in doğuşuyla birlikte melekleri ilk onlar duyarlarmış. Bu kısım çok uyduruk geldi bana da, bunu beğenmeyenler için Jesus'un J'si açıklamasını veriyorlar sanırım. Şeker neden kırmızı beyaz çizgili? Bu sorunun cevabı çok daha karmaşık. Önce neden çizgili sorusunu cevaplıyoruz: İncil'den şöyle bir alıntıyla: "By his stripes we are healed" Burada stripe=bant, çubuk gibi bir tercüme ele alınarak his stripes derken sanırım İsa'yı bağladıkları ipleri kast ediyor. "Onu bağlayan iplerle iyileştik" gibi bir tercüme söz konusu olabilir. Aslında onu bağladıkları çarmıha veya belki de sırtındaki kırbaç izlerine de bir atıf olabilir, bilmiyorum, uyduruyorum.

Gelelim renklere. Neden kırmızı ve beyaz? Önce kırmızı: Kırmızı, zavallı İsa'nın çarmıhta iken bizim için akıttığı kanı ve bize olan sevgisini simgeliyormuş. Beyaz ise: çoğu zaman kötü şeyler yaparız ve içimi kirletiriz ya hani, ha işte bu beyaz sayesinde içimiz temiz oluyormuş. İçi çok temiz dediğimiz adamlar hep beyaz şeyler yiyor olmalı buna göre, peh, saçma. Gelelim tadına. Bu sevimli renkli şeker öyle çook tatlı ballı birşey değil. Evet tadı güzel ama bildiğimiz naneli akide şekeri işte. Alt tarafı naneli akide şekerinin üst tarafındaki nanenin hikayesi şöyle: efenim nane, ingilizcesi hyssop olan çördük/zufa otunun (ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok) bir benzeriymiş. Hyssop'tan ise İncil'de tedavi edici bir şey olarak bahsediliyormuş. Yani hyssop'un temsilcisi olan naneyi yiyince de iyileşeceğimiz varsayılıyormuş.

Bir hikayeye göre şekerci bir amcacık Christmas ruhuna uygun bir şeker yapmak istemiş ve işe koyulmuş. Baston şeklinde yapmış ve bunun Christmas'ın gerçek anlamıyla örtüşen birçok sembol de içereceğini düşünmüş. Saf beyazla başlamış şekeri yapmaya, İsa'yı doğuran Meryem'in aslında ne kadar saf ve temiz olduğunu sembolize etsin diye ve sert yapmış kilisenin sert bir taş kadar sağlam temeller üzerine kurulduğunun bir ifadesi olarak.
Şekeri baston gibi bükmesinin bir nedeni de bu bastonun çobanları anımsatması ve İsa'nın kendisini "İyi çoban" olarak adlandırmasıymış. Baston şeklindeki bu beyaz şeker, şekercinin gözüne fazla sade görünmüş. Biraz renk katmalı buna demiş ve kırmızının Christmas ruhuna uygun olacağını düşünmüş. Kırmızı çizgiler çizmiş şekere ki bu çizgiler İsa'nun sırtına yediği kırbaçların izlerini temsil etmekteymiş. Sonra tüm bunlar şekerciye yetmemiş, başlamış İsa'ya yalvarmaya, "lütfen bu şekere Christmas'ın gerçek anlamını anlatması için ne yapmam gerektiği konusunda bana yardımcı ol"diye. O sırada şeker şekercinin elinden kaymış ve tepe taklak yere düşmüş. Düşmüş ki Jesus'un J'si şeklinde görülmüş. Bizim manyak şekerci de sonunda tatmin olmuş çok şükür, bu hikaye de burda bitmiş!

Yani dostlarım, keyifle yediğimiz şeker, çobanın bastonu olmakla kalmıyor, İsa'nın kırbacını, Meryem'in saflığını, içimizdeki kötülükleri ve şimdi bilmediğim daha kim bilir ne menem şeyleri sembolize ediyor. Gel de yala şimdi o kırmızı tatlı çizgileri! Bildiğin kırbaç iziymiş lan! Öyk!





PS: Bu kadar anlatıp anlatıp da bu şekildeki şekerin Köln'deki Dom Katedralindeki eski bir koro şefine atfedildiğini yazmamak olmaz sanırım. Daha fazla bilgi için buraya tıklayabilirsiniz.