29 Aralık 2015 Salı

Ece'yi anlamak

Her gün yaşanan münferit olaylardan yola çıkıp da genel olarak bir dert anlatmaya çalıştıktan sonra insan yıllar boyunca, sadece bir dert değil aslında kendisini ve en minimal düzeyde dahi olsa toplumsal ahlaki doğruyu anlatmaya çalıştıktan sonra, hala daha ülke gündemi iyileşmiyor, düzelmiyor, ve kötüye gidiyorsa, kişinin kendisi de salak veya yerinde saymakta bir sakınca görmeyen biri değilse, bu işin artık bir anlamı olmadığı aşikardır.


Ben anca bu söyleşiyi dinledikten sonra anladım Ece Temelkuran’ın neden artık gazetede yazmak istemediğini. Ve belki de ancak şimdi anlamlandırabildim neden mizah dergisi olarak adlandırılan -ama belki de ülkenin artık tek mantıklı muhalefet yapabilen ve düşündüren yayını olan- Penguen’de yazdığını. Birilerine bir şeyileri 10 yıl boyunca anlatır da hala daha bir değişiklik görmezseniz ya vaz geçersiniz anlatmaktan ya da başka bir şekilde denersiniz anlatmayı. Durumla başa çıkabilmek için belki biraz kara mizah da gerekir… İşte bu yüzden Penguen, ve işte bu yüzden roman. 

Roman deyince, 'gerçek ile hakikat arasındaki fark' meselesi geliyor gündeme. Gazeteciysen, gider bir tür delil toplarsın, röportaj yaparsın, kanıtlayabileceğin şeyi haber yaparsın. Magazin gazetecisi bile bir şekilde bir fotoğrafa veya gizli bir anlatıcıya ihtiyaç duyar haberi için. Ama kimsenin söylemediği şeyi, sen istediğin kadar anla, hisset, bil veya öngör, haberini yapamazsın. Gazete köşende yazamazsın; iftira olur bu, halkı galeyana teşvik olur, spekülasyon olur. Herkesin bilip de sustuklarını ancak bir romanda yazarsın özgürce. İnsanların anlayabilecekleri başka bir dil olduğunu umarsın romanın. Başka bir yöntemdir roman, empati yaptırırsın, sinirlendirirsin, hüzünlendirirsin, umutlandırırsın, çaktırmadan kanına girersin ve belki bir umut anlatabilirim diye düşünürsün. İşte bu yüzden roman, edebiyat, ya da adı her ne ise işte o.

İlk gençliğim Yenibinyıl'da yazdığı günlerde Ece’nin sayfasını bulup yazılarını okuma heyecanıyla geçti. Ona özenip belki de o ergen halimle, aklımda astronom mu olsam yoksa 'Ece gibi' gazeteci mi, düşünceleriyle Milliyet'e yazılar göndermişliğim vardı. Birini yayınladılar da hatta.

Bu arada kitaplarla geldi Ece… sonra sıklaşan köşe yazıları… sonra yıllar geçti, ben saçma sapan ilaçlarla ve hayatla cebelleşirken Bonn'da,  o Frankfurt'a geldi kitap fuarı için. Kıt kanaat geçindiğim bursumdan biriktirdim tren biletimi. Gece kalacak yere verecek paramız olmadığından sabah 5'te bindik trene, gece 11'de dönük ama Ece'yi görmeye gittik, bir Türk, bir Romanyalı bir de Gürcü, 3 kız. Tren biletlerimizi aldığımız günün gecesi uyuyamadım heyecandan. Ertesi gün Avrupa'nın en iyi kozmoloji hocalarından birinin dersinde, ben Ece'ye vereceğim mektubun taslağını yazıyordum. Fuarda karşılaştık, ilk defa bir kitabımı imzaladı, ve ben konuşamadım tam da tahmin ettiğim gibi. Kalbim ağzımdan çıkmak üzereydi; ellerim, ayaklarım, tüm vücudum titriyordu heyecandan. Çok da ufak değildim, 26 yaşımdaydım ama kanatlarım kırık, biraz hasta, biraz yorgun, çokça umutsuz ve aşırı derecede hayrandım. Konuşamadan mektubumu bıraktım masasına. Sessizce çekilip gidecektim, gözlerimin içine içine baktı, 'Siz mi bıraktınız bunu? Siz mi yazdınız? Benim mi bu?' dedi. 'E-e-e-e-evet.' diyebildim sadece. Verdiğim anda pişman oldum. Ne çok saçma şey yazmıştım. Ben hocamı kaybetmiştim bir suikastte, o dostunu, ve tehditler alırken kendisi o günlerde, korkuyordum ona
birşey olursa diye. Çünkü Necip hoca bize söylemişti tehdit telefonları aldığını, biz birşey yapamamak bir yana, yanına gidip konuşmaya dahi cesaret edememiştik konu hakkında. Aynısı ya Ece'ye olursaydı? Korkularımdan çok 'Lütfen dikkat et'lerimi yazmıştım mektubumda tüm içtenliğimle ama çok çocukça, çok salakça ve belki de çok umut kırıcı mı olmuştu acaba? Keşke hiç vermese miydim? Ben bunları düşünürken o gülümsedi, ben de gülümsemeye çalıştım. Uzaklaştım. Ötedeki kolonlardan birinin dibine gidip izledim sessizce. Kalabalığın arasından görmeye çalıştım. Mimiklerini, saçının hareketlenişini, sesini... aşk böyle bir şey işte. 14 yaşınızda başlarsa hele, 26'nızda bile salaklaşırsınız. Sonra söyleşi vardı sırada, bol bol fotoğraf, biraz da video çektim. Hatta sonrasında o zamanki yardımcısına ilettim de o fotoğrafları, belki kullanırlar bir yerlerde diye... hiç unutmuyorum Özgür Mumcu ile boşanma haberinde kullanılmıştı çektiklerimden biri. Öyle de zordu ki ha bire kırpışan o gözleri açık yakalamak titreyen ellerimle... Sonrasında Elena dürtükledi de birlikte bir fotoğrafımız oldu sayesinde. 

Zaman içinde Milliyet oldu Habertürk, Habertürk oldu televizyon programı.

Yıllar geçti, yolumuz, küçük bir İstanbul gazetesiyken zaman zaman bilim haberleriyle destek vermeye çalıştığım BirGün’de kesişti. Ben bir haber yazdım, sonra o benden başka bir haber istedi. Ben artık hem bir astrofizikçiydim, hem de vaktim oldukça bilim habercisi. O da kısa bir süreliğine de olsa benim Genel Yayın Yönetmenim - mutlu ediyor böyle olduğunu düşünmek beni. N'apalım yani?

Derken gün gelip de BirGün'den de gidince, artık onu o denli sık okuyamayacak olmak ihanet gibi geldi. Anlamaya çalıştım, anlamasam da kızgınlığım geçti ama terk edilmiş hissettim kendimi. Kaç yıl geçti o yazmayı bırakalı? Belki çok değildir, bana sorsanız çok! Kırılınca çünkü insanın kalbi, zaman yavaşlar.

Bak işte bence geçen o çok yıldan sonra ancak şimdi anladım, ve hak da verdim Ece'ye. İyi yapmış tabii ki de! Çok da iyi yapmış köşe yazmayı bırakarak. Kırgınlığım geçti, dengem yerine geldi. 

Sürekli kullandığım ilaç Kore'de yokmuş, annem tek başına ilaç gönderilmez dedi. Ben de ilaçla birlikte bir de 'iç kitabı' istedim. 'Ezberlemedin mi sen hala onu?' dedi, güldü ama koydu tabii ki çantaya. İlk yardım çantamda bir kutu ilaç, bir de iç kitabı. Hele şu paket bi gelsin de, değil Kore, Somali'de bile olsam sırtım yere gelmez artık benim. İyi ki varsın be Ece! İyi ki!

28 Aralık 2015 Pazartesi

Devir - 212





Sevgi'nin Aydın'a baktığı gibi bakıp, aldığı gibi aldım... sonra da onun gibi kalakaldım kendi yarattığım hayalin kırık parçaları her yanıma battıkça. Farklı acılardan geçip, farklı içerilerden çıkıp, farklı kabuslardan sığınmak üzere seçtik ama, belki de tüm karar vermiş kadınlar olarak hep aynı şeyi yaptık: Gözlerimizdeki o tuhaf ışıkla büyüledik adamları, bedeli neyse ve nasılsa ödedik diye uyguladık aldığımız kararları.

16 Aralık 2015 Çarşamba

Sığınacak bir devir

Beni bilen bilir ya, pek severim kitapları. Almayı, dokunmayı, koklamayı, hiç değilse içi kitap dolu odalarda durmayı. Okuduğum kadar olmasa da bir dolu okumadığım kitabım vardır. Hem de sadece Ankara'da değil, İstanbul'da, Kayseri'de, Trabzon'da, Bonn'da, İrlanda'da... beklerler beni, birbirimizle buluşup dertleşeceğimiz, konuşacağımız, içimizi dökeceğimiz günü bekler gibi beklerler. Bazıları vardır ki kötü gün dostu; sona saklarım. Düğümlere Üfleyen Kadınlar öyle olmuştu benim için. Sevgili Temelkuran'ın imzasıyla göndermişti bana pek sevdiklerimden bir dost, ve ben Kuzey İrlanda'nın o keskin ayazında, gözlemevi ile ev arasında dokuduğum mekiklerde, ne kadar çanta taşımam yasak olsa da, o 15 dakikalık yolda bile yanımdan ayırmak istememiştim onu.  Bir de daha kadim dostlar var ki yine yanımda taşırım ama daha farklı; şehirden şehire, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya... ama yine de kıyamam okumaya.  Devir öyle oldu benim için. Korkuyorum onu okumaya. Başladığım gece biteceğinden ve o arka kapak kapandı mı kimsesiz kalmaktan korkuyorum. Dilini öğrenmeye çalıştığım çekik gözlü insanların ülkesinde, ne zaman uzansam elimi tutan bir dost gibi yanımda taşıyorum onu, çantamda. Okumaya çekinmediğim, 1984 basımı Güney Kore Bir Model Olabilir Mi? ile birlikte duruyorlar, çantamda. Birbirlerine ne diyorlar bilmiyorum, bildiğim şey Devir'in onu okumaya kıyamadığının farkında oluşu. 

Şimdi ise... sanırım Devir'e en çok ihtiyacım olan ana geldim artık. İşim ağır aksak gidiyor, aşk desen paramparça, dost desen uzakta, para desen yok, kar desen eridi... Biliyorum Devir daha beklerdi beni ama ben bu gece, damlalarımı, Devir'in kapağını açmaktan başka sığınacak bir yerim kalmamış olmasına akıtarak, başlıyorum okumaya. 

Bazı insanların nasıl bu denli sağlam durduklarını hep merak edersiniz. Asıl onlardır en çok sevilmeye ihtiyacı olan, hatırlamaya çalışın bunu, olur mu? Bu nedenle beni hep, kimsenin sevmediği o aksi insanlar sever; bilirim çünkü en çok onların sevildiklerini hissetmeye ihtiyaçları vardır, ve ben severim bilerek kötülük yapmaya içi elvermeyen herkesi. 

Siz de sevin olur mu, önce kendinizi, sonra da etrafınızdaki o sert, dik ve huysuz görünümlü aksi insanları. Çünkü en çok onların ihtiyacı var sizin elinizi tutmaya.

14 Aralık 2015 Pazartesi

Zor

Şarja takılması gereken bir pil gibi hissediyorum kendimi bazen. herkese enerji, umut ve mutluluk vermesi güzel de, akşam olunca sarılacağı, başını yaslayabileceği birini istiyor insan. Bir sarılsam nasıl da iyi gelecek dediğim kimselerim var, çok büyük bir şans onların varlığını bilmek... ama hepsinden uzakta olmak zor... çok zor.

'zor' diyince sanki insan bir merhamet, bir şefkat istiyormuş gibi oluyor karşısındakinden. Ne cevap verebilirsin ki, 'evet biliyorum zor ama geçecek' dersin, 'sen atlatırsın bunları, nelerin üstesinden gelmedin ki' dersin, 'o kadar da zor değil aslında bak şu şu şu da oluyor hayatında' dersin. Dersin ama hiçbiri o sıcak kucaklaşmanın, yanağını göğsüne koyup kalp atışlarını dinleyebildiğin sarılmanın yerini tutmaz. Zor işte bu yüzden, demesi de, duyması da zor bir şey.

Her zaman dediğim gibi, ne kolay oldu ki... zaten herşey zor.

too much

You are expecting too much from people, he said. 
I am expecting sincerity and honesty, I replied.
This is too much! she said, this is too much.

Honesty... is a difficult virtue. It brings the risk of being rejected for being who you are and this is not an easy thing to handle because most people are desperate for all sorts of appreciations and has no power to confront the possible rejections for being who they are, their thoughts and emotions. Is this because today's world is more judgemental than compassionate or people would still be in need of admiration even the society would be more embracing? 
'If I say that I don't like this kind of music/book/movie, s/he might think we are not compatible.' 
'If I say that I am not agree, s/he might give up on me.'
'If I say that I don't want this, s/he might get angry.'
These dilemmas may perplex every mind but would you really want to be with someone who judges you from your choice of music/book/movie without asking your reasons? Would you really want to be with someone just because you don't want to be alone? Would you really want to be with someone who disrespects your choices? Why? Are you so lonely and needy to be with people no matter how prejudiced and judgmental they are? 

Sincerity... is a dangerous generosity. It brings the prospect of exposing your emotions and this is not an easy thing to recover in case you are hurt, because no matter how evolved we think we are, we are still very much directed by our feelings. Our psychology is made up of our feelings rather than our thoughts, hence the recent years' cognitive behavioral therapy is one of the methods trying to teach people how to control their emotions/psychology/mood; in other words, how not to be the slave of our emotions. But all these aside, why are you still afraid to be genuine even if the reward would be a very close friendship, a strong trust, a solid relationship or an honest response? Are you so crumbled to come back into one piece?

How can you live a life which you can not be yourself freely? Then how can you be really happy when a friend misses you, knowing what s/he misses is not the real you? How can you really trust people when you are not being trustworthy, how do you deal with this suspicion? How can you keep this pseudo character of yours in every hour of every day?

Aren't you tired? Don't you want to be accepted and appreciated for who you really are? I envy your endurance... but sorry for your despair.



9 Aralık 2015 Çarşamba

Not fast


Staring at the ceiling in the dark
Same old empty feeling in your heart
Cause love comes slow and it goes so fast...



It actually doesn't go 'so' fast but it goes 'deep'. A tiny bit of it goes away at each time your heart is broken, another tiny bit is gone when s/he doesn't try to understand you. Some bits go when s/he prejudges, and some bits go when s/he doesn't respect. A big part goes silently, when s/he plays games, another big part goes when you feel you are taken granted. Love doesn't go fast, but it goes deep and silent.

That's why people are confused when I end up any kind of a relation as sharp as a knife, and all of a sudden. It seems all of a sudden and I seem cold and heartless with no tear. Surely these people don't know how the tears have gone before, sometimes wet on the cheeks, sometimes pain in the heart. 

1 Aralık 2015 Salı

how to punish?

If you want to punish someone, the best way is to be unreachable. Just make that person feel being ignored, and ta-daa! you've got the power! nobody wants to be ignored, no matter how less s/he cares about you.



17 Kasım 2015 Salı

Onca kitap okudum, onca ders aldım şu akıl almaz insan psikolojisini anlamak için ama hala bilmiyorum neden illa ki 'olmaz' olan en cazip oluyor. Aslında biliyorum, imkansızı imkanlı kılmanın verdiği hissiyatın peşinden gitmekten başka birşey değil bu. Pek önemli olmamız lazım ya illa bu hayatta. O önemi kimseye değilse bile önce kendimize ispatlamamız lazım, tekrar tekrar. Yetmez en iyi okulu da bitirsen, en iyi işe de girsen, bankanda paran, altında araban, mutlu bir evin de olsa yetmez. İlla ki bilinçaltında uyumak bilmeyen o doyumsuz 'önemlilik' ihtiyacı giderilmeli. Hep ve daha! Yetmez asla. Onca başarı, mutluluk ve sevgiye rağmen, yetmedi. Yetmeceyek de asla, biliyorum. Bu yüzden zaten, tüm acı hep bu yüzden.

23 Ekim 2015 Cuma

TB needed

Monterey, 2015
No matter how much I complained in the last few weeks of travelling a lot, I still find myself looking for places to explore. The only problem is, it is not fun when you are doing this alone. It is not fun if you don't have a friend with you to share your silent screams or your ice-cream. It is not fun if you don't have someone to steal from his coffee and if your someone is not stealing form your rainbow cake. 

Caerlaverock Castle, 2011
When I travel for conferences, it is mostly ok because there will be colleagues to give some level of company. But when I want to explore the chateaus of France or spend the new year's eve in Sydney... being by myself is a bit sad. It is also sad that most of my best friends would need to do too much paperwork to come over and visit me or to meet somewhere in the middle. 

As now I am sure that the real source of my back pain is totally psychological, I don't think there is any obstacle for me for travelling. So should I really find a way to be in Santa Barbara at the beginning of November despite I will be all by myself (in a conference), or should I take some rest and plan for the new year's eve? I think the real question is, should I force myself to learn how to enjoy the world by myself or should I better find a good travel buddy? 

I think I will do the second. Whenever I tried to change my core, it never worked, and moreover  I felt like
I was betraying myself. Hence I don't want to change my 'I like to share every f.cking happiness in my life' attitude with 'I don't need others to enjoy the life' approach. Because I need others. I need my people to enjoy the life. To be honest, I need my people to bear the life. I can survive with no money and tiny bit of food, as long as I have my people around me. 

Hardly Strictly Bluegrass, 2015
So... yes, I better find a good travel buddy! Preferably someone whom I don't have to pull all the time, who can take some initiative, adventurous, fun, open minded, optimistic and still goes after responsible decisions and also likes photography. Uh... I want too much?

Travel buddy - (Mongolia, 2014)

22 Ekim 2015 Perşembe

Draft







My new habit: writing tons and saving as a draft.

I don't know if this is because I am afraid of something or I simply don't want to fill this space with junk.

20 Ekim 2015 Salı

'Why do you believe what you believe'

Facing the truth is one of the toughest things in life. Despite there are times that you have no other option than accepting it, it mostly comes with the fact that you should act to change the situation or you should change your act once you accept the situation. Changing and acting are two things that kick you away from your comfort zone. And that's the reason why most of the times people stay in a job which they don't like, keep their relation despite they know it is chronic, don't exercise even if they are told by the doctor or whatever you can imagine.
Sometimes we do our best not to face the fact. Keep ourselves 24 hours busy; so busy that not even a minute of rest is given just in case the mind wanders to the forbidden... Imagine a life like that. Can you imagine a life like that? Literally non-stop life! When people hang out with you, they keep saying "I can't believe how many tasks I have accomplished today!". When people see your travel schedule, they say "You are never tired?!". When people learn how many hobbies you have, they say "When do you do all these things?". When people realise you don't stop, they say "you are full of energy!". They don't know you can not afford to stop. Even if you tell, they don't believe. Anyway people believe only what they want to believe; even if you tell them the truth as plain as possible...

19 Eylül 2015 Cumartesi

promise


I know
I am your joy

I know
I am the cheerful scream
comes with the first snow

I know it hurts
and I know you miss

but
it is gonna be ok
I promise


17 Eylül 2015 Perşembe

Colors are necessary

i painted today. it looks quite abstract but i liked the result. 

everything started with red. though it was not real blood red it was most like a candy red, a bit soft and sweet. even when i poured the color on my canvas, the feeling was there, in my heart i had that passion and sort of love was there, as well as intimacy. i felt like i poured my heart there, not in a painful way but in a very obvious way of describing my feelings. 

i touched with my index finger, soft and timid.. i was afraid to spoil the pose and reality of the feelings. it was a very different experience to see my obscure feelings embodied into colors. red is not my color for most of the times. i like blue. as some other one do. after allowing red to conquer the very middle of everything with passion, love and compassion, the stage was ready for blue. blue was me, blue was the other. being one in blue, being single in blue, being blue and allowing red to sneak into us. was exciting and alarming. but i let it happen. and it happened with harmony. some of the red as well as blue, stayed pure. they were together but they were still being themselves without losing their identity. it was just like sharing a silence with some other blue. 

then yellow arrived, the color of sorrow. reminding the fear arising from confusion and complexity. But still there the blue and red are, they are there to stand against all the grief expelling from yellow.

they all greeted white. they all deserved white. they were all pure and they were all innocent. no feeling could be found guilty for its existence. life goes on thanks to all feelings, all colors, and they are all hidden in white, in purity and in tranquility. 

unfortunately there is no green. at least not yet. i dont know if there is any place for green. green the color of spring and the color of hope and may even be the color of promises. i dont know if there is any place for green. at least i dont know yet. 


----

This was written in June 2012. Today, I am again in need of my paints. I have been keeping myself busy with some doodling and zentangling but it is not the same as touching the colors and let them spill on the canvas. I like painting with my fingers. My products are generally abstract, as abstract as they can be and very far from all of the norms and rules of art. But I like it. Isn't it the main reason of art? To express yourself as freely as possible without caring if people would understand or appreciate? 

Sadly I burnt the painting I described above... in a small fireplace... in ireland. I don't regret. It was very liberating. But I am glad that I still have this text, which is less dense but still available. If I would look at that canvas right now, i would probably let my tears go. I don't like crying, unless it is for happiness. It has been a long while since I cried out of happiness. 

1 Eylül 2015 Salı

Breakfast at Tiffany's

It was 11 years ago when he has told me "You are like the girl at 'Breakfast at Tiffany's" with a smile and a slight amazement on his eyes. 

I haven't got what he meant at that time but now I do, after finally watching the movie till the end. 
It took me 11 years to watch a movie which I was really curious about! I can't exactly say if I postponed it so long just because I was subconsciously delaying the gratification or I was afraid to see what might be the resemblance.  I guess the latter.

As me being me, I couldn't finish the movie at one go. It took me 5 days in total and a few bottles of wine. Good thing is, I also found myself on her; not only at the beginning of the movie by being extremely messy yet still managing all the things in her life; ignorant of her affect on others but aware of her power; seeming like she doesn't care but very broken inside... but also some other funny little details such as the way she does her hair and how she changes in the car. I was also as cruel as she is and could have let the cat out under such horrible rain too! All these aside, I think what he really found similar between me and Holy, was the fear of ownership, the fear of being put into the cage of love and possession. 



It took me a crazy moment to decide to get married and difficult days to go through the procedures and to stick with my decision. When I have first told my good friend, Jim, that I was gonna marry; he has said "You? Are going to marry? This is like the Pope being Muslim!" And yes, he was right, it was such an unexpected thing on the surface but in the deep inside I have never surrendered to that sense of possession or being possessed by somebody, thus it wasn't so big. It took me more than a year to finally surrender though... I have changed in the mean time, learned to tolerate and also quit drugs and finally surrendered. And then? The guy asks at "My blueberry nights", 'What happened?' and the girl replies 'Life happened'. 

Life keeps happening... Especially when you think you know what is next; life does its show and surprises you! That's why I no more make plans for longer than a few months, maximum 3. I learned that no matter how great plan I have with how many alternatives, there is always a way that might happen to surprise or disappoint me. Then why bother?

 The end of the movie doesn't end like mine. I don't know which end is better though. 

Of course there are tons of differences between her and I. I always knew the value of people/things when I had them. I don't need to loose smthg to understand how important it is for me. And I never appreciated money let aside going after it. 

Also, there are things I still do like her... still trying to find and do the things I haven't done, be loyal to my promises, jump into the drawers, drink as much as I like... Anyway, I was a lot more like her at those times... Now I am like what? I don't know. Probably someone will tell me soon. You're like the girl at...


PS: After we broke up, he has also said "You are like Kafka's Milena for me" and I think I am still afraid to figure out how she is... 


30 Ağustos 2015 Pazar

Be good

He asked and I told. The more I told, the more confused he was. Finally he said "This is unnecessary goodness!" and I smiled. I know, I am 'unnecessarily' good. I also know this is difficult for people to understand. Actually it is very simple; if a goodness doesn't hurt/harm me, I do it.

I don't know him even for half a year, but I told him when he asked. The more he asked, the more I told; and he was surprised that I told him so much. He didn't say but I know he thought 'this much trust is dangerous'. I trust people and this is difficult for them to understand. Actually very simple; as long as I know that I can survive a betrayal, I take the risk of trusting. Surely there are times people feint me but that's how I learn people and that's how I learn how to read people. And also, I am good at surviving!



Let's make a scale of trust from 0 to 10. Majority of the people start their relation with a new person with zero trust. First few decimals of trust is gained by appearance, the next few by the accent and a few more crumbs of trust via the job you have and the content of your talk, etc. Then, in time, people develop a sense of trust of each other and say "I trust her" -  I don't know how they do this exactly: maybe if they are taken care when they were in need or a favor is done when it is asked. Well, things are different for me, you already know this by now. I give my whole trust in advance to every new person I meet. First few decimals might be lost by appearance, the next few by the accent, and a few more crumbs of trust via the job you have and the content of your talk, your choices in life and your perception/approach. Then, in time, I may say that "I don't trust this person". Meanwhile, it is possible that I get sad a few times, I may even cry, but that's ok. Because only this way I know that I am being fair and I am doing my best to see the best in the other person. Mostly, people are very surprised to see that you trust them and I think you might find this even more interesting that the majority of the people don't betray you if you show them that you trust! I am also on the side of  'giving a second chance'. Because I believe people may learn. Not change, but learn; and experience is the best way to learn something.



I know these are risky, but what isn't?

It has been a while since I have failed on reading people. So long that I don't remember when was the last time. I think this happens when you trust people, and if you are brave and strong enough to take the risks. You learn and you collect good people in your life. I know I am lucky in that sense - maybe I shouldn't call this luck as I actually earned it by many failures, especially at the beginning of the road- yet in these days I am feeling very unlucky that all of 'my' people are damn far from me right now. Well, this means... it is time to uncover some of 'my kinda people' at this time zone of the world! Challenge? Already accepted!

Dream

I feel just like the days when I first started to write this blog 7 years ago. It was the first time I met with loneliness despite I am a single child. In a new room, new city, new country, new time zone and a new continent. Loneliness was there with me by its all meanings. Now, again I am alone but this time I prefer to say that 'I'm with myself', rather than 'alone'.


The more I stay with myself, the more I write. The more I write, the clearer gets my mind. I still don't publish everything I write. But it still lets things go off my mind. As I write, I feel like a river being fed with rain. I feel like the smell after rain. I sometimes feel lost within the dark clouds, but I know rainbow is somewhere. And some where over the rainbow, the dreams that you dare to dream, really do come true... 



how strange it is that I am finally living my dream which I dared to dream when I was on the other side of the rainbow... all by myself.

28 Ağustos 2015 Cuma

Dare

Does such a thing exist; living a life without being bothered about other people in the society? If so, how come? and why can't I do that? 

It is a cliché which is told everywhere that we are social beings and social interaction is inevitable, if not needed. Then how come we are expected to mind our own business only? Sorry, but I can not mind my own business unless I have a decent number of decent people around me. What is the decent number? I don't know. I guess it depends on the degree of decency. One highly decent person might be equal to 5 semi decent ones? Heh, that's a stupid trade and probably wouldn't work. 

I'm highly annoyed with people who lies. I'm even more annoyed when people lie to themselves. I can find one reason or another when I see people lying to me. It is relatively easy to understand. One lies maybe to cover a fact which might put him into trouble, maybe because he is afraid of the consequences of his act, or maybe afraid of being judged. But when I see people lying to themselves; denying the obvious facts and ignoring their own desires - which would make them a happier person if they dare to pursue - I go crazy! I surely try to talk, try to help them understand the situation, understand themselves and try to make them feel understood - yet still not judged because of their thoughts/emotions. But the problem appears when nothing changes. I can not bare within the timescales of human psychology. Funny that I work within astronomical timescales! 

I know, my impatience and utopic level of 'not giving a f.ck to judgemental people' can be unbelievable and may be scary sometimes. And I know I can not expect the same thing from others. But what I don't get is; why not? Why not I shouldn't expect this from other people? Why do people chain themselves with the fear of not being appreciated? Why do you really care a person who directly reaches to a conclusion/decision about you without trying to understand you at all? Why do you give this power to these judgemental and harmful people? Yes, everybody wants to be recognized and loved and appreciated. But isn't the degree of decency of the judge important at this? Do you want all appreciations no matter where it comes from? And why do you want it so badly that you are willing to change/hide the real you instead of opposing the person/authority/judge and telling bravely that 'you don't care'! How come ignoring your real desires is less painful than ignoring the need of appreciation? How low is your self-esteem that you are so ready to accept that your emotions/thoughts/values are more likely to be wrong/ignored than being considered and worths recognition? When did you give up on yourself? When did you stop recognizing your emotions and thoughts? When did you surrender to the fake power of pre-set successes? and why? It doesn't have to be like this. 

I know it is difficult to be yourself. It is difficult to purify yourself from the stereotype expectations of the society. But it isn't any more painful than ignoring your own thoughts and needs and emotions. It isn't any more limiting than looking for appreciation by the-queen-of-impossible-to-satisfy. I wish you knew this. I wish you could dare to give this a try...

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Az daha

Az daha kendimi tutarsam, geçecek zaman. Biliyorum. Daha önce geçmişti, yine geçecek.
Az daha dayanırsam beklemeye, nefes alışımdaki yavaşlığa ve kalbimin ağrıya ağrıya atışına az daha dayanırsam, dayanabilirsem, geçecek. Zaman geçecek ve zamanla yavaşlık ve ağrı da geçecek. Bütün mesele dayanmakta.

Ne demişti Harper Lee Bülbülü Öldürmek kitabında; 'Büyümek sızlanmadan acıya katlanmak demektir.' Bu durumda ben hala daha büyümedim mi yani? Büyümek, başkalarını kendinin önüne koyabilmek demek olamaz mı? Büyümek, herkes sana haklı olduğunu söylerken hala daha haksızlık etmekten korkmak değil mi yani? Büyümek değil mi yani hep bir umut daha tutmak içinde?

Kim olduğunu şimdi hatırlayamadığım birisi de 'Direnmek umuttandır' demişti. Benim umudum cidden bitti mi yani?

6 Ağustos 2015 Perşembe

Yine

Mart ayında yazdığım yazının üstünden yine bi dolu şey oldu. Ben yine bunları öylesine olmuş geçmiş gibi yazıcam şimdi. Çünkü hayat böyle bir şey. Yaşarken canınızı alıyor, ama geçip gittikten sonra yeniden içinde bulunduğunuz anın görece ufak tefek şeylerine takılıyorsunuz. Ne olsa ki mevcut an hep daha önemli, daha zor, daha imkansız gibi geliyor.

27 Mart - 2012'den beri yanıp tutuştuğum pozisyon için Kore'ye başvurumu yaptım. (bak 1 cümle ile geçiştiriverdim öncesinde Kuzen'i nasıl bıktırdığımı, ABD, hatta Hindistan'a kadar ulaşıp insanları projemle ilgili detaylara boğduğumu, ikinci danışmanımın 'Bu başvuru için bu kadar vakit harcaman tamamen vakit kaybı' dediğini...)

9 Nisan - Ön elemeyi geçtiğime, benimle mülakat yapmak istediklerine dair mail attılar.

14 Nisan - Kore ile mülakata girdim, İrlanda saati ile sabahın 6:30'unda. Tabii ki önceki gece uyku tutmadı. Bu arada -en azından benim- İrlanda'dan taşınmama çok az vakit kaldığı için tez düzeltmeleriyle ilgilenmediğim her an koli yapmakla meşguldüm, uyku tutmadığı geceyarılarından sabah kahvaltı sonrası yarım saatlik boşluklara kadar, her an! Çünkü istemedim sevdiceği manyaklarcasına eşya ile doldurduğum ev ile başbaşa bırakmak. Mülakat öncesi sunumu hazırlayıp KASI'ye gönderişim, sonrası gözlemevinde, sevdiceğin ofisinde, masasının altına kıvrılıp uyuduğum o 2 saat...  Tezimin son halini alıp Belfast'a gidişim, tezi ciltlenmeye verişim...

15 Nisan -  Belfast'tan Edinburgh'a uçuş... haftasonu kaçamağında Edinburgh'a aşık olmak...

17 Nisan - Türkiye'de dinlenmece(?) / aile ziyaretleri, Zerrincim'le Kayeri ve Erzurum kaçamakları...

22 Nisan - Can'sum ile Ankara'nın altını üstüne getirmek, sabah 3'te Anıtkabir'e gitmek, dostlarla içmek, sarılmak...

derken...

27 Nisan - Dear Dr. HTŞŞ,

Congratulations! The KASI is pleased to announce that you have been selected as a KASI postdoctoral fellow. We are delighted to offer you the position.
...

29 Nisan - Tr'den UK'e dönüş... Sevdicek ve dostlar ile son günler, son kadehler, son geziler...

1 Mayıs - Tezi üniversiteye teslim etmek ve gerçekten bitirmek!

2-3 Mayıs - Kuzey'deki güneyli dostlarla olabildiğince birlikte vakit geçirme çabaları... Derry üzerinden Letterkenny ve Gola Adası çıkarması.

20 Mayıs - İrlanda'ya veda vakti... Belfast'taki dostlarla son saatler, ayrılığı görmezden gelip Belfast Kalesi'ni gezmek, GeoCaching, ve geceboyu süren feribot yolculuğu ile Liverpool'a varış. Araba kiralayış, yollarda trafiğe rağmen birlikte geçirdiğimiz saatlerin tadını çıkarma çabaları... Liverpool üzerinden Cardiff, Cardiff'te son dakika kararıyla Birmingham'a gidiş, Birmingham'da kapalı yollar yüzünden saatlerce trafikte kalmak, otel çilesi ve ertesi gün ayrılacak olmak...

22 Mayıs - Birmingham - İstanbul - Ankara
  Kore için vize işlemleri, aile ile görüşmece, valiz hazırlamak, sarılmak...

29 Mayıs - Zerrincim'le birlikte Seul! Daejeon! KASI! 
Kalacağımız yer sorunundan, 'İrlanda'dan Kore'ye gelirken yorgan getir yanında' diyen yurt görevlileri, alışveriş, Daejeon sokakları, yurt odasına geçiş, heyecan, stres, koşturmaca, mutluluk, korku, endişe, yenilikler, ilkler, başlangıçlar...

5 Haziran - Zerrincim'le birlikte yeniden Seul... komik oteller, şehri keşfetmece, kaybolmaca, kırtasiye aramaca, yorgun düşmece, birbirimize sımsıkı sarılıp uyumaca...

7 Haziran - Zerrincim'i TR'ye yolcu edip Daejeon'a dönüş. (bak yine 1 cümlede yok oldu havaalanında birbirimize telefonla ulaşamayınca yaşadığımız panik, Zerrincim dönmekten vazgeçip beni aramaya çıkmaya niyetlenirken ben önceki gün okuduğum uzak doğu uçaklarının yakın zamanda kaçırılacağına dair komplo haberlerinin gerçekleşmekte olduğuna kanaat getirişim, bitmek bilmeyen Seul-Daejeon otobüs yolculuğu, odaya girip sersemcesine ağlayışım, birlikte kaldığımız misafir odasına gidip kokusunu içime çekişim, arkasında bıraktığı ataş ve yarısı kullanılmış eşantiyon fondöteni alıp odama saklayışım...)

 Haziran 2015 - yeni olmanın getirdiği avantajlar, dezavantajlar, insanlar, eşyalar, adetler, alışkanlıklar, yemekler, tuvaletler, arkadaşlar, saatler, hatalar, özlemler, küskünlükler, kavgalar, skypelar, telefonlar, partiler, içkiler, bipolar...

17-27 Temmuz - Daejeon/Soul/İstanbul/Ankara/İstanbul/Londra/Oxford/Londra/İstanbul/Soul/Daejeon
Yollar, yorgunluklar, Can'sum, Zerrincimle 1 gece, yeniden UK, sevdicek, araba kiralama, para, Murtaza(!), korku, heyecan, başarı, kırgınlık, çözülmeler, kararlar, sevgi, huzur, panik, hoşgörü, yorgunluk, yol, uçak, dönüş...

Bu arada yeni bir işe kalkışmıştık sevdicekle, çok da güzel bir işti üstelik; içimizdeki irlandalı'yı anlattık youtube kanalımızda, facebook sayfamızda İrlanda ve UK hakkında bilgiler paylaştık, twitter'dan dostlar edindik kısacık video günlükler ve fotoğraflar paylaştık gittiğimiz yerlerden... derken hayat girdi devreye... önce yollarımız ayrıldı sevdicekle, sonra günlerimiz, sonra da planlarımız. hal böyle olunca vakit bulunca yapılacak şey video editleyip youtube'a yüklemek değil yolları ve yerleri bir an önce yeniden birleştirmek için çabalamak oldu, içimizdeki irlandalı biraz askıda kaldı. Enerjim ve sabrımın bol olduğu bir gün olsaydı bugün, bi dolu minik video ve fotoğrafla doldururdum bu yazıyı ama ne yazık ki biraz hasta hissediyorum kendimi bugün. Çalışasım da yok zaten her ne kadar beni inanılmaz derecede heyecanlandıran bir projede işbirliğine başlamış olsam da. Midem bulanıyo birkaç gündür...ama bu sabah en çok. O yüzden iyisi mi siz bi gidip bakın bu linklere, sevin youtube kanalımızı, takip edin twitter'dan, yorum yazın, hatta soru sorun da gaza getirin azcık bizi, canlandıralım kanalı yeniden. 

Yakın zamanda kısa kısa yazılar ve fotoğraflarla Kore'yi anlattığım bir dizi başlayacak. Her zamanki gibi 'ay ben bunun için başka bi blog mu açsam acaba' diye düşündüm ama büyümek böyle bir şey sanırım, pek de umurumda değil artık, birileri tutup da 7 sene önceki depresyonlarımı okur da beni yargılar mı diye takmıyorum. O nedenle burdan devam ;) pek yakında!





30 Mart 2015 Pazartesi

Mart ayı

Binbir tane aksiyonla geçti Mart ayı.

4 yıldır içimde tuttuğum "nassı yani yaa?"lar ve "peki ama neden?"ler Murtaza'nın ve benim kulaklarımda yankılandı, hiç beklemediğim bir zamanda.

Kore'ye başvurumu yaptım.

Taa Kasım ayında hazırlamış olduğum yazı Bilim ve Teknik ekibince anca yayına alındı, Nisan sayısında okursunuz umarım.

Tezimin tüm düzeltmelerini bitirdim ve bir kez daha jüriye verdim. Yeni işler çıkartmazlarsa önümüzdeki hafta üniversite'ye teslim edip tamamen kurtulacağımı umuyorum.

Kısa da olsa bir Türkiye seyahati planladım, Nisan sonu için.

Ve bir doğumgünü daha geçirdim, sevdiceğimle, beni seven güzel arkadaşlarımla, yığınla facebook mesajı ve e-maille.

30 olduktan beridir o büyük heycan yok artık içimde doğumgünüm için. Başkalarınınkinde hala heycanlanıyorum, o ayrı. Bu seneki başka bir tatta geçti. Zerrincim'in hediyesini erken açtım, onun isteği üzerine. Her zamanki gibi harikalar yaratmış, manyak kadın! En sevdiğim bordodan, en sevdiğim kumaştan bir pelerin dikmiş bana, kapşonlu hem de! Kendime doğumgünü heyecanı olarak mavi saçlar hediye etmek istemiştim ama, her ne kadar etrafımdakiler saçlarımın açık olduğunu iddia etse de gördük ki herhangi bir renk açıcı işlem uygulamadan çat diye maviye boyanabilecek kadar açık değillermiş. Murtaza'nın yeni kurbanı Pam yardım etti boyamamda. Ben hayatımda ilk defa saç boyası ile tanışırken, kızın her hafta yaptığı iş olduğu için kendimi güvenli hissettim onun varlığında. Gerçi sonuçta mat siyah oldu saçlar ama olsun, değişiklik değişikliktir. Akşam yemeği için yeni açılan italyan restoranına gittik. Kahveli dondurmamın üstüne dikiverdi sevdicek mumumu, "hayırlısı olsun" diyerek üfledim. Son durak, Armagh'ın en sevdiğim publarından biri olan Hole in the Wall oldu. Bulgar, Roman, İskoç, Amerikalı, İrlandalı, Hintli... çeşit çeşit ülkeden arkadaşlarımızla eğlendik bir güzel. Bir de keyifli bir canlı müzik tesadüf etti ki, değmeyin neşemize.

Doğumgünlerinde facebook üzerinden gelen mesajların samimiyetsizliği herkes tarafından bilinir ama, ben bu sene bir kez daha gördüm ki benim arkadaşlarım gerçekten farklı ve sevgi dolu. Listemde engelli olan akademisyen ve akrabaları hariç tutarak söylüyorum ki, paylaşımlarım gayet kişisel, bol bol mızıklanmalı-kızmalı, ve belki de zaman zaman şımarık. Ama hiçbir zaman, böyle dersem kim ne der endişesi duymadan


NOT: Bugün 6 Ağustos, yarım kalmış buldum bu taslağı. Kıyamadım öylece beklemesine. Cümleyi nasıl tamamlayacakmışım onu da hatırlayamadım ama silmek de istemedim... Taslaklarda böyle şeyler var işte. Dursun bu burda, yayında dursun, kanlı canlı hem de.

15 Mart 2015 Pazar

Çok istemek

Kendimi bildim bileli, "ne olacaksın" sorusuna "astronom" dedim. Lise yılları gelip de herkesin dershaneye gittiği zamanlar, çok anlamsız gelmişti bana dershaneye gitmek. "Okulda zaten öğretiyorlar işte, neden aynı şeyleri öğrenmek için bir yere daha gideyim ki" diye düşünmüştüm. Derslerim çok iyi değildi, geometriyi kendi kendime öğrenmek zorunda kalmıştım, fen lisesi öğrencisi olmama rağmen felseye ilgim sayesinde kendimi Felsefe Olimpiyatlarında bulmuştum Fizik Olimpiyatlarının 2 hafta sonrasında hem de. Koca okulda dershaneye gitmeyen bir ben vardım, ve sınava günler kala, hocalarım da akrabalarım da bana "üzülme seneye kazanırsın" diyordu. Dershaneye gitmemiş halimle, ÖSS'de sınıf birincisi olunca insanlar biraz afallamış ve hemen "ODTÜ yaz, ODTÜ" diye yakama yapışmışlardı. Ben ne kadar "ODTÜ de benim istediğim bölüm yok" desem de, herkes sağır gibi aynı şeyi tekrarlamaya devam etti. ODTÜ'deki bölüm tanıtım günlerine gittiğimde "Havacılık ve Uzay Bilimleri Bölümü"ndeki hocaların, o bölümü seçmem için beni ikna etmeye çalıştığını farkettiğimde anlamıştım ki ben ODTÜ'yü değil, ODTÜ beni kazanmak istiyordu. Tercih formundaki tek satır "Ankara-Astronomi" olunca kelimenin tam manasıyla deli olduğuma karar verdiler. Kolay olmadı astronomi okumak, mesele derslerin değil insanların zorluğuydu, ama yine de birçok güzel şey oldu, ve istediğim şeylerin çoğuna ulaştım sonunda. 


Son 3 yıldır ise, dilime yapışmış, aklımdan çıkmak bilmeyen başka bir isteğim var, Kore'ye gitmek, orda yaşamak 1-2 sene de olsa. Yapamazsam millet ne der diye düşünmeden her milletten, her dinden insana söyledim bu isteğimi şimdiye dek. "Benim için dua edin" dedim "ya da kendiniz için ne yapıyorsanız benim için de yapıni nolur" dedim.  Tabii ki ben de elimden geleni yapıyorum, yine, her zamanki gibi. Olursa olur, olmazsa olacak olanlar da yine güzel alternatifler. Ama olsun... ve sonunda diyeyim ki yine, her zamanki ukalalığımla, "insan birşeyi isterse bir yolunu bulur ve yapar". Evdekiler de desin ki "7sinde neyse 70inde de odur işte. Tutturdu Kore diye, gitti sonunda." 

Dua edin benim için. Aklım başımda olayım, abartmayayım, heycandan ölmeyeyim, ve herşey güzel olsun diye, olur mu?

6 Mart 2015 Cuma

Sinir oluyorum - iii

Selamın hello dostlar! 

Bir sinir oluyorum yazısına daha hoş geldiniz. Bu günkü sinir krizimizin nedeni özünde yalancı ve ikiyüzlü insanlar, ancak spesifik olarak parası olup da parasızmış gibi yapanlar. Bu insanlara ayrı bi sinir oluyorum! 

Sinir oluyorum çünkü ben insanlara inanıyorum. Kim ne derse inanıyorum ve üzülüyorum onlar için. Tabii ki o kişilerin bir önceki yazıda bahsettiğim "devası bariz dertler muzdaripleri" derneği üyesi olduğunu fark ettiğimde, veya bu yazıdaki gibi yalancı, ikiyüzlü, sinsi, pis insanlar olduklarını fark ettiğimde durum değişiyor. İşte o zamanlar üzüntüm yerini kızgınlığa bırakıyor, ki hayır, benim öfke kontrolüne falan ihtiyacım yok; insanların mantıklı davranmasına ihtiyacım var.

Bir insan neden kendisini aciz gösterir ki? Acınmak benim hayatta isteyebileceğim en son şeylerden biridir sanırım. Birisi neden kendisine acınmasını ister, anlayamıyorum. 

Üniversite yıllarında bir arkadaşım vardı. Hepimiz gibi her ayın 7'sinde o da öğrenim kredisini beklerdi dört gözle. Çoğumuzun aksine, sürekli şikayet ederdi annesinin ve babasının nasıl pinti olduğundan, ablalarının kendisine nasıl da zor zor destek çıktığından. Yiyeceği 3 gram yemeğin, bineceği ekstra dolmuşun hesabını yapardı. Hepimiz yapardık, ama o daha bi başka yapardı. Sanki çok başka, çözülemez bir derdi var, saklamak istiyor ama herkes sürekli "anlat anlat" diye ısrar ettiği için mecburen açıklıyor edasıyla söylerdi cebinde ancak dolmuş parası olduğunu, veya tek vasıta parası olduğu için bilmem-nereye kadar yürümek zorunda olduğunu. 

Sanki evdekilere kafa tutucam diye 1 haftadır her gün okula yürüyerek 4km gidip 4km gelen, öğlen yemeklerini simit ayranla geçiren ben değilmişim gibi, inanır ve acırdım o kıza. Kırtasiyelerden sayfasını normalde kaça yazdırıyorlarsa 2 kuruş eksik para isteyerek iş alıp, sabahlara kadar yazdığım tezlerin ödevlerin parasını bu kızla bölüşürdüm. 

Derken bir gün, evet beklediğiniz ayılma aynı geldi, bana içi çok ısınmış olan bu kız arkadaşımız "ya bi dakka ben bi para çekicem şurdan hazır kimse yokken yanımızda" dedi.  Anlamadım ve her zamanki gibi aklımdan geçenler yüzümden okundu. "Sana güveniyorum, sen diğerleri gibi değilsin. Millet hemen 'oo bankada paran varmış bana şunu ısmarlasana bunu alsana' muhabbetine giriyor, hiç sevmiyorum. Halbuki ben bu paraları biriktirip kışın okulun turuyla Ilgaz'a, yazın da Side'ye gidiyorum." dedi. Yüzümün aldığı hali tahmin edebilir misiniz bilmem ama yüreğimdeki sıkışmayı anlamış olacağınızı umuyorum. 


Her şeye rağmen iyi bir kız, bu olay haricinde de dürüst ve dobra biri olduğu için arkadaşlığımızı bozmadım. Gel zaman git zaman en iyi arkadaşımız olduk birbirimizin hatta. Hala daha maddiyata verdiği önem azalmamış, sevgililerini ilk buluşmada ona ne kadarlık yemek ısmarladıklarına ve aldıkları hediyenin pahallılığına göre ölçmeye devam eder durumdaydı ama, özünde iyi kızdı; ailesinin yaklaşımı yüzünden bu hale gelmişti, hayatın zorlamasıydı, falandı, filandı...

Bir gün evlerine gittim ziyarete. Sürekli ısrar ediyordu hep o bize geliyor da ben neden hiç onlara gitmiyorum diye. Değil ilkokul-ortaokul, lise yıllarımda bile arkadaşlarımın evine gitmeme izin verilmediğinden bu benim için uzun zamandan beri yaşamadığım bir deneyim olacaktı. (Sanırım toplamda 3 kere falan gitmişimdir bir arkadaşımın evine, ilkokuldan liseye, mezun oluncaya dek!) Eli boş gidilmez diye marketten meyve suyu bisküvi falan almıştım giderken. Kapıyı kendisi açtı, odasına geçmeden önce annesine merhaba demek ve götürdüklerimi bırakmak için mutfağa geçtik. Bilmiyorum günümüzde, Ankara'nın merkezi yerlerinde, normal mı karşılanıyor ama bileğinden dirseğine kadarki mesafenin yarısı altın bileziklerle dolu, tostoparlak bir teyze ile karşılaşınca hissettiğim duygular çok garipti benim için. Daha sonradan öğrendim ki bu arkadaşımın ailesinin 7 (YEDİ) tane evi varmıştı kirada, ve babasının bazı arsaları falan... Daha fazla nesi var nesi yok hatırlamıyorum, hafızam beni üzen şeyler konusunda pek istikrarlı bir unutma politikası sürdürüyor neyse ki...

...

Yazarken yeniden o günlere gittim, içimde kırılan o güven damarının verdiği sızıyı hissettim... konuyu nasıl bağlayacağımı falan da düşünmüştüm aslında ama o da uçup gitti aklımdan. 

Sözün özü, paranız varken yokmuş gibi yapmayın. Acındırmayın kendinizi. Param yok diye inleyip, iki tane MacBook Air'im var diye çıkmayın, param yok diye yakınıp borç istediğiniz arkadaşınıza "aslında 4-5 tane çeyrek altınım var ama onu bilmemne-zamana saklıyorum" demeyin. Param yok, kredi kartı borçlarımı nasıl ödiycem diye yakınıp, "bari düğünden kalan altınları bozdurayım" demeyin dan diye. Önce üzüyor, sonra da çok hem de çok kızdırıyorsunuz beni! Yapmayın!


Kızgınlığım aslında size değil, bu yaşa gelip de hala daha kendini acındıran kimselere güvenmemem gerektiğini öğrenemediğim için kendime, ama yine de siz yapmayın böyle. Sinirlendirmeyin beni.


3 Mart 2015 Salı

Sinir oluyorum - ii

Çaresi bariz olan veya bariz olmasa da çaresi olan ve bunu bilen insanların harekete geçmek yerine sürekli şikayet etmelerine sinir oluyorum.

Kız sürekli şikayet ediyor danışmanının kendisine ne kadar kötü davrandığından, ama ne bir imada bulunuyor adama, ne de açık açık konuşuyor. Ha, cesaretin yok mu adama laf söylemeye, suratın asık durmaya, açık açık konuşmaya? O zaman kapa çeneni arkadaşım! Ha bire adamın ne kadar kaba, kötü ve düşüncesiz olduğundan şikayet edip sonra da "ay o çilekli pasta çok sever, yarın bir dilim de ona götüreyim bu pastadan" deme. Diyosan da benim yanımda deme! Mal mısın ya?

Herif ha bire depresyonda. Depresyonda çünkü kendini beğenmiyor. Beğenmiyor çünkü çok kilolu olduğunu düşünüyor. E kilo ver o zaman! Kolay değil, tamam, ama imkansız da değil. Ayrıca senin için o kadar önemli madem, neden bunun için birşey yapmıyorsun? Ha sağlık derdin vardır, kullanmak zorunda kaldığın ilaçlar yüzünden kilo almışsındır vs., o zaman başka. En azından kilonu belli etmeyecek kıyafetler giyebilirsin. Düzgün kıyafetler seçersen aynadaki görüntün o kadar da rahatsız etmeyecektir seni. Ayrıca madem değiştiremeyeceğin bir durum bu, o zaman başka şeylere odaklanmanın, kendini pozitif hissetmeni sağlayacak şeyleri gündemine almanın vakti gelmemiş mi dostum? Yapma Allahaşkına... Hep şikayet hep şikayet, sadece kendini değil etrafındakileri de daraltıyorsun!

Hatunun hep söylediği laf: işler yetişmiyor, tüm yük benim üstümde. E güzel bir ekip kur kendine, iş bölümü yap, proje yönetimi yap, önceliklerini belirle ve ona göre davran. Ötekinin derdi; tezinin bir türlü bitmeyişi. Yahu her akşam 3 saat facebookla 1 saat CandyCrush ile geçerse bitmez ki o tez! Bir akşam arkadaşları gelir öteki şehirden, öbür akşam annesi skype yapalım der. Yahu sen millete diyeceksin ki "önümüzdeki 3-5 ay benim bir derdim var, dokunmayın bana". Sen diyeceksin ki "benim önceliğim tezimi yazmak". Sen gerekli önemi vermezsen kendi işine, milletin hiç umurumda olur mu senin tezin? Bir diğerinin şikayeti parasızlık. Sanırsın ülkede hiç eleman arayan yer kalmamış. Az ya da çok, illa ki para kazanabileceğin bir yol vardır. Yahu hiç değilse evde oturup internet anketlerini yap da 3 kuruş para girsin cebine ama "onca çaba sarf edicem de karşılığında şuncacık para verecekler, peh" deme.

Senin de sevgili okur, çaresi olan dertlerin vardır illa ki, millete şikayet etme bunları. İlla edeceksen evde karına, kocana, sevgiline telefonda en yakın arkadaşına et, tamam ama aynı zamanda şunu da kabul et ki derdinin aslında çaresi var. Senin gerçek derdin kıçını kaldırıp harekete geçmiyor olmak!

Kimsenin derdini hafife alıyor da değilim, olayı tersinden anlamayın sakın. Her dert sahibine cehennem. Hele ki çözmek adına çaba sarf ediyor ve yine de çözüme ulaşamıyorsan,
en fenası. Ama derdinin çaresi varken çaresizmiş gibi davranma. Deli etme beni! Allah devasız dert vermesin hiçbirimize, devaları görecek göz, harekete geçecek cesaret ve enerji versin.

Öptüm hepinizi!

24 Şubat 2015 Salı

Sinir oluyorum - I


Çeşitli nedenlerle mail yazabilirsiniz birisine. Her e-mail yanıt gerektirmez. Kimisinde 'hastayım yarınki toplantıya gelemiyorum' dersin, kimisinde 'dün akşamki yemek çok güzeldi' diye teşekkür edersin. Bu e-maillere gelen cevaplar, ve cevaba cevap verilmesini gerektirecek konular eklemek, ve cevaba verilen cevaba cevap vermeler... Sinir oluyorum bunlara!

Bazı e-maillerde ise bir soru vardır: Yarın akşam film izleyelim mi, haftasonu bize yemeğe gelsene, bilmem ne ders notları sende var mı, bu projeye katılmak ister misin veya bunu böyle yapayım mı, gibi. Bu maillere de cevap vermen gerekir, hem de mümkün olan en kısa zamanda cevaplaman, hem senin yapılacak işler listende yer kaplamaması hem de cevap bekleyenin vaktini almamak açısından önemlidir. Ama öyle hıyarlar var ki bu dünyada, bunu akıl edemiyorlar işte. Talebe cevabın negatif de olsa o negatif cevabın hiç cevapsız bırakılmaktan daha az negatif olduğunu, akıl edemiyorlar mesela. Kimi zamanlar oluyor ki, 'mailim ulaşmadı mı acaba' diye düşünüyor gönderen. 'Kosakoca adam yani, böylesi bir maile 2 satır olsa bir cevap yazması lazım normalde' diye düşünüyor. Alıcıya suç atmamak için kendi mail ayarlarından tut da alıcının günlük programına ve sağlığına kadar binbir tane lüzumsuz şeyle uğraşıyorsun kimi zaman. Ve en kötüsü de, tüm bu zaman boyunca gelecek olan cevaba göre hareket edeceğin için bekliyorsun. Beklemeyi sinir bozucu bulmayan var mı bilmiyorum, ben nefret ediyorum!

Sırf bu yüzden Sidekick adında bir eklenti kullanmaya başladım son birkaç haftadır. Artık akademisyenlerden arkadaşlarıma, ailemdekilerden iş görüşmesi yaptığım kişilere kadar, kim ne zaman malimi açarsa haberdar oluyorum. Hatta her açtığında haberdar oluyorum. Birisi manyak gibi ha bire mailimi açıyorsa bundan haberdar olmak istemeye de biliyorum. Size de şiddetle tavsiye ediyorum. Buyrun buradan indirin, bana da bir katkınız olsun, sayenizde 1 ay ücretsiz kullanmaya devam edeyim eklentiyi.



Durumu çok paranoyakça bulmuş olanlar olabilir aranızda. En son memnuniyetimi şöyle anlatayım size. Malumunuz Murtaza, benim doktora danışmanımdır. Kendisine dedim ki, "Bana şu özelliklerde modeller üretmen lazım ki analize devam edeyim. En kısa zamanda yapar mısın?". Cevap vermedi. Ama ben bu defa mailimin, gönderildikten 20 dakika sonra okunduğunu biliyordum. Perşembe günü gönderdiğim maile, Salı günü cevap verdi. Eskiden olsa: "Acaba maili almadı mı? Almadıysa bir şekilde kendisine ulaşmam lazım çünkü modelleri oluşturmak zaman alıyor, ve benim de çok vaktim yok. Acaba okudu da gereksiz mi gördü o modeller üzerinden devam etmeyi? Acaba okudu da modelleri oluşturuyor mu bu sırada?" gibi bir çok soru ile, sürekli gergin geçirirdim tüm haftasonumu. Ha peki şimdi okuduğunu biliyorum da ne oldu? Şu oldu: perşembe gece 22'de evinden okuduğu maili, Cuma sabah 9'da bu defa  ofisteyken okuduğunu, ve gün içinde de 6 kere daha maile baktığını gördüm. Bu demek oluyor ki modelleri hazırlıyor, ve dönüp dönüp ne özelliklerde model istediğime bakıyor bu adam. E peki bir zahmet, "OK, modeller hazır olunca sana haber veririm" dese ölür müydü? Ölmezdi. Ama demediği için benim haftasonum ölürdü! Sidekick bildirimleri, kullandığınız web tarayıcının kenarından popluyor ama ayrıca hesabınıza girip önceki bildirimlerinize de bakabiliyorsunuz, aşağıdaki örnekte olduğu gibi:


Sözün özü, size gelen mailde bir soru veya talep varsa, adam olun, 2 cümle de olsa cevap yazın. Sinir etmeyin beni!

22 Şubat 2015 Pazar

Bir uzak ülke...

“Herkesin istediği gibi yaşadığı uzak bir ülkenin özlemini duyuyorum.”

Oğuz Atay

Hedefim hep işe yarar olmaktı. Çocukken de işe yarar olmak için uğraştım, büyüyünce de. Bir işe yaradığımı hissettikçe tattım mutluluğu. En işe yarar şey de sana verilmiş emekleri boşa çıkarmamak, öğrendiklerini başkalarına öğretmek, sevgiyi, bilgiyi ve ekmeği bölüşmek oldu benim için. Astronomi okumaya başladığım zaman; lisans boyunca çift yıldızların optik bölge çalışmalarını öğreniyorum madem, yüksek lisansta da radyo özelliklerini öğreneyim, doktoramı yüksek enerjide yaparsam, yetkin bir araştırmacı olduğum zaman tüm spektrumu birleştirip tüm öğrendiklerimi harmanlayabilirim diye düşünüyordum. Öyle olmadı, hayat pek izin vermedi böyle olmasına. İnsanlar, ön yargıları, güvensizlikleri ve egoları izin vermedi, biraz da benim şaşkınlığım ve toyluğum. Bir diğer düşüncem de büyüyüp usta bir astronom olduğum zaman doğuya gitmek idi. Herkes ister Ankara, İstanbul, İzmir'de akademisyen olmayı. Ama biliyorum ki herkes bu şehirlere gidemez okumak için. Doğudaki üniversitelerden birinde bir astronomi bölümü olsa ve ben de ordaki öğrencilere anlatsam yıldızların bilimini diye umut ederdim. Kim bilir belki ben de Van Üniversitesi'nin Ethem hocası olurdum bir gün, kim bilir? Belki bir yerlerde öğrenciler WOS hocadan astrofizik dersi almak için Van Üniversitesi'ni seçerdi? Van değilse bile doğuda bir yerlerde akademisyen olma hayalim gerçekleşebileceğinin sinyallerini vermeye başladı geçtiğimiz Ekim ayından itibaren. 

Peki ben hala aynı şeyleri istiyor muyum? İnsanlarla uğraşmaktansa yıldızlarla uğraşayım derken boyundan büyük koltukları dolduran insanların kocaman egoları arasında sıkıştığımı fark ettim, hangi ülkeye gidersem gideyim. Fazla açık sözlü olunca insanların kafasını karıştırdığımı ve anlamadıkları için benden korktuklarını gördüm. Basit sandığım şeylerin o kadar da basit olmadıklarını, işin içine çıkarlar ve ego girince aslında hiçbir şeyin basit olamayacağını anladım. 

Her şey bir yana, bir de adaletsiz ve mutsuz insanlarla dolu olduğu görüyorum artık ülkemin. Eskisi gibi çiçek yok mesela evlerde. Neden? 2 hafta yazlığa gidince "iki günde bir, tabağından su veriverirsin, he mi?" diyebileceğimiz, evimizin anahtarını teslim edebileceğimiz komşularımız olmadığından olabilir mi? Eskisi gibi sokakta oynamanın tek sorunu çok terleyip üşütmek değil de, kaçırılıp organlarının çalınması veya tecavüze uğramak da var artık günümüzde. Sürekli televizyona bakarsan aptal olursun değil de, psikopat olursun diye tedirgin oluyor ebeveynler artık. Öğrenci dersten kalınca tembelliğinden değil de öğretmenin haksızlığından olabiliyor bu, işin kötüsü, bu gerçekten de bu nedenle olabiliyor. Dün gece itibariyle sokakta bere ve kaşkolla bir yerden bir yere gidiyorken sen, aynı sokakta eylem yapılıyorsa, polis de senin tipinden huylanmışsa, başına gelmedik şey kalmayabiliyor mesela artık. 1970'lerin Türkiye'sinde sendika mensupları aydın, bilge ve saygın kişilerken artık sendika üyesi olanlar sürgüne gönderiliyor mesela. Meselalar çok... ve ben korkuyorum. Bunca haktan, adaletten, sevgiden ve huzurdan mahrum olacağımı bile bile, hatta bu mahrumiyet neredeyse artık yasal olarak garantilenmişken, gerçekten istiyor muyum yeniden Türkiye'de yaşamayı?

Herkese her fırsatta dediğim gibi: haksızlıklar sadece Türkiye'de yok. Seri katiller, tecavüzcüler, esrarkeşler, hırsızlar sadece Türkiye'nin derdi değil, her ülkede var; en medeni denilen Avrupa ülkesinden, özgürlükler diyarı ABD'ye kadar her yerde var bu sorunlar; insanoğlunun olduğu her yerde. Ama aynı miktarda değil ve aynı tepkilerle karşılanmıyorlar. 

Ben, 31 yaşımı bitirmeme haftalar kalmışken, hala 13 yaşımın umudu ve idealizmiyle, hala istiyor muyum bir doğu üniversitesinin hocası olmayı? Ramazanda oruç tutmadığım için evimi basarlar mı acaba? Notunu kırdığım çocuk belinde silahla kapıma dayanır mı? Kırkıncı yaş günümü kutlamak için güzel bir şarap alabileceğim ve o şarabı gazete kağıdına sararak saklamadan eve götürebileceğim bir yer var mı acaba orda? Olur da Türk olmaktan bahsedersem, her ne kadar kendimi hiçbir milliyete yakın veya ait hissetmesem de alınır mı acaba birileri? Korkular, sorular, endişeler, ön yargılar ve cesaret!

Bir şeyi yapabilme şansınız olduğu zaman o şeyi gerçekten yapmak isteyip istemediğinizi asıl sorguladığınız zamandır sanırım. Bu sabah tutup da, Erdoğan'ın rejiminden kaçan bir sığınmacı olarak bir Avrupa ülkesine yerleşme başvurusunda bulunmayı ciddi ciddi düşünmüşsem...

Hayallerimden ve ideallerimden vaz geçmek istemiyorum. Hele ki bir baskı ve korku rejimi, ve bunun yarattığı insanlar nedeniyle vaz geçmeyi hiç ama hiç istemiyorum. Fakat şu da var ki Allah'ın bize en büyük emaneti olan bu beden ve ruh ise, ona layığıyla bakmak Türkiye'de pek de kolay değil ne yazık ki. 

Allah yardımcımız olsun.

21 Şubat 2015 Cumartesi

Sinir oluyorum



Sinirimi bozan bi dolu şey olduğunu hep biliyordum da, bunları yazarsam rahatladığımı unutmuştum nicedir. Dün gece kendi kendime sinir olduğum bir konu üzerinde konuşurken, eh bazen ben de bir uzman görüşüne ihtiyaç duyuyorum :P, eskiden bu kendi kendime konuşmalarımı bloga yazdığımı hatırladım.

Öyle görünüyor ki, "sinir oluyorum" adı altında bir seri geliyor buralara yakın zamanda. Şükür ki işler güçler yolunda gidiyor da yazmaya yeniden vakit ayırabiliyorum bu sıralar. Ben sinir olduklarımı yazacağım parça parça, başımdan geçen olaylarla birlikte. Bu arada siz de yorumlara yazın bakalım nelere sinir oluyorsunuz?

15 Şubat 2015 Pazar

Sen de anlat

Büyük lokma ye, büyük laf etme diye boşa dememişler. “Benim evim Konutkent’te olsa hayatta gitmezdim derslere” derken kendimi gece 12’de Ankara’dan otobüse binip sabah 5’te Kayseri’ye varıp, 2 saat terminalde ilk servisin varmasını bekledikten sonra üniversitede derse girerken buldum kendimi, sene 2006 idi. 

Kayseri malum mütaassıp şehirdir. Hele ki ramazan ayında kantine inip de yemek ne var diye bakmak, utançtan ölesi tepkiler alacağınız bir dengesizliktir. Gel gör ki aynı Kayseri’nin aynı semtinde, söz konusu kantinden en falza 1 kilometre ötede, iftar ezanının üzerinden 10 dakika ya geçmiş ya geçmemişken, üniversitenin misafirhanesine giden yola girdi bir araba, Aralık ayında. Benden yüz metre kadar ötede durup da içinden inenleri görünce, en samimi refleksimle  arabanın tekerlerine gitti gözlerim; patlak da değiştirmeyi bilmiyorlarsa yardım edeyim diye. İki kişiden biri arabaya bakarken biri etrafa bakıyordu, eh dedim arabada bir sorun yok heralde. Ne zaman ki baktıkları şeyin ben, neredeyse dizlerime inen uzun kabanımla, pantolonumla, kafamı kapattığım kapşonumla, ben, olduğunu fark ettim, o zaman hafifçe duraksadım. Sırtımdaki çantayı iyice bir yerleştirdim, telefonumu alıp elime, “mavi mazda” yazdım, okuyabildiğim zaman plakayı da yazmak için sımsıkı tuttum elimde, elim cebimde, yürümeye devam ettim. Başka ne yapabilirdim? Arabaya geri bindiler, plakayı gördüm, yazdım hemen, 38 AT 083, ama göndermedim mesajı kimseye henüz. Belli değil ki adamların beni illa ki kaçırıp organlarımı çalacakları. Araç yanımda ilerledi bir kaç saniye, sonra durdu. Önüme açıldı ön kapı, kısa boylu bir adam indi arabadan. Yol verdim, sağdaki tarlamsı inşaat alanına mı gidecek, yoldan birşey mi alacak, neyse derdi benden uzak halletsin diye. 

Hikayenin devamında bana hiçbirşey olmadığı için, şimdi hatırlamadığım bir ceza aldı adam, buna şaşırmadık tabii. Polis teşkilatının suçluları yakalaması 24 saat sürmedi, işte buna şaşırdık. Zaten bu olaydan sonra inanır oldum zaten polis teşkilatının iş yapar olduğuna. Ne Kayseri’de, ne ramazan ayında, ne iftardan dakikalar sonra, ne kılık kıyafetimin üsturupluluğu… bunların hiçbiri bu adamların bu girişimini daha da şaşırtıcı kılmadı aslında. Yaşadıklarım, sonrasında tek başıma sokağa çıkamayışım, geceleri tedirgin yürüyüşüm ve hala daha kaldırımda yürürken yoldan geçen arabalardan tedirgin oluşum bir yana, beni en çok ne etkiledi biliyor musunuz? Şikayetimi geri çekeyim diye bana telefon eden kişinin, bu adamın KARISI olması. 

İronik değil mi peki bu yazıdaki satır aralarının “Bakın pantolon giyiyordum, yani mini etek giyip de kuyruk sallamış değildim. Bakın kapşonum takılıydı, yani saçlarım açık kimseyi tahrik etmiyordum. Bakın Kayseri’deydim, İstanbul gibi kozmopolit ve it kopuğun olduğu bir şehirde değil. Bakın üniversite civarındaydım, derdim eğlence değil okumaktı…” diye çığlık atıyor olması?

Ve ben o polis tutanağına bile ev adresimi vermedim, çünkü biliyordum ki o tutanak zanlıya/suçluya da gönderilecekti ve telefon etmeye çekinmedikleri gibi belki kapıma da geleceklerdi. 

Belki bazılarınız ilk defa okuyordur bu hikayeyi. Halbuki olduğu andan itibaren hiç çekinmedim anlatmaya. Mini etekli olsam da çekinmezdim. Denk gelmemiştir de ondan duymamışsınızdır şimdiye. Ve işin kötüsü şu ki ben sadece şanslıydım, belki de Özgecan’a kıyasla biraz da deli. Yoksa bu adamlar da istese bıçaklayabilirdi beni, sonra yakar, sonra da bir dereye veya baraja atardı. Ben şanslıydım ki Emek-Tandoğan dolmuş şöförleri bana “sınav nasıl geçti?” diye sorar, 1 hafta beni okula annem bıraksa, “nerelerdesin, hasta mı oldun diye meraklandık”, derlerdi. Bu demek değil ki akşam geç vakte kaldığımda gece vardiyasındaki dolmuş şöförlerinden korkmadım. 

İşin daha da komik yanı, hala daha taksiye binerken bindiğim taksinin plakasını, varsa beni yolcu eden arkadaşıma, yoksa mesajla bir yakınıma iletirim, ve etrafımdakiler bana “hikaye yazma” der. 


Ne var ki benim yazmadığım hikayeleri benden çok daha büyük koca koca adamlar yazıyor, hiç düşünmeden…

(hikayenin detaylarını sanırım şurda daha fazla anlatmıştım, emin değilim.)

14 Ocak 2015 Çarşamba

Hep eski

"Günde 3 yazı girdiğim günler vardı."
"Bir ara Bumerang reklamlarını hiç kaçırmazdım."
"Sabahları koşuya çıktığım dönem..."
"Dukan diyeti ile epeyce zayıflamıştım."
"Hayvan herif ne üzmüştü beni."
"Kimse inanmadı ama ben onun mutluluğu için öyle yapmıştım."
"Eskiden bayramlarda..."

Beynimiz hep eskiyi tutuyor. Bu yüzden belki de ne bugünün tadını ne de yarının hayalini doğru düzgün yaşayabiliyoruz. Mindfuless dedikleri, bırak artık eskiden olanı düşünmeyi, saçma sapan falcılık oyunları ile geleceği tahmin etmeyi ve şu an içinde bulunduğun havayı yaşa.

Gözlemevindeyim. Kuzey İrlanda'da minik bir kasabada. Binbir imkanın tanındığı, bilimsel olarak çok verimli ve ideal bir iş yeri. Ama donuyorum. ve bu gayet komik aslında. Daha kalın mı giyinmeliydim? Kollarım üşüyor, sırtım hafif bir rüzgar serinliğinde. Isıtıcılarımız var ama yetmiyor belli ki, zaten fanlı ısıtıcı da yasak, yangın çıkarabilirmiş. Amma da takıntılılar iş güvenliği meselesine. Masam darma dağın, diğer çoğu kişiye göre, ama ben daha yeni toplarladım. Zerrincim'n gönderdiği ajanda geldi bugün, çok verimli oluyor onu kullanmak, çok iyi oldu gönderdiği, hem içine minik minik notlar da yazmış. Daha ne isterim? Analizleri yapılacak yeni yıldızların ön indirgemesini yapmışım zaten, klasörleme şeklinde saçmalamışım ama sorun değil aslında, yeter ki aklımı vereyim. Aldığım nefes hafif serince ama ayaz değiş yine de. Saat 2 oldu, burda öğle molası bitti demek bu. Bu kadar laf salatası yeter bence. Şimdi güzel bir fincan böğürtlen çayı alıp çalışmak zamanı...

3 Ocak 2015 Cumartesi

2014

Sonunda yıllardır yapmak isteyip de bir türlü yapamadığım şeye geldi sıra. An be an 2014 macerası...

01 Ocak: Yeni yıla 2013 boyunca keyifli bir dostluk paylaştığımız karşı komşumuz ve aynı zamanda astronom bir çift olan Una ve Dav çifti ile birlikte bizim minik fakirhanemizde girdik.

14 Ocak: Normalde sıradan olabilecek bir detay olmasına rağmen beni çok mutlu eden bir yeniyıl hediyesi aldım: James’in benim için internetten aldığı yılbaşı hediyesi geldi.

17 Ocak: Una’nın doğumgününü kutladık içinde Armagh Rymers’ın da bulunduğu Armagh’lı arkadaşlarımızla. Bu vesile ile İrlanda kültürüne dair sohbet etme fırsatı bulduk, Türk kahvesi yaptık, tüm beceriksizliğimle fal baktım.

28 Ocak: İlk yazarı olduğum ilk makalemi hakemli bir dergiye gönderdim! Doktora çalışmamın ilk elle tutulur ürünü…

31 Ocak: Sevgili olalı 5 yılı geride bıraktık...

18 Şubat: Yaşama sebebim, hayatımın anlamı, canım annem 55 oldu. Yanında değildim son yıllarda olduğu gibi ama tam da bugün gelen makalemin hakem raporu ile 55’e layık bir hediye verebildiğimi umdum.

11 Mart: Market Place and Theatre’da James Joyce’un “A Portrait of the Artist as a Young Man” eserinin tiyatrosunu izledik Una ve Dav ile. Kitap çok beğendiğim bir eser değildi ama sahnelenişi fena sayılmazdı bence.

15 Mart: Kuzey İrlanda’da sokak hayvanları toplandığı ve 3-5 gün içinde sahibi çıkmazsa uyutulduğu için özellikle kedi ve köpeklere göz kulak olan vakıflar var. Bunların önde gelenlerinden birisi de, bizim de 2011 yılından beri üyesi olduğumuz Armagh Cats Protection. Ben de bugün bu vakıf için biraz kedi makyajı yapıp, elimde vakfın kumbarası ile şehirde belirlenmiş noktalardan birinde durarak para toplanmasına yardımcı oldum. Gün sonunda toplanan toplam £180'un £54.24'ü benim kumbaramdan çıktı.

17 Mart: St. Patrcik’s Day karnaval alayını izlemeye gittik şehir merkezine, ordan Shambles Yard ve kiliseye geçtik. Dönüş yolunda Armagh’da ilk defa fish & chips yedik ve günü Hole in the Wall’da kapattık. Akşam eve dönünce uzun zamandır yapmak istediğim bir şeyi gerçekleştirdim ve Stampin’ Up temsilcisi olmak için ilk siparişimi verdim. Stampin’ Up, tıpkı Avon benzeri bir satış stratejisine sahip ancak bu defa ürünler kırtasiye malzemeleri!

18 Mart: Sevgili PİM’in doğumgünüm için hazırladığı paket geldi. Ama sabırla 28 Mart’a kadar sakladım!

19 Mart: Şirin Baba, Onur’a 6 aylık burs vereceklerini söyledi, ve üzerimizden büyük bir yük kalktı.

20 Mart: Evimizin ilk halısını aldık, nihayet!

22 Mart: Yıldızlar ile sesleri eşleştiren, duysal bir sergi olan Around North’un Armagh Gözlemevi’nde halka tanıtımında görev aldık. Önümüzdeki yıldan itibaren serginin sürekli gözlemevi bahçesinde bulunması planlanmakta.

26 Mart: NeOkuyorsun.com benzeri ancak çok daha geniş bir kiteye sahip olan Goodreads’ten kazandığım ilk kitap “Abduction”(Jonathan Holt) adresime geldi.

27 Mart: Katıldığımız “World Host Training” ile nasıl iyi bir ev sahibi, müşteri temsilcisi, dükkan sahibi, tezgahtar olunacağını öğrendik.

28 Mart: Yine doğdum! Bu defa 31 oldum. Önceki yılın 30 yaş sendromundan sonra, 31 hiç de zor gelmedi doğrusu.




1 Nisan: İlk youtube videomu yükledim.

8 Nisan: Ruxy ile birlikte ilk defa yogaya gittim. Normaldekinin aksine, hızlı tempoda bir yoga olduğu için biraz zorladı ama kesinlikle keyifliydi.

10 Nisan: Makalem yayınlandı!

19 Nisan: Sevdicekle ilk bisiklet turumuza çıktık! Uzun zamandır gitmek istediğimiz, Navan Centre & Fort’a gittik.

20 Nisan: Una’larda Paskalya yemeğine katıldık. Çokça bahsi geçen annesi ile de tanışma fırsatım oldu.

28 Nisan: Youtube’daki videolara eklediğim şarkıların telifi ile ilgili dertlendiğimi öğrenen Şişko Hobit beni Cansu ile tanıştırdı!

1 Mayıs: Hayatımın ikinci ehliyet sınavına girdim ve kaldım. Sınav süresince arabada bulunan direksiyon hocama kalırsa aslında geçer bir sınav vermiştim, ama sınavı yapan hoca gıcıktı. Emin olamadım, belki de çok heycanlanmıştım. Türkiye’de ehliyetim olmasına rağmen, 1 yılı aşkın süredir UK’da yaşıyor olduğumuz için ehliyetim burada geçersiz sayılıyor. Hem bir AB kimliğim olsun, hem araba kullanma meselesindeki pasımı atayım, hem de burada bir arabamız olsun, gezelim ve belki de araba ile Türkiye’ye geri taşınalım istemiştik; olmadı.
Günün sonunda Armagh tarihinde önemli bir karakter anısına düzenlen “Brian Boru Awakening” etkinliğine katıldık Church of Ireland’da.

2 Mayıs: Araba kullanmayı UK’da öğrenen sevdicek hayatının ilk ehliyet sınavına girdi ve geçti! Çok sevindik!

4 Mayıs: Vikingler şehre kamp kurdu!

8 Mayıs: Yaklaşık 1,5 yıldır süren psikolog görüşmelerinin sonunda nihayet anladılar depresyonda olmadığımı. Gün itibariyle teşhisin bir tür bipolar, siklotermia, olduğuna kanaat getirildi. Antidepresanlara elveda!

10 Mayıs: Giro D’Italia, Armagh’tan geçti. Sabahın köründe başlayan etkinliğe sevdicek ikimizin yerine gitti, güzel fotoğraflar çekti. Bense yataktan ayrılamamış, derin bir uykudaydım keyifle…

12 Mayıs: Bir türlü bitmek bilmeyen bel ve bacak ağrılarım için bir egzersiz grubuna başladım Orchard Leisure Center’da.  2 ay boyunca her Pazartesi ve Çarşamba, saat 17’de, 1.5 saat boyunca. Ayrıca ne zaman istersen gidip yüzmek de serbest.

15 Mayıs: Armagh’ın yerel ve tarihi çalgıcı grubu olan Ryhmers'a kostümlerle dahil olup  kilisede yaptıkları bir etkinlikte görev aldık, gazeteye çıktık!

19 Mayıs: Hayatımın üçüncü, UK’daki ikinci ehliyet sınavına girdim, yine kaldım! Bu defa sorunun bende değil sınavı yapan dangalakta olduğundan eminim. Sınav boyunca yanımda olan direksiyon hocam da aynı fikirde.

20 Mayıs: Orchard’dakine ek olarak bir de TowerHill community Hospital’da, bel ve sırt ağrısı çekenlere özel egzersiz grubuna başladım. Her salı 15:30’da.

21 Mayıs: İlk defa bir kart gönderdi babam bana!

22 Mayıs: Market Place Theatre’ın müşteri memnuniyet toplantısına katıldım. Bu tür bir uygulamanın nasıl gerçekleştiğine müşteri gözüyle bakmak ilginç oldu.

24 Mayıs: Çocukluğumdan beri yapmak istediğim bir şeyi gerçekleştirdim ve bir fuara katıldım kendi ürünlerimle! Standı Stampin’ Up bağlantım Alice ile birlikte kurduk. Yaklaşık 40Pound’luk satış yaptım ama asıl mutluluk beni hiç tanımayan insanların ürünlerimi beğenmesiydi.

27 Mayıs: Yaşadığım şeyin fuar yorgunluğundan öte, kuyruksokumu kemiği kırığı/çatlağı olduğunu anladık sonunda. Feci bir acı! Nasıl oldu bilmiyoruz, bisiklet üstündeyken olmuş olabileceği iddiaları var.

3 Haziran: Bir kez daha girdim ehliyet sınavına. Bu defa hepimiz eminiz ki sınavı yapan adamda bir pislik var. Kusursuz bir sürüş gerçekleştirmeme rağmen sınavcı dangalak “kavaşklarda gereksiz yere yavaşlıyorsun” diyerek bıraktı beni bu defa. Sonrada öğrendim ki kadın sürücülere gıcıklık yaparmış, tek defada onun sınavından geçen kadın şöför azmış vs. Tabii ki ilgili yerlere şikayette bulunma niyetim var ama fırsat bulamadım henüz… Avuntu olarak kocacık beni Portadown’a, en sevdiğim kitapçıya götürdü. Dönüş otobüsünü kaçırıp taksiye bi dolu para vermek zorunda kaldığımız, çok uyuz bir gün oldu.



7 Temmuz: Önceki yıl çekilen sonsuz MR’dan birinde tespit edilmiş olan, sağ tirodimdeki bir nodül nedeniyle ultrasona gittim.

11 Temmuz: Asena ve Özgün çifti ile harika bir haftasonu geçirdik. Enniskillen Kalesi ve Donegal başta olmak üzere gezdik, dolaştık, bol bol fotoğraf çektik.

15 Temmuz: İlk Stampin' Up etkinliğimi gerçekteştirdim evsahiplerimizin mutfağında. 5 kişi katıldı, çok da keyifli geçti.

18 Temmuz: 1 yıldır görüştüğüm psikolog hatun benim psikologlug bir durumum olmadığını, Freudiyen bir yaklaşımla psikanaliz yapılarak bilinçaltıma inilmesi gerektiğini iddia etti. Armagh’da psikanaliz yapan bi yer yok. Türkiye’ye inşallah :D

23 Temmuz: Evin bahçesinde yangın çıktı! 170 yıllık olduğu tahmin edilen ağaçların tutuştuğunu farkeden sevdicekle birlikte ev sahiplerine haber verdik. İtfaiye gelene kadar ön müdahalede bulunup ciddi bir sorun olmadan sakince atlattık durumu. (Yangını haber vermeye giderken yol boyu "yangın vaaaar! Jil yengeeee!" diye bağırdığım doğrudur.)

28 Temmuz: İrlanda Cumhurbaşkanı gözlemevini ziyarete geldi. Bir cumhurbaşkanı nasıl olur, nasıl davranır hatırlamış olduk böylece.

10 Ağustos: Evliliğimizde 4 yılı tamamladık. 4. yıl şimdiye kadarkilerin en güzeliydi. En sevgi dolu, hoşgörülü ve “biz” olduğumuz yıldı. Gelecektekiler bunu da gölgede bırakacak kadar güzel olur inşallah.

15 Ağustus: Ortaokul matematik öğretmenim olarak hayatıma giren ama sonrasında çok güzel bir dosta dönüşen sevgili Fer geldi bizi ziyarete. Onu karşılamaya Londra’ya gittim.
Londra’da geçirdiğimiz iki günün ilkinde Bizans’ın Yüksek Lisans mezuniyet hediyesi olan, aldığım günden beri sürekli taktığım safir kolyemi kaybettim. Gerilim ve korku dolu bir tiyatro olan "The Woman in Black" oyununu izlediğimiz ikinci günün sonunda ise Fer’in cüzdanının çalındığını fark ettik! Londra kabus oldu bizim için. (Detaylar için: ilk gün ve ikinci gün) 2 hafta kalmayı planlayan Fer’in cüzdanıyla birlikte neşesi de gitti, ve öyle olunca erken döndü Türkiye’ye.


28 Ağustos: Dublin’den yola çıkıp İstanbul’da annemle bir gece geçirip Moğolistan’a gidecekken, İstanbul uçağımı kaçırdım. Çok ağladım, çok özlemiştim annemi. Romanya üzerinden gittim, gece değil sabah vardım İstanbul’a, sarılıp uyuyamadım anneme ama bol bol konuştuk ve koşturduk. Sonunda vardım Moğolistan’a. Sırf giderken başıma gelen aksilikleri bile olsun yazacağım ilk fırsatta, inanamayacaksınız başıma gelenlere!

30 Ağustos: Moğolistan’a vardım! 10 gün geçirdiğim bu ülkede hayatımı değiştiren şeyler yaşadım, insanlar tanıdım, kararlar aldım.

9 Eylül: Moğolistan dönüşü 2 gece Ankara sıkıştırdım kendime. İstanbul havaalanında Cansu, Serkan ve Dicle’mle buluştum. 2014’ün en sevimli hediyelerinden olan Cansu’yla kanlı canlı görüşme fırsatım oldu böylece.

10-11 Eylül: Ankara’da inanılmaz hızlı ve azıcık uykulu dolu dolu 2 gün geçirdim. Anneanneme sarıldım bol bol, babam ve babaannem ile görüştüm iki arada bir derede. Zerrincim’e doyamadım tabii ki ama en azından kokusunu çektim içime bol bol! Kanka ile küsüştük, uzun zamandır biriken gerginliklerin anlık bir patlamasıydı ve ilişkinin sonrasında da önemli bir dönüm noktası oldu bu.

16 Eylül: Gözlemevinin ve evin bahçesinden 1 kiloyu aşkın böğürtlen topladık! Reçel yaptım!

20-28 Eylül: Armagh’a, evime, sevgilime döneli daha 1 hafta olmadan yeniden yollara koyuldum. Ne olur ne olmaz diyerek sevdicek de Dublin havaalanına geldi bu defa benimle, sabahladık birlikte. 10 yıl sonra yeniden Zerrincim’le Heidelberg’de olma hayaliyle başvurduğum toplantıda kariyerim için önemli kararlar aldım ama ne yazık ki Zerrincim’in vize işlemleri yetişmedi, buluşamadık. Moğolistan’da tanıştığım Polonya’lı arkadaşlarımla yeniden bir araya geldim. Bonn’dan eski dostum Mark beni ziyarete geldi; sayesinde ingress oynamaya başladım. Başta biraz zorlasa da, sonrasında iyi ki diyerek araba kiraladım ilk defa tek başıma. Sorunsuz geçti herşey, dönüşe 2 kala arabanın çekilmesi hariç kazasız belasız atlattım.



1 Ekim: Türkiye’den güzel bir teklif aldım kariyerimle ilgili. Moralim yerine geldi, normale döndüm.

8 Ekim: Armagh Market Place Theatre & Arts Centre’da Phantom & The Musicals’a gittik sevdicekle. Umduğumuzdan farklı bir şovla karşılaştık ama yine de eğlendik.

11 Ekim: Scott Kelby Photowalk'a katıldık. Armagh'da birçok fotoğraf çektik, yeni arkadaşlar edindik.

23 Ekim: Armagh Market Place Theatre & Arts Centre’da sahnelenen, tek kişilik bir oyun olan “The Trials of Galileo”yu izlemeye gittik sevdicekle. Oyunu izlemeye gelmiş olan Murtaza’ya tezin son halini verdim o sırada.

24-27 Ekim: Sevgili Asena ve Özgün çifti misafir oldu evimize. Tezden kurtulmanın huzuru ile harika bir haftasonu geçirdik birlikte; Moher Yamaçları'na, Doolin Mağarası'na ve Brigit’in Bahçesi'ne gittik. Hava çok güzel değildi ama yanınızdaki insanlar güzel olunca nerede olursanız olun mutluk elinizin altında! Dönüş yolunda Murtaza ile karşılaştık ama neyse ki tanımadı o bizim arabayı!

Reklamlar


ve gerçekler

 

28 Ekim: Yıl sonunda Türkiye’ye döneceğimizin planları neredeyse kesinleşmiş, kedilerin uçak ayarlamaları, taşınma firmasıyla buluşma tarihi yapılmışken gözlemevi Onur’a “6 ay daha burs verelim, sen de bitir de öyle gidin” dedi! Sevinmek yerine sinirden kudurdum ama zamanla alıştık buna da. Artık 1 haftadan uzun vadeli plan yapmak yok!
Aynı gün, gözlemevinin kapısında soğuktan titreyen zavallı bir kedi bulduk, adını Avatar koyduk. Sahibini aradık ama bulamayınca sokağa salmaya içim elvermedi. Ne var ki bizim kediler Avatar'ın evde olduğu gün boyu koltuğun altından çıkmayıp, yemeden içmeden kesilince kendisine hoşçakal demek zorunda kaldık. Neyse ki Ruxy tam da böyle bir ev arkadaşı arıyordu kendisine. Yeni adı Sirius.

4 Kasım: Tezi üniversiteye teslim ettim, jüriye mail attım!

7 Kasım: Murtaza bizi, yeni doktora öğrencisini ve stajyer öğrencilerini evine akşam yemeğine davet etti.

8 Kasım: Meşhur Interstellar’ı izledik.

10 Kasım: 7 Temmuz'da gittiğim ultrasonun devamı olan biyopsi girişimi tam bir facia ile sonlandı. Doktor örnek almayı başaramadığı gibi boğazımı delik deşik etti ve boyun kaslarımı da zorladı. Ultrason görüntüsünde öncekinden bir farklılık tespit edilmediği için iyi huylu bir nodül olduğu tahmin edilerek, 6 ay sonra yeniden bakılmasına karar verildi. Sonuç olarak ağrılı bir hafta geçirdim.

13 Kasım: Moskova şehir balesinden “Fındıkkıran” balesini izledik sevdicekle! Harikaydı!

25 Kasım: Doktora savunma provası yaptık Murtaza ve Necmi ile. Zor oldu ama “24 saat öncesine göre daha az endişeliyim” dedi Murtaza prova sonunda. Adamın iyi birşey söyleme kapasitesi bu kadar!

29 Kasım: Sevdicekle birkikte Georgian Day etkinliğinde görev aldık gözlemevinde. Gün bittiğinde ise hayatımın EN mutlu gününü yaşamıştım. Zerrincim geldi evime, İrlanda’ya! Benim için ne anlama geldiğini anlatmam mümkün değil. Büyülü 2 hafta geçirdik birlikte!

6 Aralık: Game of Thrones turuna katıldık Zerrincim ve sevdicekle. Uzun zamandır görmek istediğim Dark Hedges’i de görmüş oldum sonunda.

9 Aralık: Doktora savunmamı başarıyla verdim!

13 Aralık: Zerrincim’le Dublin’e James Joyce Centre’a gittik. Sonradan sevdicek de geldi. Doktoramın son aylarında audiobook’unu dinlediğim, ve kitabından büyük güç aldığım astronot Chris Hadfield ile tanıştım! Günü Ha’Penny Bridge Inn’de birer Guiness ile sonlandırdık.

14 Aralık: Zerrincim’i Dublin'den yolcu ettik…



17 Aralık: Yılsonunda TR’ye dönemeyeceğimiz ve benim vizem de yılsonunda bittiği için, bir kez daha vize uzatma koşturmacasına daldım. Tam bir kabus! 1 hafta içinde 3 kere Belfast’a gittim.

18 Aralık: Tüm gözlemevi kadrosu olarak muhtemelen son yılbaşı yemeğine gittik. Çıkışta Hole in the Wall’da toplandık. Doktoramı verdiğimden beri insanlardan Murtaza ile ilgili duyduklarıma inanamıyorum; adam tam bir psikopat!

25 Aralık: Christmas günü, ev sahiplerimize katıldık. Çam ağaçlarının altından bizim için de hediyeler çıktı bu sene!

29 Aralık: Sevdicek 31 oldu. Şakaklarındaki ve sakallarındaki aklar, gülünce gözlerinin kenarındaki kırışıklıklar daha da olgunlaştı… Hobbit'e gittik sevdicekle bugün, çıkışta Hole in the Wall'da toplanacaktık arkadaşlarla ama arkadaşlar bulamadı bizi, biri hariç. Tesadüf ki barda da her yıl yapılan "bilgi yarışması" varmış, parkinson derneği yararına. Eksik kalmadık tabii ama ne yazık ki sonuncu olduk yarışmada. Hal böyle olunca teselli hediyesi bir şişe şarabı da kaptık! Yeniyıl kartlarımız da bugün postalayabildik ancak. Eh 100'den iki eksik olunca, çoğunluğu da el yapımı olunca hem hazırlaması hem zarflaması vakit aldı biraz.

31 Aralık: Belfast’a gittik, çılgın bir alışveriş maratonu yaptık. Pek bişey almadık ama çok koşturduk. Yeni yıla evimizde, iki başımıza girdik BBC’den Londra’daki havaifişek gösterisini izlemeye çalışıp, ha bire kesilen bağlantıya küfredip, orada olmaya o kadar yaklaşmışken gidememiş olduğumuz için biraz gözyaşı döküp, herşeye rağmen önceki yıllara göre daha sağlıklı ve çok daha huzurlu bir yıl geçirdiğimiz, birlikte olduğumuz ve birlikteliğimiz için şükrederek…