10 Şubat 2010 Çarşamba

Tedirgin

Görünmezlik değil görmezlik pelerinim olsun, canımı sıkan her kim olursa unutayım pelerinim sırtımda oldukça...


Ne olur sanki insanlar beni üzecek şeyler yapmasa?
Ya da ben biraz daha akıllansam da her şeye kırılıp üzülmesem, herşeyi huzuruma tehdit olarak algılamasam? Tehdit değilken bile o şekilde algıladığım için canım sıkılıyor saçma sapan şeylere. Çok anlamsız bir rüya görüyorum iki gecedir. Nedenini düşündükçe kafam karışıyor. Düşünme düğmesi olmalı bir yerlerde, daha fazla düşünmemeliyim bunu, dediğimde basabileceğim bir düğme.

Garip bir güvensizlik, bir emin olamama hali var ki dıştan bakınca deliği görünmeyen ama içi kurt dolu, kırmızı kabuklu, beyaz etli, tatlı elma gibi hissediyorum kendimi. Böyle diyince de aklıma zakkum geldi yine. Dışardan bakınca güzelliğine imrenilen ama içi zehir dolu...sevdiğini içine alınca onu zehiryle öldüreceğini bilen ve bununla yaşamak zorunda olan zakkum... Ya da yine Ece'nin geçenlerde dediği gibi, manolya belki de... Kalın, etli, güzel ve sağlam görünüşünün arkasında bir dokunuşla çürüyecek bir incelik, gereksiz bir narinlik... Evet sanırım en doğrusu bu oldu. Son günlerde gereksiz bir narinlik var bende. Hem o kadar gereksiz hem de o kadar yabancı bir narinlik ki, üzerimde çok iğreti duruyor...

Hala yazılmayı bekleyen İsrail'de son 2 gün ve birkaç kitap analizi var. Sonra pişmaniye nasıl yapılır ve süper spesyalim şeftalili tavuk tarifi...

Kayseri'de günler fazla etkileşimli geçiyor, kendimle başbaşa kalıp dingin yazılar yazamayacak kadar kalabalık kafamın içi. O yüzden Bonn'dayken yazdığım ve şimdi okuyup da "vay be ne güzel yazmışım" dediğim türden yazılardan pek uzağım son günlerde.

Hayata rağmen, bugün kendimi çok değerli hissettiğim anlar yaşadım benim için özel olan insanlarla. Dışardan bakana hiç de özel gelmeyen şeyler ama kendimi gerçekten de özel ve önemli hissettirdi. Çok kısa süreli ve belki de çok gereksiz önceliklere maruz kaldığımda, isteklerim zamanlama açısından belki yanlış ve muhtemelen gereksiz olmasına rağmen "hayır" cevabı almamış olmak beni çok etkiliyor. Anlatmayı beceremediğimin farkındayım ya...

Bitirmem gereken bir tercüme var bu gece. Sonrasında belki biraz Angels&Demons belki yarım kalmış bir film, belki biraz şiir... Oruç Aruoba okumayı özlemişim, dün gece farkettim. Ve Ankara'dan gelirken yanımda getirmeyi unutmuşum Tutunamayanlar'ımı.

9 Şubat 2010 Salı

İlk aşktan kalma manolya ve yasemin tütsülerine, eskilerde kalan bir başka sevgiden hediye tınılar eşlik ediyor: Göksel Baktagir'in Doğu Rüzgârı...


Bir fincan papatya çayı, duvardaki kelebekler, huzur...

Ece ......

Bir tane hayatımız var. 
Onu da kahramanca yaşamayacaksak ne işimize yarar?
Korkarak mı yaşayacağız? 
Seçimim, kaybedecek şeyim yokmuş gibi yaşamak. 
Kaybedecek bir şeyim de yok gerçekten. 
Geldim, gideceğim...

Ece ...

- “Bir insan bir insanda başka bir hayatın kapısını görünce âşık olur ona” diyor. O kapıdan girmeyi, ardındaki olası tehlikeleri göze alanlar, buna cesaret edenler neyle ödüllendirilir
ya da cezalandırılırlar?

+ Sen benden iyi bilirsin, ödül filan yok. Mesele her şey bittiğinde hikâyenin güzel kalması... Yaraların iyileştiğinde hatırladığın hikâye hâlâ güzelse, yeter. Ben hikâyem güzel olsun, içinden birçok hayat geçen bir ömrüm olsun istiyorum. Bir de şu var: Üstüme kapının kilitlenmesinden hoşlanmam. Bizim gibi kadınları manolyaya benzetiyorum. Çok güçlü görünür manolya, kocaman bir ağacın dallarında açar, etli, kalın yaprakları vardır ama kırılgandır, dokununca çürür.

Witchie kitap okuyor

Gülden Kale Düştü biteli çok oldu. Genel olarak vasat bir kitaptı, kitabı elime alınca da böyle tahmin etmiştim zaten. Ancak kitabın son kısımlarında Gülden'in ağzından yazılan bazı satırlar beni gerçekten de iyi anlatıyor. Kayseri'ye döndüğümde altını çizdiğim satırları alıntılayarak kısa bir yorum yazacağım umarım.

Bugünlerde 27 Şubat'ta gireceğim TOEFL için yapıp yapacağım en büyük çalışma olarak Angels & Demons okuyorum. İngilizce roman okumak hep işe yaramıştır bu tür şeylerde. Bi de arada bir üşenmesem de sözlük kullansam, bi dolu kelime öğrenirim ya, tembellik mi üşengeçlik mi işte neyse o...

A bi de, Ece artık Habertürk'te yazıyor. Bugün yeni kıyısında ilk yazısı vardı, çok sevimli bişiy... Dün de bu varmış, siteyi kurcalarken buldum.

keşke geçememişsek

Hatırlayamadım yine. Geçen gün ona Antalya'dan, gittiğim en güzel yaz tatilinden aldığım küpelerini takmıştı, bugün de ona aldığım pembe şemsiyesi elindeydi. Ama o günkü gibi bugün de hatırlayamadım. Elinde şemsiyesi, göreyim, hatırlayayım diye baktı durdu gözümün içine ama hatırlayamadım. Dayanamayıp sordu sonunda. Sorunca biraz garip oldu sorduğuna, sonra dalgaya vurdu hemen. 

Eve gelince düşünmeye çalıştım, ne kadar çabaladımsa da hatırlayamadım. İnsanın geçmişini unutması ne garip. Sadece kötüleri değil ya da sadece iyileri. Herşeyi unutup sadece genel bir intiba hatırlamak geçmişe dair..insanlara ve yıllara ve mekanlara dair genel düşüncelerle kalakalmak... geçmişten kurtulmak için büyük güzellik bu belki de. Ama pek de öyle gelmiyor işte insana... Hatırlamaya çalıştım geçmişi. Eski defterlerimi çıkarıp okudum, eski mektupları. Yazdığım mektupların fotokopisini alırdım göndermeden önce, onları okudum, bana yazılanları da... Altlarında tarih olmadıkça bilemedim bile ne zaman verildiklerini. 
üstlerinde tarih olmasına rağmen sanki ilk defa okuyormuşum gibi...

Bugünü beğenmiyorsan geçmişin hayalinde yaşamak nasıl bir çözüm olur acaba? Sessizce ve hiç şikayet etmeden bugünden, kendine bile çaktırmadan bu kandırmacayı, geçmişte yaşamak mümkün mü acaba acı verir mi geçmişi özlemek kadar?