25 Ekim 2008 Cumartesi

Daylight Saving Time

Tonight it's time to have a time travel! We'll all travel one hour to the past and save daylight somehow.Besides having sunlight in the mornings when we go for jogging instead of street lights, there are some records that daylight saving can cause a switch in birth order and can create legal loopholes.* Funny, isn't it? Turkiye didn't have any problems on increasing the age of a young boy to be able to execute, but somewhere else on the world, there are some laws fighting against an hour...

This image shows the times of sunrise and sunset in Greenwich for 2007. I think this is a nice material to understand the daylight saving time better:
What are the situations I also fight against an hour?

- Absolutely the time I'm going back to Turkiye... Not an hour but even a five-min. delay at my flight is enough to make me insane
- When I wait for a letter or postcard from anyone I love
- When I wait my mom to come back to home
- When I wake up at 5 in the morning for a meeting at 11. Especially at these situations, time is really stubborn not to flow

Of course, there are some more situations make me crazy when time doesn't flow, but these are the ones I count spontaneously...

And there are also sometimes I'd like to go backward for an hour:
- Right after an unsuccessful oratory exam, as I generally score an own goal...
- At the time I say good-bye to my lover, right after he/I take the bus/plane whatever..
- When I wake up =) I nearly always wanna sleep more and more as long as I don't have something making me excited.
- The minute I should get in the proffessor's office for an exam, as I nearly always have some more stuff to read.

Apart from all these, I personally doesn't have any idea if this daylight saving time has a realy efficiency on energy saving etc. But if you are interested, surely wikipedia has lots of information about this.

I also want to share some different ring-clock designs:


And here are my favorite swatch's:
* http://www.webexhibits.org/daylightsaving/b.html

24 Ekim 2008 Cuma

restrooms of 1st floor





Verimli geçirdiğim günlerde olduğu gibi, yine muzurluğumun doruklarındayım. Dün gece içtiği 2. biranın ardından koltuğumuza sızan Portekizli arkadaşa bir muzurluk yapamadım diye içimde kaldı ama bugün mutlaka bişiy yapmam gerekiyordu. İşte bugünkü muzuratım, 1.floor wc kapılarında =)

Verimli gün + kötü haber

Bugünü oldukça verimli geçirdim. Sabah koşuya gittik yine, gerçi koşmak yerine yürüdüm çünkü soğuk hava her ne kadar ayıltsa da insanı ,ciğerlere girince ağrı verebiliyor hastayken. Zaten bir yerden sonra ben oturdum Elena diğer köprüye kadar koştu, ama gelirken beraberinde altın dişli bir Kazak çocuk getirmiş. Önce arkadaşı sandım ama baktım bizimkinin yüzü bi garip, nerden çıktı bu dedim, meğer peşine takılmış. Tabii benim iki terslememle çocuk tabanları yağladı. Bu tür durumlardan sıyırlmayı beceremeyenlere şaşırıyorum...

Yürüyüş sonrası odaya geldiğimde öyle yorgun ve uykulu hissettim ki kendimi, hızlıca Ece'nin bugünkü yazısını okuyup bi de Mr. Rude nette mi diye bakıp hemen yatağa atladım, 11'e kadar uyudum, bi de Kuschel Rock müziklerini dizdim iTunes'a, uyurken dinlediğim müziğin türüne göre değişiyor rüyalarım..tatlı tatlı rüyalar gördüm sabah sabah...

Kalktım derse gittim, hoca CT başlamamış, sinirlendim. Neden bastıra bastıra CT olacak diyip erken başlarlar bilmem, 15 erken gidip sınıfta oturmayı sevmek zorunda mıyım? Grrr! Neyse bikaç duyuru yapmış hoca, arta kalan notları vardı tahtada. Şöyle ki;
Handouts:Tu
online
or @office
Arka sıradakilere sordum, çocuklardan biri tam cevap verecekken yanındaki kız , ki tavrından anlaşılan o ki seviglsi oluyor, atılıp "biz bilmiyoruz" dedi. Böyle uyuzlar bi tek bizim civarlarda var sanırdım, malum bunlar kıskanma özürlü insanlar oldukları için, hem şaşırdım kızın tavrına hem de sinir oldum. Bilmiyoruz diyceğine bari cevabı verseydi, ben zaten doğrudan bir kimseye sormamıştım ki. Uf neyse, anlamadım ne olduğunu, eve gelince baktım dersin web sayfasında da bişiy yok =/ Pazar günü diğerlerinden öğrenirim artık.

Hemen ardından nükleer fizik dersinin uygulamasına girdim. Hem ders hem de ödev soruları almanca olduğu için kuduruyodum ama asistan sonunda kabullendi kendisi için yaptığı tercümeyi bana da göndermeyi. Gelecek haftadan itibaren ben de ödevlerimi yapıcam yani. Asistan Georgia'lıymış, bu ülkeden de geçen hafta Frankfurt'a giderken bizimle gelen Eka sayesinde haberdar oldum, o da Georgia'lıydı. Rusya bu yaz çok feci bi operasyon gerçekleştirmiş bu ülkeye ama detayları araştırıp öğrenmeye vaktim olmadı henüz. Ptesinden sonraya saklıyorum...

Ve günün en sıkıntılı ama bi o kadar da güzel zamanı kozmoloji dersinin uygulaması oldu. Geçen koca bi sene boyunca kendime ne kadar haksızlık ettiğimi anladım. Bu seneki uygulama sınıfımda benim gibi Master öğrencileri var. Onların Bachelor'ı fizik mi astronomi mi bilmiyorum ama Emilio'nun "E bunu nasıl olsa biliyosunuz di mi" dediği konulara benim geçen sene verdiğim tepkileri verdiklerini görünce içim rahatladı. Bir de artık bu konularda da biraz bilgi birikimim olduğu için anlaya anlaya katıldım derse, hem de bugün Emilio'nun yaptığı genel tekrar Ptesi günü gireceğim sınavın konularını içerdiği için çok daha verimli oldu. A bi de dark matter galaksi kütlesinin %70 inden de fazlasını oluşturuyor diyorduk hep ama bugün biraz daha irdeledim de daha iyi yerleşti aklıma ama epeyi çokmuş yahu! Karanlık maranlık ama a3/p2 deki 3 kuvveti alt ediyor bi başına, gizli saklı işler çeviriyo adından da anlaşıldığı üzere.

İnternet dünyasının kişiselleşmesinde büyük rolü olan ve Web 2.0 dünyasının en yoğun şekilde kullanılan internet günlüğü (Weblog, Blog) servisi blogger.com‘a Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi 20.10.2008 tarih ve 2008/2761 sayılı kararı gereği erişim engellendi.

Servisin ana etki alanı blogger.com ile birlikte kullanıcıların günlüklerini yayınladıkları alt etki alanlarını barındıran blogspot.com etki alanına da erişim tüm alt etki alanları ile birlikte engellendi.
(http://www.ntvmsnbc.com/news/463683.asp)

Bu demek oluyor ki Gmail'ınızın reader ayarlarına girip okumak istediğiniz blogger veya blogspot sitesini subscribe etmediğiniz taktirde bu satırları okuyamıyosunuz Türkiye'de... Bilenler bilmeyenlere anlatsın...

23 Ekim 2008 Perşembe

Günün ilk yarısı

Bugün garip bir gün...

Sabah uyandığımda kabus gibi bir başağrısı yüzümün sağ tarafını felç etmek üzereydi. O kadar korktum ki anlatamam. Suratımdaki tüm kaslar çekiliyor gibiydi alnımda bir noktaya dokunsam enseme kadar her yerinde hissediyordum kafamın. Tabii insan korkunca daha da kasılıyor, kendimi sakinleştirmeye çalıştım, hemen bir kahve yaptım, bir de aspirin içtim... Yatağa geri girip yorganı kafama çekip bu ağrı geçene ya da yüzüme felç indiğine kesin karar verene kadar odada kalsam diye düşündüm ama sonra dışarısı ne kadar soğuk ve aydınlık olursa olsun çıkmalıyım dedim. Hem eğer bir terslik olursa dışarda olmak bu ülkede insana kolaylık sağlıyor, bunu bayıldığım zaman yardıma gelen insanlardan biliyorum. Neyse, bi şekilde aklıma başka şeyler getirmeye çalışarak sokağa attım kendimi, tabii soğuk biraz rahatsız etti ama şapkamı burnuma kadar indirince pek de sorun olmadı, böylece ışığı da kesti. 638'e yetişmek istemiştim ama olmadı, Stifsplatz'dan bindim ilk gelen otobüse, merkezde aldım soluğu... 623'ün gelmesine 15dk. vardı ama neyse ki bank boştu, geçip orda oturdum, yoksa o ağrı ve panikle korkudan bayılabilirdim, iyi oldu oturmak, etraftaki insalara odaklanmaya çalıştım, genellikle vakit daha hızlı geçiyor çünkü bunu yaparken, ve yine öyle oldu.. Üstelik 623'ü beklememe gerek kalmadan, bir peri arabası gibi nadir saatlerde geçmesine rağmen 621 geldi durdu önümde. Hemen atladım tabii..MPIfR'den bir profesör de otobüsteydi, sadece sima olarak tanıyorum kendisini ama yine de civarda bi tanıdık görmek iyi geldi. Sonra Maria derse CT mi başlıyordu diye hatırlamaya çalıştım geçen haftadan, sınıfın önündeki kahve makinasından siyah kahve mi alsam beyaz mı yoksa sütlü kahve mi diye düşündüm. Böyle şeylerle oyalayıp aklımı, sonunda ineceğim durağa geldim, kendimi derse attım. İlk başlarda gözümü açtığımda bile beynime işleyen ve sanki kafamın arkasında çıkacakmış gibi şiddetli bir sancı oluyordu ama Maria'yı dinlemeye çalıştıkça, konsantrasyonum arttıkça bi süre sonra farkettim ki kalmamış hiçbişiy, rahatladım...

Dersten sonra odama geçtim, hızlca bir mail check yapıp Einstein Cafe'ye gitmeyi planlıyordum ki odanın kapısını açtığımda hayretler içinde kaldım. Her zaman yüzüme vuran soğuk yerini çoook hafif bir ılıklığa bırakmıştı. En sonunda birisi tavandaki o pencereyi kapatmış, sevindim. Maillere bakarken tam da BBT'nin ilk bölümündeki sekiz yüz milyon saat süren "hi" faslını yaşadım. Koridorda dolanıp duran ayaksesinin kapının önünde durduğuğnu anladımsa da kafamı kaldırmadım, kimse ile muhattap olmak istemedim çünkü. Sanırım 2-3 dakikalık sessizliğin ardından bir "hallo" sesi geldi, aslında daha önce birlikte bir ders aldığımız "beautiful mind"lardan birisi kapıda duruyordu, bişiyler söyledi almanca, almanca bilmiyorum dedim ingilizce, "hi" dedi, "hi" dedim, sustu. "ııı, hi" dedi, "hi" dedim, durdu. "hi" dedi, "hiii" dedim, "ja, ja, hi, hı-hııı, ııı, hii!" dedi, "HI!!!" dedim, durdu bir nefes aldı, Holigrail projesinin öğrencisi olup olmadığımı sordu; master öğrencisiyim, odanın anahtarı var bende dedim, rutin bir kontrol yaptığını söyleyip odadan çıktı ama ayak sesleri en fazla 2-3 adım duyuldu, sonrasında ya durdu kaldı olduğu yerde ya da havalandı uçtu, bilemiyorum artık. İlk başta çok sinir bozucu gelen bu "hi"laşma merasimi daha sonra aklıma BBT gelince çok güldürdü beni.

Odamın ılık olduğunu keşfedince orda çalışabilirim diye düşünmüştüm ama acıktığımı farkettim. Aaa bi de midemi bozdum sanırım, gurul gurul ağrıyıp duruyordu, sabah da aç karnına aldığım aspirini hatırlayınca kesinlikle bu öğlen yemek yemeliyim dedim ve merkeze gittim. Birden kendimi H&M'in kasasında üstü beyaz yıldızlı siyah şemsiyenin parasını öderken buldum, o aşamaya nasıl geldiğimi bilmiyorum, muhtemelen Huri'nin işidir :)))

Döner mi yesem pizza mı diye düşünürken Pizza Hut'un o mükemmel salatası düştü aklıma, geçtim oturdum ama salata bar'ı göremedim. Meğer bu şubede yokmuş. Acaba Avrupa'da hiçbir Pizza Hut'ta yok mu yoksa sadece buraya has bir durum mu bilmiyorum. Koca pizzayı tek başıma yiyemeyeceğime göre, başlangıç ıvır zıvırlarından bişiy seçtim ama pizzacıya gidip de pizza yemeyenlere sinir olduğum kadar kendime de sinir oldum.

Karnım doyunca uykum geldi pek tabii ama nasıl olsa Einstein Cafe'de güzel bi kahve içer ayılırım diye çıktım dışarı, amanın buz gibi buzz... Einstein Cafe'nin önünden geçtim, hiç de içerisi sıcak gibi görünmüyordu, hele ki içerdeki insanların paltolarıyla oturmasına bakılırsa. Yeni yerler keşfederim diye düşünerek gezerken kendimi evin kapısını açarken buldum... Evet odamdayım, ısıtıcımı açtım, birazdan da kahvemi yapıcam... Süper, süper süper!

*BBT demişken, Men of CBS: Jim Parsons izlerken farkettim ki uzuuun zamandan beri ilk defa hoşuma gitmiş bir tv yıldızı. Adamın dizi dışındaki konuşma hali tarzı falan da çok sevimli. Ama şunu da biliyorum ki bu adamı başka bir diziyle başka bir rolde tanısaydım bu kadar sevmezdim. Demek ki neymiş? Adama değil, oynadığı role duyduğum sempatiymiş... Olsun yine de sevimli, sincap kılıklı bişiy... A sincap demişken, Doğukan geldi bak aklıma, naapıyo ki acaba, ne zamandır görüşmedik... Hmmm... peşine düşeyim... Yok yok şimdi kahvemi alıp derse geçeyim, sonra düşerim Doka'nın peşine :)

Efsane Geri Dönmüş!

13 Mayıs'da çekilmiş bu foto... 14'ünde de otobüse bindirmiştik. Hala göremedim... peh! Neymiş, efsane geri dönmüş. Hani nerde, hani?

* Soldan sağa doğru:
Zahide, Aysu, Witchie, Mithat, en önde de Efsane!

22 Ekim 2008 Çarşamba

... çok sevmezsen, çok acımazsın ...


O olmazsa yaşayamam


"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle O daha az sever seni,
Senin O'nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak...

Can YÜCEL

19 Ekim 2008 Pazar

FKF 2008 - II

Çocukken gittiğim tiyatroların, arkadaşlarımla geçirdiğim güzel bir günün, sevgilimle geçirdiğim mükemmel bir anın, ailemin yanında geçirdiğim güzel bir haftanın, en sevdiğim dersin, çok severek okuyarak bitirdiğim bir kitabın ardından da böyle oluyorum ben. Susmak, susmak ve saatlerce günlerce susmak istiyorum. O nedenle şimdi anlatamayacağım ama dönüş yolu boyunca tekrar tekrar izlerken video kayıtlarını ve yanlışlıkla bir tuşa basar da silerim korkusuna rağmen defalarca bakarken fotoğraflara, beynimin ve kalbimin içindeki minik çocuklar bir koro oluşturup şunu söylediler:
“Hayal ettiğim kadar güzeldi! Ece, hayal edemeyeceğim kadar güzel..”

Gerisini siz de izleyin, düşünün, yazın, anlatın…

Videolar:

Söz sırası Ece’de: 12dk 42sn

Siz & Biz: 2dk 36sn

Ece’nin İnadı*: 50sn

Bazı fotoğraflar: burada
Vakit buldukça albüme ekleme yapacağım umarım, keza sabahtan beri blogu taşımakla uğraştığım için artık gözlerim ağrıyor ekrana bakmaktan...***

Fotoğraf albümüne ulaşılamıyor mu acaba bilemedim, bir sorun varsa lütfen bana bildirin ve bir de bu linki deneyin: tıkınız

* "Nedendir bu ayrılık, gelin kardeş olalım, hepimiz AKP'yi sevelim, sevdirelim" tadında bir konuşma yapan amcamıza Ece'nin cevabı. Hem amcanın söylediklerini hem de cevabın ilk kısmını kaçırdım ama zaten en güzel kısmı burasıydı bence ; )
**Sondan başa doğru izlerseniz gereksiz bir hararet sezebilirsiniz, o nedenle sırasıyla izleyin bence...
***Aslında Ece'nin neredeyse elli kadar fotoğrafını çektim ama ellerimin titreyişinden, ki kamera kaydında da göreceksiniz, net çekebildiğim kare sayısı az, onların da içinden seçince bu kadar kaldı...

FKF 2008






Tamam, bu gece geçmek bilmez, uykum gelmek bilmez, tren Frankfurt’a varmak bilmez, kapıdaki sıra bitmek bilmez, Ece’yi görünce benim dilim lal olur konuşmak bilmez…
Her türlüsü ölüyorum sonuçta, haberiniz ola! Ama en azından bi’ gideyim göreyim de öyle olsun yahu… Of, çok fena hızlı atıyor kalbim düşündükçe yarını! Umarım güzel geçer…

En son ne zaman böylesi bir hayal kurdum ve de kaptırdım kendimi hatırlamıyorum, sanırım yaz başında? Yok yok o böyle değildi… Sanırım 2 sene önce Sertab’ın konserini beklerken… Hımm, evet bu olabilir. Ama şimdi sadece uzaktan görmek falan yok, bayaa bayaa karışılıklı oturup konuşma şansım bile olabilir. Evet, tamam hayal, ne var? Allah allah! Demek ki..yok yok Sertab’ın konseri öncesi de böyle değilmiş… Sanrıııım hatırlayamadığım kadar önce bi’ zaman ZB ile Altan Erkekli’nin daha meşhur olmadan önceki bir oyununa gittiğimizde buna benzer bi’şiyler hissetmiştim, keza Rüştü Asyalı ile tanışma fırsatı böyle fena feci yapmıştı beni, tanışmıştım da ama lal olmuştum tabii ki, 2 sene önce Ahmet Telli ile tanıştığımdaki gibi… Neden böyle nutkum tutuluyor benim anlayabilmiş değilim, sanki Ece varken bana konuşmak düşmezmiş gibi, sanki onun sesinin çıkma olasılığı varken benim gık çıkarmam bile çok yanlış gibi. Halbuki öyle değil düşündüklerim de hissetiklerim de.. Demek ki başka bişiy var bu kasılmalarımın altında.. Hay allah ne ki acaba? Annecim, çocukluğuma inelim, bunu bulalım =)))

PS: Ece’ye laf yok, abartıyor olabilirim, hayal kuruyor olabilirim, hatta ve hatta fanatik de olabilirim, kime ne!

Bilimadamı(*) dediğin ... (-I)




Kimya biliminin dehası Lavoisier’nin, asıl eğitimi hukukmuş ve Paris Barosu’na kayıtlı bir avukattı. Bilimsel gözlem ve yorum üzerine yaptığı konuşmaları ile ünü bütün dünyaya yayıldı. Kimya bilimini reddeden yobazların kafasını gösterip “Bu kelleler hiçbir şeye yaramaz” dediği için tutuklandı; aynı gün yargılanıp ölüme mahkum edildi. Lavoisier, matematikçi Lagrange’i çağırdı.

Gerçek ve gerçekten de kullanılmış bir giyotin!!!

“Kellem giyotinden sepete düştüğünde gözlerime bak; eğer iki kere kırpıyorsam bil ki, insan kafası kesildikten sonra bir süre daha beyninin düşünmekte olduğunu anlarız.” Lavoisier’nin kafası kesildikten sonra sepete düştü ve gülerek iki kere göz kırptı.
Matematikçi Lagrange diyor ki, “Lavoisier’nin son saniyedeki ispat arayışı, bilimselliğin yüzyıllar sürecek meşalesidir. Ama o yobaz kafalar üfunet üretmek için asırlarca karanlıkta sürünecekler…”*

Geçtiğimiz günlerde bana forward edilen bir e-posta olduğu için internette biraz aradım kaynağını bulmak için ama nafile… Böylesi bir hikayenin uydurma olacağını zannetmiyorum ama her zaman için kaynak belirtilmesi taraftarıyım… Onu ararken bunu buldum bir de:

“1794′de solunum üzerinde deneylerini yapmakta olduğu bir sırada, Lavoisier Devrim Mahkemesi önüne çağrılır. İki suçlamaya hedef olmuştur:

1. devrim karşıtı olarak karalanan aristokrasiyle ilişkisi;
2. vergi toplamada yolsuzluk (Lavoisier topladığı vergilerin küçük bir bölümünü laboratuvar deneyleri için harcamıştı).

Lavoisier’i kurtarmak için dostları mahkemeye koşmuştu, ama tanık olarak bile dinlenmemişlerdi. “Yurttaş Lavoisier’in çalışmalarıyla Fransa’ya onur sağlayan büyük bir bilgin olduğunda hepimiz birleşiyor, bağışlanmasını diliyoruz,” dilekçesiyle başvuran günün seçkin bilim adamlarına yargıcın verdiği yanıt kesin ve çarpıcıdır: “Cumhuriyet’in bilginlere ihtiyacı yoktur!” Galileo yaşamının son on yılını Engizisyon’un göz hapsinde geçirmişti. Lavoisier’in sonu daha acıklı olur: elli bir yaşında iken “devrim” adına kafası giyotinle uçurulur. Lavoisier, boynunun vurulmasını beklerken kitap okuyordur. Cellat, onu giyotine götürmek için yanına geldiğinde, Lavoisier, nerede kaldığını unutmamak için okuduğu kitabın arasına bir kitap ayracı koymuştur.”**

Hani olur da kimdi bu Lavoisier diye de aklına takılan olursa diye Lavoisier’in adıyla da anılan ama daha çok kütlenin korunumu olarak bilinen kanunu hatırlayalım:

“Kütlenin korunumu kanunu, zaman zaman Lomonosov-Lavoisier kanunu olarak da adlandırılan, kapalı bir sistemde var olan çevrimler ve işlemler ne olursa olsun, kütlenin sabit kalacağını belirten kanundur. Denk bir ifadeyle açıklamak gerekirse kütlenin durumu yeniden düzenlenebilir fakat kütle yaratılamaz veya yok edilemez. Böylece, kapalı bir sistem dahilindeki her türlü kimyasal tepkime ve proseste tepkenlerin (yani reaktantların) kütlesi, ürünlerin kütlesine eşit olmalıdır.”***

* Bilimadamı=biliminsanı=bilimkadını = Bilimin ne adamı ne kadını olur, bazı kalıpların nasıl gelmişse öyle gitmesinde bir sakınca görmüyorum, feministlik yapmanın alemi yok bilimden bahsederken. Bu demek değil ki kadınlar dayak yesin, aptal saptal törelerin kurbanı olsun (sadece Anadolu’da değil, Uzak Doğu’da, orda burda şurda…) vs. vs. vs. … Ama bunu kadına indirgemenin, kadınla sınırlamanın anlamını göremiyorum ben. İnsan olan hiçkimse haketmediği davranışlara maruz kalmasın, yapmak istemediği şeyleri yapmaya zorlanmasın, insanca yaşama hakkı elinden alınmasın… Özgürlük iki bacak arasında olan birşey değil, akıl gibi, duygu gibi, zeka gibi, birçok şey gibi…bu nedenle kadına indirgenmesi çok anlamsız geliyor bana. “Bilimadamı”ysa bilimadamı, “adam gibi adam”sa adam gibi adam, “adam ol!”sa adam ol…ne ise o! Ben öyle diyorum.


** http://tr.wikipedia.org/wiki/Antoine_Lavoisier & Bilimin Öncüleri (Cemal Yıldırım), TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları

***http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%BCtlenin_Korunumu_Yasas%C4%B1

Seni Seviyorum Shakespeare!

Bazen

Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan
Güneş kucağındadır, bilemezsin
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın
Uçar gider, koşşan da tutamazsın…

W. Shakespeare

Spherical Chicken

BBT izleyenler bilecektir mutlaka ama bir de burda olsun istedim, mutlaka duymamış olanlar vardır. Hele ki Leonard anlatınca çok daha keyifli aslında…

A farmer has problems with his chickens: all of a sudden, they all get very sick. After trying all conventional means, he calls a physicist to see if he can figure out what is wrong. The physicist trys. He stands there and looks at the chickens for a long time without touching them or anything. Then all of the sudden he starts scribbling away in a notebook. Finally, after several gruesome calculations, he exclaims, “I’ve got it! But it only works for spherical chickens in a vaccum.”*

*http://www.workjoke.com/physicists-jokes.html

Katolik kilisesi (11 Ekim 2008)


Evet evet evet, anlatmam gerken bi dolu şey var!


Bugünkülerin hepsi de kilise ve hıristiyanlarla ilgili…

Bugün bir katolik kilisesine gittim, pazar ayinine. Sabah 10′da 12′de öğledensonra 5′de ve akşam 8′de olmak üzere gün boyu ayinler oluyor bugün. Her pazar mı böyle sadece bu pazar mı bilmiyorum.



Gittiğimizde çoğu kimse yerini almıştı bile, tam biz girdiğimiz anda müzik başladı ve oturmakta olan insanlar ayağa kalktı. Hemen bir yer bulduk kendimize. Bu kiliseyi daha 1 hafta önce gezmiş olduğum için çok şaşırtmadı beni ama yine de etrafı 6-7 yaşındaki meraklı çocuklarla aynı bakışla süzdüğümü farkettim bi süre sonra.
Papaz mı denir peder mi, ya da rahip mi bilmyiorum ama peder daha sevimli geliyor o konuşmaları yapan adamı düşününce, o nedenle peder diyeceğim ben. Belki bir ayrımı vardır, daha sonra araştırır yazarım. Aslında metin içinde kafamı kurcalayan birçok notka çıkabilir, onları da sonra yazarım çünkü şimdi bi an önce hızlıca bir özet geçmek istiyorum.

Daha hemen açılışta, kiliseye gelen insanlar çalan müzikle birlikte dua mı ettiler, şarkı mı söylediler bilmiyorum ama ellerindeki kilisenin girişinden aldıkları solfejlerle Tanrı ve İsa ile ilgili veya belki onlara ithafen şarkılar söylediler. (Şimdi tesadüfen Elena geldi mutfağa, evet mutfakta oturdum yazıyorum, ona sordum şarkı mıydı dua mı diye, kendisi de bilmiyor ama dua değilmiş.)

Güzel olan, herkesin bir ağızdan, kimisi yüksek kimisi alçak kimisi oldukça hoş bir sesle söylüyor olması. Kimi zaman peder de melodik bir ses tonuyla birşeyler söyledi ve evet tıpkı filmlerdeki gibi, kimi uzun kelime öbeklerinde komik oldu bu melodik söylem. Bir de ortamda ağır sayılabilecek derecede tütsü kokusu vardı. hatta bi’ ara düşündüm, yazabilirim, fotoğrafını çekebilirim ama bu kokuyu nasıl hissettirebilirim ki insanlara diye… Yine komik olarak algılanabilecek ama bence güzel olansa insanların bu melodik söyleme aynı şekilde cevaplar vermeleriydi.

Bi’ ara rahibelerden birisi çıkıp İncil’den bazı yerler okudu, ve her okuduğunun ardından insanlara bir soru sordu, hepbirlikte cevap verdiler.

Başka sevimli minicik ve sanırım uzakdoğulu bir rahibe, pedere bir dilim ekmek ve şarap getirdi. Bunlar İsa’nın etini ve kanını simgeliyormuş, peder bunu yedi ve içti!!! Çıkışta arkadaşıma sordum, söylediğine göre İsa zaten kurban edileceğini biliyormuş ve son toplantıda insanlara demiş ki “Tanrı insanlığı ne kadar sevdiğini göstermek için, en kıymetli varlığını, oğlunu yani beni kurban edecek, benim etimi/bedenimi ve kanımı alın, o sizin için akacak.” Bu nedenle kendileri için akan o kanı içerek ve onu temsil eden ekmekten bir parça alarak İsa’ya inananlar arasında bir birlik ve bütünlük sağlanıyor. Peder bunları yedikten sonra dönüp arkasındaki rahibenin elini sıktı. Kilisedeki diğer insanlar da etraflarındakilerle tokalaştılar gülümseyerek, onların arkadaşlığını pekiştirmek/simgelemek adına bir davranışmış ve ortodokslar böyle yapmazmış. Sonra peder bu ekmekten dağıttı, almak isteyenler bir sıra oluşturup birer lokma yediler. Sanırım arkadaşım ve benim dışımda herkes bir lokma aldı. Arkadaşımın almama nedeni ise şöyle; ortodokslar bu ekmekten yiyebilmek için bir hafta boyunca oruç tutmaları gerekiyormuş. (Bu arada elena pizzasını aldı ve yanıma geldi, o ekmeği yemeden önce mi sonra mı bir hafta oruç tutuyorsunuz dedim ki meğer sadece oruç tutmak değilmiş, günah çıkarmaları ve özel bir dua etmeleri gerekiyormuş, bunun ardından eğer izin alırlarsa o ekmeği ağızlarına alıp Tanrı ve İsa ile bir bütün olma hakkını kazanıyorlarmış. Bunun için mesela kimse ile küslük içinde olmamaları, büyüklerine kötü bir söz söylememeleri, bakire olmaları-değillerse evli olmaları(çünkü bakire olmayanların günahı ancak evlenince affedilmiş oluyormuş) gibi şeyler önemliymiş. Tabii onların oruçları müslümanlarınki gibi değil, haftaboyunca sadece sebze ve meyve yemekten ibaretmiş, süt, yağ, yumurta yemek de yasakmış. Hatta eğer bu ekmeği Christmast zamanında yemek istiyorsanız sözkonusu oruç 2 aya çıkıyormuş.




Müzikle birlikte şarkı söyleyen insanlar her müzik için farklı sayfa açıyorlar, solfej kitabının başından başlayıp gitmiyor tabii çalınan şarkılar.

Önce, müziğe göre hangi parçanın çalındığını anlayabildiklerini sanıp şaşırmıştım hepsini nasıl akıllarında tuttuklarına, ama sonra arkadaşım gösterdi ki bir projeksiyon ile duvarın küçük bir köşesine yansıtılmaktaymış çalınan parçanın hangi sayfada olduğu. =)






Tüm konuşmalar bittiğinde peder ve rahibe de buludukları kürsüden indiler ve bizimle birlikte yüzlerini kilisenin altındaki mezarda yatan azizlere dönerek dua ettiler. Dua etme şekli, ellerini önünde kenetleyip, başını ellerinin üstüne, dizlerini de özel yapılmış yere koyarak oluyor. Yine hemen şimdi sordum arkadaşıma, kime aziz denir diye: Aziz ünavanı, dini için savaşanlar, bu uğurda ölenler ve çok saf bir hayat sürmüş olanlara verilen bir isimmiş. Bir de öldüklerinde insanlar gibi çürümezler, kokmazlarmış, bu nedenle çoğunun mezarı açık olmuş, yüzlerini görebilirmişsin.Hatta çok da güzel kokarlarmış, hepsi değil ama kimisin vücudu hoş kokulu esanslar salarmış.




Dinine bağlı bir arkadaş olduğu için, abarttığını falan söylemeye cesaret edemedim henüz, biraz daha bişiyler okıyım da bu konuda, belki o başka bişiy demek istemiştir de ben böyle anlamışımdır.

Tamam, dayanamadım sordum yine:
- Bunlar ölü vücutlarsa nasıl böyle güzel kokular salıyorlar?
+ Çünkü onlar kutsallar.
- E tamam ama onlar ölü vücutlar?
+ Evet ama onlar aziz.
- Peki bilimsel olarak ne düşünüyorsun?
+ Bilimsel olarak mı? (Güldü..) Bu bilimsel olarak açıklanabilmiş değil. Ama internette bir araştır istersen belki bir gelişme vardır.

Ups…






Ayin sırasında fotoğraf çekmeye cesaret edememiştim ama ayinden sonra arkadaşım azizlerin mezarına inince dua etmeye, o kadar kat aşağılara inmeye ben cesaret edemedim, ve yukardaki gövrevliden izin alıp bir kaç fotoğraf çektim… Azizlerin mezarına inerken önce bir ara kat var, burda kırmızı perdenin arkasında insanlar dua ediyor. Geçen hafta bu kiliseyi gezerken yanımda olan arkadaşım, katolik kiliselerinin gece gündüz sürekli açık olduğunu söylemişti…




A bir de unutmadan, katolik kilisesinde günah çıkartmak hala sözkonusu olan birşey, o kabinin önündeki zile basıyorsunuz ve peder geliyor…

Kiliseden çıkınca öğrendim ki, duaların birinde bu kilisenin önünde duran kesik kafaların sahipleri olan azizler için, ki bunlar kilisenin altındaki mezarlarda yatan azizlermiş, ve şehirdeki tüm insanlar, yaşlılar, öğrenciler vs. için dua etmişler hep birlikte… Ne güzel.. birileri sizin için her pazar dua ediyor…




PS: Hiçbir kaynağa başvurmadan tüm cehaletimle yazıyorum, daha sonra zamanla biraz daha bilgi sahibi olduktan sonra umarım daha doğru bilgiler verebilirim, ve umarım şimdi okuduklarınız arasında fazla yanlış yoktur.

Sevindiklerim (11 Ekim 2008)

- Ap.Gal. dersinin hocası, ki koca enstitüde beni anlayan sanırım yegane insan, mail attı sabah ve sınavı 27 Ekim’e erteledi, aksi halde bu çarşamba girecektim. Sırf bu bile bugünü bayram ilan etmem için yetti tabii bana. Bir de, sözlü yapacakmış; umarım üstesinden gelebilirim.
- Sınav tarihi ertelenince acaba Frankfurt Kitap Fuarı‘na gitmesem mi diye düşünmeye başlamıştım, malum vicdanım rahat vermeyebilir diye… ZB de beni “Zaten bir grup yazar protesto edip gitmiyormuş, Ece de gitmez belki diye.” teselli ederken ben gitmeye karar verdim ve biraz araştırdım ki Ece’cim zaten gideceğine dair bir açıklama yapmış bile vakti zamanında. Oh aman bi’ sevindim, çok sevindim.

- Hemen yine aynı zaman diliminde, Bonn’dan Güneş filtresi alması için kendisine yardımcı olduğum bir arkadaşım ilk Güneş fotoğrafını çekmiş ve söz verdiği gibi bana göndermiş.


Ama resmin sağ altına da “Courtesy of WitchieOfStars” yazmış, acayip keyiflendim, anlatmam mümkün değil! (11 yıllık bir leke çevrimine sahip olan Güneş’imizin bu zamanlarda aktivitesinde bir minimum göstermesi ve nadiren leke yakalaybilmemiz açısından ayrıca önemli bir fotoğraf bu.)

- Elena ile alışverişe gittik, pazara uğradık, mandalina ucuzlamış sonunda aldım. 5 tanesi 3 Euro olan şeyin şimdi 20 tanesi 1,5 Euro. Yurda geldiğimden beri kendimi durdurmaya çalışıyorum ama 10 tanesini yedim bile şimdiden. Umarım yarın sabah koşarken sorun yaratmaz.



- Alışverişe gitmişken biraz da gezelim dedik ki merkezde satranç oynayan bir koca grup insan ve bir basketbol takımının ponpon kızları ile karşılaştık, bi’ dolu fotoğraf çektim tabii. En sevindiğim şey ise o kadar zıp zıp zıplayan kızları net çekebilmiş olmam oldu, hem de manuel ayarlarla! Öğreniyorum canım ben bu işi! ;)

Fotoğraf makinemin netlik ayarını yapmak için kullandığım digital zoom tuşu çalışmıyor diye üzülüyordum iki gündür. ‘Acaba servise mi götürsem, burda nasıl olur ki’ diye endişelenirken, tesadüf eseri, bir ayarından o özelliği kapatmış olduğumu fark ettim. Nasıl sevindim, nasıl sevindim! Zaten bir ardalan sevinci üzerine binince, eklenen her yeni sevinç kocaman oldu içimde.

- Nette bir arkadaşımla konuşurken ne zamandır beni rahatsız eden konuşma şeklini sürdürünce dayanamadım, söyledim sonunda. Umarım anladı ve bi daha yapmaz diye umutluyum, içimde tutmak zorunda kalmadığım için mutluyum, bu konuyu onunla düzgünce konuşabildiğimiz için çok daha fazla mutluyum.

- Elena ile The Big Bang Theory izledik, izlerken bi yandan da sarı, pembe, yeşil, mor yıldızlar yaptık kağıttan. Çok sevdim yıldızlarımı ama bi’ dahaki sefere üşenmeyip kağıt kesme aletimle kesicem, daha düzgün olacaklar. Bi’ de iyice çoğaldıkları zaman ben de fotoğraflarını çekip gösteririm sizlere. DeviantArt‘daki fotoğraflardan merak saldım, bu merakın bitişi de öyle olsun bari =)




Bir yerden başlamak gerek anlatmaya (Eylül 2008)

Observational Cosmology’den kaldım! Aslında geçer bir not verebilirlerdi, ama aksine biraz da küstahlık yapıp biraz not dilenmemi ister bir tavır sergilediler, ben de asabileşip “beğenmedinizse bırakın o zaman!” diyince hocaya, bu son kaçınılmazdı tabii. Gördük ki insan her yerde aynı, hep kocaman bir egosu var, doymayı ve nereden besleneceğini bilemeyen arsız bir sokak köpeği gibi… Bir yandan üzüldüm, çünkü beklentiler hep en azından Avrupa'daki biliminsanlarının egolarından biraz daha sıyrılmış olduğu yönündedir ve ben bunun aksini yaşıyorum; diğer yandan da bu durumda olan tek yer Türkiye değilmiş dedim. Ama her zamanki gibi insanlık adına düşününce içim acıyor..

Şöyle bir garipliğim var, nedenini bilmiyorum, geçende Ece’nin kitabını okurken de düşündüğüm bir konuydu bu aslında, bazı olaylar/durumlar kişisel üzüntülerden öte “insanlık” adına düşündürüp üzüyor beni. Yılmaz Yunak’ın kitaplarında değindiği duruma çok benzer bir duygu bu ama ne zaman tarif etmeye kalksam beceremiyorum, yine öyle oldu işte… Çoğu kimsede de olan ama fazla üstüne düşülmeyen bir duygdur belki de bu..

Ağrı’nın Derinliği’ni okurken de düşündüğüm şuydu; küçücükken öğretiliyor bize saçma sapan tekerlemelerle diğer toplumların/ırkların kalleş, domuz, tilki, hain vs. olduğu. Benim okuduğum okulların güzelliğinden midir, yani okul gibi dış etkenlerin yarattığı bir sonuç mudur bende bu tür ırkçı duyguların oluşmamış olması acaba? Ama eğer böyleyse, çocukken vaktimin çoğunu anneannemle geçirdiğime göre onun da etkisinde kalmam gerekmez miydi o zaman? Sevmez ki türkler dışında diğer milletleri pek… Eğer dış etkenler o kadar önemli değilse ne bu bendeki çelişki? Kendi özümden gelen bir peygamberlik mi var bende? Mevlana’lık falan mı? =))) Sanırım gittiğim okul, o zamanlarda kendime rol model seçtiğim insan ve okuduğum kitaplar anneannemden baskın gelmiş sadece bu.

Sadece gözlemsel kozmolojiden kaldığımı yazacaktım…