6 Kasım 2009 Cuma

Sıfır Noktasındaki Kadın


        28. İstanbul Kitap Fuarı'nda Ece'nin söyleşisinde gördüm, dinledim, konuştum kendisiyle. Neval El Saddavi, Mısırlı bir yazar. 1931doğumlu. Feminist de denilebilir kendisine devrimci de. Psikiyatrist ama hayatının on yılını dinleri araştırmaya ayırmış olduğu için din bilimci de diyebiliriz sanırım. Çocukluğunda sorgulamaya başlamış Allah baba neden oğullarıyla kızlarını aynı kefeye koymuyor diye. Neden başını örtmek zorunda olduğunu sorgulamış, dinleri kendi kitaplarından okuyup öğrenmeye çalışmış ve olabildiğince çok dini anlamaya çabalamış.

Sıfır Noktasındaki Kadın, Firevs'in öyküsünü anlatıyor; çocukluğundan,  idamına kadar. Gelişmemiş bir toplumda bir kız çocuğundan nasıl bir fahişe yaratıldığının öyküsü bence bu. İyimserliğe ve sabıra rağmen nasıl katil olunacağının da aynı zamanda. Kitabın kahramanı Firedvs'in dediği gibi "kim demiş yumuşak insanlar adam öldüremez diye?"

Kitaba dair çok fazla şey anlatmak yerine okumanızı tavsiye ediyorum. Edebi olarak bakacak olursam anlatım dili gayet sade ve akıcı bence.
120 sayfa olan kitap hızla okunabilimesine rağmen kolay kolay akıldan
çıkmayacak bir etki yapıyor insanda.

5 Kasım 2009 Perşembe



Duymak istediklerini söylemek gerek insanlara. Kimi insanlar inatla
"bana duymak istediklerimi söyle" diyolar. Olur da duymak
istediklerinden farklı doğruları dile getirirseniz de yine bir şekilde
kendi huzurunuz duymak istediklerini söylemek zorunda kalıyorsunuz
onlara. Mükemmelliğinize toz kondurmamak adına istenilen miş gibi
yapmak ile içinizden gelen olmak arasında kalıyorsanız bu kimin suçu?

Neyimiz Eksik?

Bizim neyimiz yok biliyo musun ,

sessiz sakin oturup çalışabileceğimiz bir çalışma alanımız yok. Facebook'u, friendfeed'i, twitter'ı, rapidshare'i, torrent gate'i ve bunun gibilerini engelleyen, illa ki girmek istiyorsak en fazla 60 dakika süre tanıyan, sessiz, sigara içilmeyen, sıcak, interneti olan bir çalışma alanımız yok.

Çalışmak istiyorum diyince gidilebilecek en uygun yer olarak Milli Kütüphane gelirdi eskiden aklıma ama orda da bilgisayarla gidip çalışmak ancak aradaki salonumsu yerda mümkün olabiliyor ki orası da çok gürültülü. Başka da bi yer yok zaten ne çalışmak ne de keyifle iki çift laf edip sohbet edebilmek için.

Çok sevgili noel baba, hazır vaktin varken sipariş etsem, bu yılbaşında bize güzel bir kübik ayarlar mısın piliz?


Pollyanna - Annayllop





Aşk içinde Pollyanna'yı mı barındırır?  Yoksa aşk gelip de yerleşince kalbe, Pollyanna aklı alıp da dağ başına mı kaçar?

Pollyanna'yı pek sevmezdim çocukken. Büyüyünce yeniden okuma fırsatım olmadığı için şimdi sever miyim bilmiyorum ama hala bir antipati var içimde. O yüzden aklımı Pollyanna'nın kaçırdığına değil, kendi rızası ile sevdiceğime kaçtığını düşünüyorum. Bu yüzden zaten kafamı karıştıran her durumda önce mantıksız olan geliyor aklımdan geriye kalan boşluğa. Halbuki Pollyanna aşkın içinde olsa, en sevimlisi, en olumlusu gelirdi. Belki de sevdiceğin tabiriyle Annayllop vardır. İlk anda akla gelen Annayllop, durum en dehşetengiz halini alınca yerini Pollyanna'ya bırakır; hızlı bir çeki düzen verilmeye çalışılır kendi kendini kan revan içinde bırakmış olan kalbe. Değil sakin güvenli bir kara, tutunulabilecek herhangi bir dal parçasından bile fersahlarca ötede salınan bir şarap şişesi mantarı gibi, ya da artık korkmaktan vazgeçtiğim zombiler gibi.. Bulanık bir zihin ve her acaba..?'ya, her yoksa..?'ya atlayan, sınıfın sinir bozucu öğrencisi gibi akıl boşluğunun içinde tepinip durur Annayllop.

Ne yapmak gerek Annayllop girince akıl boşluğuna? Sevdiceğe gidip anlatmak mı gerek? Yoksa bozuntuya vermemek, çaktırmamak mı? İletişimciler hep derler; bir sorun varsa konuşarak çözmeye çalışın diye. Ama bu Annayllop o kadar büyük bir yüzsüzlükle o kadar sık çıkabiliyor ki insanın karşısına, her defasında sevdiceğe gitmek, sonunda, içinde "yine mi", "bu defa", "şimdi" cümlelerini barındıran tepkilere yol açabilir, ki en çok da bu acıtır. Yok her seferinde değil sadece çok gerekli anlarda anlatılmalı ise sevgiliye, nedir bu çok gereklilik kriteri? Hangi acaba daha az acıtır ki insanın canını, söz konusu en sevdiğin olunca?

4 Kasım 2009 Çarşamba

Geniş Zaman Kare

Ben kareyi severim. Köşelerini, sivriliklerini, keskinliklerini. Dikkat etmezsen canını acıtmasındaki ciddiyeti severim.
O yüzden nerde kare varsa gider onu alırım elime. Etraftaki tüm karelere bakar, o anki şartlar içinde en sevimli gelenini seçerim. 
O günlerde sarı kareleri seviyorumdur, başka gün kahverengileri. 
Önemli olan kare olmasıdır, rengi zamanla solsa da çok sorun etmem.
Elime aldığım kareyi sağa sola çarpmamaya, düşürmemeye çok dikkat ederim. Çünkü çarparsam bozulabilir, yamulabilir.


Arada geçen zamanla karenin kenarlarının çok da keskin olmadığını görürüm. Neyse derim, zaten fazla keskin olursa gereğinden fazla acıtabilir canımı.
Haftalar geçer, köşelerinden sanki minik üçgenler çalınmış gibi olduğunu fark ederim. İçim biraz huzursuzlanır ama çok sivri olmasa da olur derim.
Aylar geçince görürüm ki sekizgen olmuş kareden çok. Afallarım, nasıl yani, derim, nasıl fark etmemiş olabilirim bunca zaman elimdekinin kare değil de bir çokgen olduğunu?
Ve gün gelir, aslında onun bir daire olduğunu anlarım. Dünyam sanki içinde yaşadığım bir kareden ibaretmiş de üstüme yığılmış gibi altında ezilirim yanılgımın. 


Bu noktaya varınca yapılabilecek iki şey vardır. Ya bırakırım kare sandığım daireyi, başka kareler ararım. Ya da daire de olsa içinden hala bir kare çıkabilir diye onu sevmeye devam ederim.
Mantıklı olanın hangisi olduğu değişkendir. Aramaya inanan ve Pollyanna'cılık oynayan iki farklı ruhtur aslında bu seçenekler. 

3 Kasım 2009 Salı

Bilgisayarda yer açmak için çöp kutusunu boşaltmaya yeltendim. Olur da yanlışlıkla sildiğimiz bir şey varsa diye de içinde ne var ne yok diye bir bakıyım dedim. rmx uzantılı dosyalar dikkatimi çekti. Bilseydim, kesseler açmazdım: sessizce hazırlamaya çalıştığı acemi ama sevgisi bakışlarından okunan görüntülerle minik bir süpriz yapmayı planlıyormuş meğer; kamera karşısına geçip kaydettiği denemeleri bulmuşum...üzüntüsü 5 yaşındaki bir çocuğunki gibiydi...
Aralarında bir bağ kalmadığı halde boşanmayan insanları anlamazdım. Sanırım şimdi anlıyorum. Boşanmaya zahmet bile etmiyor, içlerindeki kini birbirlerinin gözlerinin içine baka baka birbirlerine saygısızlık ederek gidermeye çalışıyorlar sanırım. Hayat gerçekten beni dehşete düşürüyor.
Çıkmadık candan umut kesilmez. Ama çıktığına da bir kere inandın mı, kimse seni vaz geçiremez.
O yüzden insan elindekinin kıymetini iyi bilmeli. Kimi zaman çıkmış cana çıkmamış muamelesi yapıp günlerce dirilecek umuduyla bakmak bir cesete, kimi zaman dipdiri karşında duran insanın senin için artık bir ölüden ibaret olduğuna kanaat getirmek mesela. Ne zaman hangisinin daha doğru olduğu her seferinde münferittir.

Geçenlerde bilgisayarda eskiden kalma notlarımı ayıklarken okudum, şöyle yazmışım:


İki şey arasında seçim yapmak, hangisini istediğine değil hangisinden vazgeçebileceğine karar vermektir.



Dikkatli düşünmek lazım:

Elimdekinden memnun muyum?
Bunun için bu kadar çaba sarfetmeye ve özveri göstermeye değer mi?
Elimdekinden vaz geçebilir miyim?
Bundan mahrum kalmak bana ne yapar?

Sözün özü şu aslında:
  Değer mi?
Hayat zaten çok saçma. Bi de ekstra saçmalıkları neden kafama takayım ki? Boşveeeer!
Unuttuğundan emin olmam için sabırsızlıkla beklediği uzun bir günün ardından şehirlerarası otobüs koltuğuna bıraktığı en sevdiğim çikolata ile teşekkür etmek istemiş hayatımın lokumu: birlikte geçirdiğimiz, mutluluğumuzu, üzüntümüzü, heyecanlarımızı paylaştığımız 10 ay ve paylaşacağımız daha nice 10'larca yıl için...

İstanbul Kitap Fuarı

Horul horul uyuyarak geçen Ankara - İstanbul yolculuğunun ardından sağ salim vardık Bakırköy'e sabahın 8:30'unda. Tutarsız cüceye sms attım gelsin de kahvaltı yapalım diye ama iletilmedi. Hızlı bir kahvaltı yapıp yol üstündeki simitçide, ilk önümüze gelen internet cafeye girip fotoğraf makinesindeki yazlıktan kalma görüntüleri aktardık external hard diske. Fuar servisine bindik ve 10:30'da vardık fuar yerine. İstanbul o kadar soğuk o kadar soğuktu ki... Hemen girdik fuar binasına ama kapılar 11'de açıldı. İlk daldığımız salon çoğunlukla çocuk kitapları içerse de bizim için çok da bişiy değişmedi; onca kitapla bir arada olabilmek öylesi güzeldi ki!

Çocuk kitapları bölümünde anlayıp da 2. salona geçişimiz biraz vakit aldı. Girmek istediğimiz ilk söyleşi saat 12'de (Ece Temelkuran ve Nawal Saddavi'nin Allah’ın Oğulları ve Yeryüzü’nün Kızları) olduğu için ben öncesinde hızlıca dolaşıp, hangi yayınevinin nerede olduğunu kafamda kabaca yerleştirip, detayları sonraya saklamak niyetindeydim ama üç kişi olunca biraz yavaş ilerliyor süreçler.

Ece her zamanki gibi çok hoştu. Konuşması, duruşu, kelimelerin ağzından çıkışı... Nawal hanım ise hem bir psikiyatrist, hem bir yazar. İmkan olsa oturup saatlerce konuşabileceğim, yanında kendin gibi davranmaktan sakınmayacağın bir insan portresi çizdi bende. Bir de kitabını aldım, Sıfır Noktasındaki Kadın. A bu arada tabii ki yolda Çöplüğün Generali'nin kalan 30 sayfasını da okudum, dün gece de başağrıma rağmen birkaç sayfacık ile başladım Sıfır Noktasındaki Kadın'a...

Söyleşi sonrası Ece kitaplarını imzadı. Ve ben imkansızı gerçekleştirip bu defa onunla konuştum. Ece beni hem Frankfurt Kitap Fuarı'ndan hatırladı hem de yanımda götürdüğüm Frankfurt'ta çekmiş olduğum fotoğrafların çıktılarını çok sevdi, hepsini kendisine aldı, birisini bile imzalayıp bana vermedi :) Evet biliyodum, Ece de beni seviyo! Bana "denizleri aşan kadın" diyo :)    Epeyce kilo vermiş ve saçının rengini değiştirmiş...pek sevmedim bu son durumu.

Ece'ye kitapları imzalattıktan sonra koşar adım Oya Baydar söyleşisine gittik, Zerrincim ise Doğan Cüceloğlu'na gitti. Oya Baydar'ın editörü Turhan Günay ve bizlerle konuşmak istediği konu "Romanda Gerçek ve Kurmaca" Çöplüğün Genarali idi. böylesi ünlü ve kuvvetli bir kalemi olan bir yazar olan Oya Baydar'ın, okurlarından gelecek her türlü eleştiriye açık ve meraklı olması gerçekten çok hoştu. Çöplüğün Generali'ne dair en büyük endişesinin yerel değil genel olabilmesi, günümüzde başka zamanlarda ve başka ülkelerde de okunabilir olması ama bunların yanı sıra edebiliğinden de çok fazla ödün vermemesiydi. Kitapla ilgili düşüncelerimi ayrıca yazacağım için şimdi fazla detaya girmek istemiyorum. Bu söyleşinin ardından da Oya Baydar imzalıyordu kitaplarını. Elveda Alyoşa'yı evde unutmamı, daha doğrusu anneannemin okumak üzere alıp da kim bilir nerede bıraktığı için bulamayışımı saymazsak, Erguvan Kapısı'mı bile bulup, tüm kitaplarımı imzallatım, hatta iki tane de yeni yıl hediyesi bile imzalattım Seyfi ve Ercan için :)

İki söyleşi ve iki uzun imza kuyruğunun ardından gerçekten yorulmuştuk. Sırada Nihat Behram'ın şiirle ilgili bir oturumu vardı ama biraz dinlenmeden tek bir adım dahi atacak mecalimiz kalmamıştı. Sonradan Nihat Behram oturumuna gittiğimizde ise 15'lık gecikmede çok da birşey kaybetmediğimizi gördük. Hatta öyle ki sevdiceğin gözler kapandı yorgunluktan :) Nihat Behram'ı daha önce görmemiştim, fotoğrafını da. 98 yazında okuduğum Darağacında Üç Fidan olmasa ilgimi de çekmezdi sanırım. Oturumda fazla kalmadık, Nihat Behram çok ateşli bir şekilde kendi şiirlerini okuyordu ama o sadece yazsa ve biz kendimiz okusak daha iyi olurdu eminim. Çıkışta Zerrincim ve sevdicek oturduğukları sandalyelerden kalkamaz haldelerdi artık. Bense son bir gayretle Nihat Behram'a da kitabını imzalatmak istedim.

Bu aralarda bir yerde bir de Server Tanilli'yi görünce, Seyfi'den aşırıp el koyduğum Uygarlık Tarihi'ni neden yanıma almadım diye bir kez daha hayıflandım ama sonra cüzdanımda Zerrincimin kredi kartının olduğunu hatırlayınca üzüntüyü hesap kesim tarihine erteleme kararı aldım, elime de bir adet yeni basım Uygarlık Tarihi :) Server Tanilli gerçekten çok yaşlanmış. Tekerlekli sandalyesinde oturarak imzaladığı her kitabın sahibiyle en az iki cümle etmeye özen gösterip, kimilerine başka kitaplarından tavsiyelerde bulunup, okuma sırasını bile öneriyor; oldukça ağır hareket ediyordu. Yan masada önü boş duran Zeynep Oral ise kendisine getirilen ıspanaklı çörekleri yemekle meşguldü. Ve bu sahne beni çok ama çok mutlu etti.

Fuar sonundaki olaylar ise tam bir kabus tadındaydı. Yağmurlu ve soğuk İstanbul'da karanlıkta bilmediğimiz yolların ortasında, vızır vızır geçen arabaların arasında kalmak; yanlış üstgeçişlerden inip çıkmak; buz kesen bacaklarım, ağrıyan belim ve nerede ineceğimizden emin olmadığımız toplu taşım araçları ve kibarlık adı altında yavaşaklık eden gerizekalılar...

Sonunda Vildan Ablanın evine ulaştık. Karnımı doyurdum ve bir kez daha karar verdim ki birgün bir evim olduğunda ilk fırsatta alınacaklar arasında mutlaka bir mikrodalga fırın olacak. Ve son gördüğümde gecenin 3'ünde salondan mutfaktaki annesine, olanca ergen sesiyle "annneeeaaaaaaaağğğğ, hamburgeeeeeeeaaarrr" çığlıkları atan kuzenimin 19 yaşı... o şimdi 26'sında olmak istiyor, bense bir an önce 35'ime gelmek. :) Hayat hep ilerisini istemekten ibaret galiba...

Ve harıl harıl çalışan ısıtıcılar sayesinde sıcacık geçen İstanbul-Ankara yolu...

PS: Fotoğraflar en kısa zamanda eklenecek.