13 Aralık 2008 Cumartesi

katran karası




gözünün karasına oturmuş bir minik tekne de, içinde kova kova yıldızlar, ölmesin diye içi su dolu kovalara konmuşlar. Tekne bir tek ama iki tane, yansımış ya gözünün karasına, kirpilerine vuruyor yıldızların ince ışıkları. dipleri en az gözlerin kadar kara, uçları kalbini acıtan her sözün ucu kadar ince kirpiklerinin. koparıp çektiğin her yıldız için bir damla taşıyor gözbebeğinden, o yüzden damla damla ıslanıyor yanağın. Gözlerini kırpmadan dursan da sen, dolup dolup taşıyor damlalar, kovaya koyduğun her yıldızda biraz daha, biraz daha... teninin beyazına baktıkça üşüyor içim, kirpiklerinin uçları kar tanesininkilere o kadar benzer ki...yıldızların ince ışıkları vuruyor kirpiklerine, teknenin yansısı, kovadaki yıldızlar ve damla damla taşan göz yaşların...
dümdüz yürüyüp gitmek istiyorum gözbebeğinin taa merkezine...

12 Aralık 2008 Cuma

ve kahreden, yaratan ki onlardır...

Gidiyolar işte yine.. Biri Bingöl'e biri İskenderun'a... ve henüz bilmediklerim kimbilir daha nerelere...

Serkan daha sessiz sakin İzmir'de askerlik yaparken doğuya asker yığdılar diye tüm gün ağlayıp gecelerce uyuyamadım, şimdi nasıl olacak bakalım.

Bunlar benim arkadaşlarım, kimisi sadece tanıdıklarım, kimi canım... peki ya sonra? ya sonra bir gün benim kanım da gittiğinde ne olacak? Tanıdıklarım, arkadaşlarım, dostlarım, canlarım ve günü geldiğinde benim kanım, doğuracağım çocuk ölmesin istiyorum, çok mu? Başka anaların doğurduklarını öldürmesin de! Benim bu yaşta korktuğum dünyaya, benden küçük çocuk kadınlar yeni canlar getiriyor, ben hala korkuyorum bu dünyada olmaktan, hele ki bir de yeni birisini bu dünyaya katmaktan. Olur da bir gün insani çaresizliğimle ve hormonsal doyumsuzluğumla ben de kalkışırsam buna, o zaman ne olacak? Tüm gücümü kocamdan alıp içimde bir can büyütmeye başladığımda, hayatımı aklımı ruhumu geleceğimi paylaşacağım ve içimdeki canı ona güverenek yaşattığım adam gidip de bir namussuz kurşunla öldüğünde ne olacak? İçimde her saniye minik minik büyüttüğüm canım içimde çıkıp da gitse ve sonra bir gün bana "vatanı savunuyordum anne" dese ölümüne özür mü olacak? Çözülecek mi bu kavgalar o zaman? Yeterince insan öldü artık tamam diyecekler mi hiç? Bir dalya olunca mı bitecek? Kaç çizgi çizmemiz gerekcek o dalya dolsun diye?

Seksen tane takımelbiseli adamın evrenle birlikte ivmeli genişleyen egoları tatmin olsun diye, hayatında değil takımelbise giymek, takımelbisenin olduğu bir vitrin önünden bile geçmemiş çocuklar ölüyor öte yanda,
NEDEN?


Nefret etmiyorum PKK'lılardan, Kürtlerden ya da her ne iseler hiçbirinden. Onlar da her toplum gibi bir lider tutup kendilerine, peşisıra giderek hayallerine yaklaştıklarını sandılar. Kendi hakları kendi özgürlükleri ve olacaksa da kendi koydukları yasakları olacaktı, kendi topraklarında, kendi bayrakları altında. O toprak Türkiye'min bir kısmı olmasa böyle düşünecektim, şimdi de böyle düşünmeliyim, çünkü onlar özgür olmak istediler, Türkiye içinde kendi özerkliklerini yaşamak istediler, sonunda çareyi direnmekte değil saldırmakta buldular. Yaptıkları doğru değildi ama sırf yanlış olduğu için anlamaya çalışmaktan vazgeçersek biz de elimize silah alarak veririz cevabı.

O kadar yaklaşmışlardı ki hayallerine, ya da öyle sanıyorlardı... Gün oldu Apo yakalandı, gün oldu içlerinde fireler çıktı, gün oldu ki artık analar çocukları ölsün diye doğrumaya itiraz etti! Şimdi korkuyorlar ve bilemiyorlar ne yapacaklarını. Örgüt yıkıldı içinden, hayalleri çok uzaklarda kaldı, ilk günkünden de uzaklarda. Uzalaşmak? Savaşı bırakmak? Bu kadar yol almışken değil de bu kadar can vermişken mümkün mü... Akıllarında hep şu var: "sonunda uzlaşacak idiysek neden öldü oğullarımız? Şimdi tamam dersek bu uzlaşmaya, ölen oğullarımıza ne deriz peki?" Bilmiyorlar artık devam etmeli mi, dur mu demeli. Bu kadar yıkılmışken hala ölüme gönderdikleri her can için arşa kadar yükseliyor çığlıkları, ama işte bilmiyorlar ne yapmalı...

Bilmediği şeyden korkar insanoğlu en çok. Bilsen ki kazanacaksın savaşı, korkmazsın ölmekten de; bilsen ki karşındaki 70metre boyundaki devdir sana saldıran bilirsin nerden saldıracağını da yine korkmazsın davranmaktan... Korkuyorlar, çünkü bilmiyorlar... Ve tek yaptıkları devam etmek hali hazırda süregelen kavgaya çünkü başka bişiy bilmiyorlar ki nasıl yapılır, nasıl olur.

Bu yüzden kızmıyorum ne Kürt ne PKK ne de her ne ise işte, benim canlarıma ve kanlarıma kurşun sıkanlara. Onlar da doğduklarında 2kilo 800gram gelen, gözlerinin rengi belirsiz, sesi merak edilen bebektiler. Onlar da sevdiler, sevildiler.. Onlar da istediler ki kırmızısını kendi kanlarından alan bir bayrakları olsun.. Kızmıyorum onlara... Kızıyor muyduk Bosna-Hersek'te direnenlere? O zaman kızmıyorum ben Kürtlere de.

Benim kızgınlığım o seksen tane takımelbiseliye! Aydınım diye kasılıp barışı kanadından tutup da yanımıza getirmeyi beceremeyen ve fakat iktidara yaranmak ve reklam yapmak adına ortalarda taklalar atan ve utanmaktan nasibini almamış, bu toplumun kendi üzerindeki emeğine saygı nedir bilmeyen omurgasızlara! barış diye mırıldanır gibi yapıp kalbi iyi aklı saf insanların ellerine silah verenlere!

Varsa bir yerlerde bir Allah, sopası yoksa da canınızı yakacak bi yolu vardır elbet! Allahınızdan bulun!

10 Aralık 2008 Çarşamba

Finden Sie nicht auch deutsch sprechen?

Naapcam hiç bilmiyorum, hiç! Taa üniversitenin ilk yıllarından bi arkadaşım gelmiş Bonn'a, onunla buluşucam. İyi hoş da, akşam MPI'dekilerle yemeğe gidiyorlarmış, sen de gel diyor. Evet biliyorum bu davet süper ama ben hala Almanca KO-NU-ŞA-MI-YO-RUM! Of allahım yaa.. Anlıyorum anlamasına, hatta çok zorladım mı yazıyorum bile ama konuşamıyorum. Zaten yurttakiler de sinir ediyor iyice, bazen çalışıp çıkıyorum mutfağa gidip biraz pratik yapıyım diyorum başlıyolar hemen bana garip garip bakmaya. -Nooldu diyorum yanlış mı kurdum cümleyi? -Yoo çok doğru. -E o zaman telafzum mu yanlış? -Hayır, hayır, gayet güzel. -E sorun ne o zaman? -Ya biz alışık değiliz senin Almanca konuşmana da ondan garip geliyor. Kih kih kih... Allahım nerde o sayfalarca Almanca mektup yazdığım günler? Azcık düzgün çalışsam hatırlıycam halbuki biliyorum ama neyse işte yine geldi yumurta kapıya dayandı, benim için öncemli onca adamın arasında yine sessiz kukla gibi oturup hafif tebessümlerle katılıcam konuşmalara, eğer gidersem! Gerçi iyi oluyo böyle, burdaki yırtık kızlardan sonra bayaa bi hanım hanımcım görüyorlar, çok etkileniyorlar. Hele bi de zarifce giyinip minik bi yaka iğnesi veya fular taktım mı, taze yaz sabahı gibi kokan hafif bir parfüm ve hafif topluklularla ortama girdim mi bir de ağzımı bıçak açmayınca, üstüne de onların rezil aksanlı ingilizcelerinin yanında aksansız bir İngilizce ile konuşunca süper oluyor. Tabii ellerinde kağıt kalem olmayınca formüllerini de bir kenara bıraktıkları için, meydan benim güzelim yorumlarıma kalıyor ki değmeyin keyfime. Ama.. Ama'sı var işte işin. Bi kere Kayseri'deki olaydan sonra(bi ara anlatırım ama kısaca bir tecavüz öyküsü diyeyim size) bir süre gündüz bile tek başıma çıkmaya korkar hale gelmiştim, sonra gündüzlere alıştım ama geceleri çok zorda kalmadıkça çıkmıyorum tek başıma. Şimdi bunlar kesin benim bilmediğim bi yere gitmişlerdir yemeğe çünkü ben geldiğimden beri restoranta falan gitmedim burda. Herşey hem ateş pahası hem de yemeklerin üstüne iğrenç soslar koydukları için ya yiyemiyorum ya da yesem de anında midem bozuluyor falan filan.. Of.. Tek başına çıkmak var, mekanı bulmak var, eğer arkadaşım da almanca biliyorsa gecenin çoğunu sessiz azınlık olarak geçirmek var, bunun bi de dönüşü var, ve bir de yarın sabah erkenden kalkıp kuasarlar dersine yetişmesi var. İyisi mi ben sessiz sedasız evimde oturup kuantum çalışayım, hiç olmadı örgü falan örerim... =/

Zaten Zerrin'cime de ulaşamıyorum, teleşlıyım öğlenden beri..

Hala bayram!

Üçüncü gün artık Zerrin'cime iyice fenalıklar gelmiştir, hızlıca duş alırız sırayla ve doooğru kuaföre yol alırız. Gerçi kuaför faslı Zerrin'cimi yine sıkan bişiydir ama ben cik cik ötmeye başlayınca saçım yapıldıktan sonra, onun da neşesi yerine gelir. Belki 7.Cadde'de bi fincan kahve içeriz, belki biraz yürür eve gideriz, belki Ayşegül'e telefon ederiz, İzmir'de değilse onunla buluşuruz, ya da Zerrin'cim işe gider ...
Ben de Haydut ve Eşkiya'yla buluşurum, Migros'ta veya Armada'da veya Kızılay'da, önce bi güzel Mc Donald's ziyafeti çekerim onlara, bacak kadar boylarına bakmadan kendileri ödemeye kalkışırlar, sonra ben ödeyince önce bozulur gözüme bakarlar biz çocuk muyuz edasıyla sonra jeton düşer ve işin tadını çıkarırlar. Yemeğin ardından ya sinemaya gireriz ya Fantasialand veya benzeri ne varsa mekanda.

Ne kadar lüzumsuz iş varsa hepsini yaparız muhtemelen ve benim tüm bayram harçlıklarım bitme noktasına yaklaşırken hadi artık yeter dediğimde herkes doymuştur haylazlığa ve kimse itiraz etmez, yorgun argın yola koyuluruz ve muhtemelen istikamet bizim ev olur, ama Sevinç'in nazına niyazına bağlı olarak benim onlara gitmem de mümkündür. Eğer bize gidersek zaten Sevinç'ler kalkışa hazır vaziyette bekledikleri için çocukları alıp giderler hemen, eğer onlara gidersek biraz sohbetten sonra hemen bi Tabu oynanır, üstüne belki bir okey, duruma göre belki biraz tavla...

Eşkiya yeni öğrendiği şeyleri çalar gitarla, Haydut da eksik kalmaz kemanı alır gelir, onlar çalar ben söylerim sonra kesmez bu durum enişteye sulanırım şu sazı bi çıkarsana diye, ortam değişir hemen, türküler dile gelir, zaman nasıl geçer bilmezsin, telefon gelir evden, "Witchie orda mı? Merak ettik saat kaç oldu" diye, halbuki herkes bilir benim orda olduğumu ama bu aslında "biz sıkıldık hadi gelsene" sinyalidir, eniştem beni eve bırakır, yolda sohbet ederiz onunla, ve eve girer girmez hemen hesap sorarım, "kimler geldi bakiim ben yokken bayramlaşmaya? Yönetici geldi mi? Yan komşu? Siz idae-i ziyarete gittiniz mi? Ne zaman gitceksiniz? Türkan teyze aşure falan yapmamış mı? Ben bi gidip elini öpiyim onun" diye hızlıca geçen konuşmanın ardından istikameeettt... kanepeee!

Üçüncü gün de biter, zaten bayram bitmiştir, ertesi gün de bayramın yorgunluğunu çıkarmak içindir...

9 Aralık 2008 Salı

Hepinizi izliycemmm

Gelme vakti yaklaştıkça ben iyice karman çorman oluyorum. Bazen heycandan ölcekmişim gibi kalbim nasıl hızlı hızlı atıyor anlatamam, bazen de çok korkuyorum, yine herkesi birden mutlu etmeye çalışıp arada sıkışıp boğulacak gibi olucam diye strese giriyorum.

Gün be gün planladım ne zaman kiminle görüşeceğimi. Ama henüz planlanmamış kalan bişiy var ki o da hangi filmlere gitmek istediğim.

1- Issız adam: O kadar çok kişi yazdı çizdi ki izlemek farz oldu, anladım. Bi de müziklerinden çok bahsediliyor, müzikleri de filmde dinlemek için çok inat ettim.

2- Arog: Güzel olacağını umuyorum. Sinemada izlemesem de olur sanırım, cd'sini alırım korsancımdan ama benim sevgili notebook'um artık korsan cd okumuyor, derdi ne anlamadım, temizledim olmadı, karşıma aldım konuştum olmadı, yalvardım olmadı... =/

3- Madagaskar 2: birincisini öyle çok sevdim ki bunu da mutlaka izlemeliyim.

4- Mustafa: Tabii ki! Ama bunu da sinemada izlemek istemiyorum. Omurgasız Can Dündar ne işler yaptı merak ediyorum ama ona para kazandırmam. Gerçi ne kadar omurgasız bi adam olsa da piyasa işi yaptığı için güzel bişiy bekliyorum.

5- Wall-e: DC++ da hep almanca versiyonlarını buldum, bunu da korsancımdan almam gerek mutlaka, veya hali hazırda indirmiş birileri varsa araklayabilirim, veya Haydut ve Eşkiya ve Zerrin'cimle birlikte izleyebiliriz.


6- Kolera Günlerinde Aşk: merak ediyorum ama bünyem duygusallık kaldırabilecek gibi gelmiyor bana, sanki bunun da cdsini alıp, uygun bir zamanda izlenmek üzere arşive koyarım gibi..


7- Kadınlar Hakkında Herşey: Bunu da sinemada izlemem, zaten hala vizyonda mı bilmiyorum, ama eminim dalga geçeceğim bi dolu saçmalık vardır içinde, izlesem hoşuma gider belki.

8- O... Çocukları: eskidi sanırım bu film, ama ben hala meraklardayım, kadro çok iyi zaten! bi de fragmandaki şu laf öldürdü beni "-biz seninle dünyaya aynı yerden bakmıyoruz" diyor kız, oğlan da diyo ki "-ama aynı dünyaya bakıyoruz"... öyle olmuyor işte be olum, olmuyor öyle aynı dünyaya oooo kadar farklı yerlerden bakmak. Ahh ah.. neyse görücez işte acaba bunlar nasıl bi dünyaya nerelerden bakıyorlarmış.


9- Dinle Neyden: son zamanların Türk filmlerini sevmeye başladım sanırım, merak ediyorum bunu da


10- East Of Bucharest: Romanyalı bir kankam olduğundan beri bu ülke hakkında hiçbişiy bilmediğimi farkettim, Romanya'daki devrim ile ilgili bir filmmiş, ingilizce seslendirmeli bir versiyonunu arıyorum ama bulamadım henüz =/


11- Issız Adam'la aynı zamanda vizyona girmiş olan ve acaba hangisin egitsek diye insanları ikirciklerindiren bi film vardı ama bulamadım bi türlü, biliyorsanız söyleyin bi zahmet. Tabii "mutlaka izle" dedikleriniz varsa onları da söyleyin e mi!

Bayram 1 gün değil ki...


İkinci gün sabah muhtemelen 11,5 civarında kalkar kahvaltı faslını halledip uyuşukluktan kurtulma safhasına geçeriz. Ben önce Şaybe'cimleri arayıp planlarından emin olurum, sonra Sevinç'leri ararım. Şaybe'cimler, Sevinç'leri ve beni bekledikleri için evde duracaklardır, Zerrin'cimi ve eğer kabul ederlerse anneannem ve dedemi de alıp Şaybe'cimlere gideriz, ve bir şekilde Sevinç'lerle orda karşılaşırız yine. Evet ekip aynı ekip ama mekan farklı =) ve tabii ki Şaybe'cimin benim için özel olarak yaptığı limonlu kek, ve küçük bir ihtimal ki Cemile Hanım Teyze'nin artık yaşlandığı için pek yapamadığı özel poğacalar önemli bir farktır benim için. O limonlu keki Şaybe'cim gibi yapan yoktur dünyada bence, ve Cemile Hanım Teyze o poğacaları her yaptığında yaklaşık 25-30 tane yapar sanırım ve sadece 1 tanesine ceviz veya zeytin koyar "bakalım bu senenin şansı kimdeymiş görücez" der bi de, ve her seneki gibi ben ilk yediğim poğaçada bulurum o şanslı olanı, düzen bozulmaz =) Bir süre sonra Meral Abla'lar gelir ve Sevgi Teyze'ler ve belki Gönül Teyze'ler de gelir. Tüm çocuklar, yani ben Haydut ve Eşkiya en çok Meral Abla'nın gelişine seviniriz çünkü o harçlık verir ama ben Gönül Teyze'yi görmeye daha çok sevinirim çünkü çok hoş sohbettir, ve her ne kadar tutturamasa da pek keyifli kahve falı bakar. Bir süre sonra bu kalabalığa dayanamayan dedem huysuzlanır ve biz evimize gideriz, pijama terlik televizyon keyfi başlar, Zerrin'cimle yumuş yumuş kanepede otururken "bak bu sefer uyumayalım da güzel bi film bulup onu izleyelim tamam mı" konuşmasının üstünden yarım saat geçmez ki biz sarmaş dolaş uyuya kalırız kanepede, ikinic gün de böyle biter...

Evet 25'ine gelmiş hala bayramlarda ordan oraya atlayıp zıplayan, el öpen, şeker yiyen garip bir yaratık gibi dursam da biliyorum ki ben evde olmayınca ne hikmetse bizim ev ölü evi gibi oluyor. 13-14 yaşındaki kuzenlerde hiçbir neşe belirtisi yok, telefon çalmaz, televizyonun sesi çıkmaz, ve sanki anneannemin yemekleri güzel bile kokmaz, bilmiyorum neden böyle olduğunu. Arada bir telefon ediyorum eve, sanki az önce ölüm haberi almış gibi bir sesle açıyorlar telefonu, arayanın ben olduğumu anlayınca sesleri yerine geliyor, yavaş yavaş arkadaki sessizlik bozuluyor, önce konuşmalar sonra gülüşmeler geliyor, ve mutlaka birisi diyor telefonu kapatmadan önce "sen bu evin neşesisin" diye. Hoşuma gidiyor ama üzülüyorum da aslında. Artık evin neşesi o bıcırık kuzenlerim olmalı sanki, sanki beni artık eşşek kadar oldun kategorisine koymaları gerek gibime geliyor. Garip ki eve gidip uslu uslu bir koltukta oturduğumda herkes neyin var diyip duruyor, ama şarkılar söyleyip danslar ederek millete çay koyduğumda, hatta hızımı alamayıp birilerinin kucağına atladığımda normal geliyor. Bunlar için artık biraz(!) büyüdüm sanki ama birisinin bunu evdekilere anlatması gerek belki de. Hep mutlu olmak ve mutlu etmek sorumluluğu üstümdeymiş gibi yorgun hissediyorum kendimi bazen. Yine de insanın böyle kocaman bi ailesi olması güzel, çok güzel!
Yarın: bayram harçlıkları nereye gidiyor? (bayram yazı dizisi son bölüm)

PS: bu yazı rengi çok mu göz yoruyor bana mı öyle geliyor? Fikir beyan ederseniz seviniciiim.

8 Aralık 2008 Pazartesi

Şimdi orda olsaydım...



Bu geceyi evimde geçiriyor olsaydım bi kere kesinlikle televizyon karşısında Zerrin'cimle yumuş yumuş uyukluyor olacaktım şimdi, aklımda yarın sabah kalkıp yapacaklarım...

Sabah muhtemelen en önce ben uyancaktım, biraz yatakta döndükten sonra kalıp salondaki masanın günlük örtüsünü süslü püslü olanla değiştirecektim. Hemen ardından sessizce mutfağa gidip bi dolu krep yapacak, kahvaltı sofrasını hazırladıktan sonra avaz avaz "bu-gün-bay-rammm! Erken kalkın çocuklaaaar" diye Barış Manço şarkıları söyleyerek önce annannemi sonra Zerrin'cimi uyandıracaktım, ve tabii gürültüye ayaklanan dedem kendiliğinden kalkmış olacaktı ve ben koridordan mutfağa doğru geçerken, o karşı istikametten gelip gözlerime ters ters bakıp "cık cık cık, böyle olur mu bu saatte kızım?" demek isteyecek ama ben sevimli sevimli boynuna atlayıp "günaydın dedeciiiiim! bayraaaam! bayraaam! kahvaltı hazırladım hadi gel hemen" diycektim o da "iyi iyi hadi çekil" diyip yoluna devam edicekti. Mutfağa gidip çayları koyup gelmeleri bekliycektim, bi türlü gelmiyceklerdi, gidip bi tur daha uyandırma faslı yapacaktım, sonunda sıkılıp oturacaktım kahvaltıya tek başıma ve tam o anda dedem gelecekti, 3 dk sonra anneannem, 5 dk sonra Zerrin'cim gelecekti, minicik mutfak masamıza sıkış tıkış oturacaktık, anneannem mutlaka sofrada eksik bişiyler bulacak ve geciktirecekti kahvaltısına başlamayı, ben zaten kahvaltı yapmayı çok sevmediğim için çabucak bitecekti kahvaltım, ben kalkınca anneanneme daha fazla yer açılacaktı. Hemen içeri gidip süslü püslü bişiyler giyecektim bayram diye, bu sırada onların kahvaltısı bitmiş olacaktı. İlk iş dedeme gidecektim, "deedeeee" diye, bunun ne demek olduğunu anlayan dedem gülerek bakacaktı gözlerime ve ben yine edalı işveli bir kez daha "dedeeeee" diyince "söyle bakalım nedir?" diycekti, "gel ben bi elini öpiyim bugün"diycektim,"e hadi öp bakalım" diycekti, ben öpücektim ve bırakmıycaktım elini"eeee?" diycekti ben de "dur dur iyi olmadı galiba ben bi daha öpiyim" diycektim,o gülücekti, "tamam tamam öptün git hadi" diycekti, ben de boynumu büküp, "ya? gidiyim mi? mmmm, peki gidiyim bari naapiyim artık.." diyip kedi gibi gözlerine bakıcaktım, gülecekti, "para mı istiyosun?" diyecekti, ben de sırıtıcaktım, o da gülümseyip "iyi hadi tamam dur bakalım" diyecekti, titreyen elleriyle pantolonun cebinin düğmesini açıp cüzdanını çıkaracaktı, içinden bir miktar para çıkartıp "al bakalım ne kadar istiyosun" diycekti, ben de "ben ne biliyim sen vericen" diycektim, o da bişiyler vericekti içinden, ben çok verdiğini farkedip yarısını masasına bırakıp çıkacaktım odasından. Sıra anneanneme gelecekti, koşa koşa gitcektim odasına, muhtemelen kahvaltısı anca bittiği için giyiniyor olacaktı, ben yakasına saldırıp "gel bi öpüyim seni heleeee" diyip üstüne atlıycaktım, o kocaman yatağına devirecek ve gıdıklıycaktım onu. "ay dur belim belim, dur kızım dursanaaa imdaaat" diye bağıracaktı bir yandan gülerek, sonra kalkıcaktım gerçekten bi tarafını incitirim korkusuyla, "dur bi düzgün öpiyim elini hele bi bayramını kutlıyım seninnn" diycektim, öpücektim elini, hemen diğer elini yeşil yeleğinin cebine sokup bişiyler hazırlayacaktı vermek için ama vermeden önce soracaktı her zamanki gibi, "deden verdi mi bakiim?" diye, "verdiiiii" diycektim, "hah iyi ne kadar verdi bakiiim?" diyecekti, "sen ver hele önce, sonra söylerim" diycektim, söylersin söylemezsin didişmesinden sonra elindekini verecek ve dedemin ne verdiğine bakacaktı, kendisinin verdiğinden fazla ise "bak sen şu adama yahu!" diyecek sonra da "iyi iyi aferim bak iyi vermiş" diyecekti, kendisininkinden azsa "aman pinti o zaten bak ben sana veriyorum ama az harca e mi" diyecekti. =) Sıra bizim odaya gelecekti. "Zerrinciiiiim" diye dalsam da odaya ses yok tabii, "zerrinciiimmm" desem de cevap "horrrr"; "aşkıııımmm" diyince "uyuyorum beeeen!" diyecekti ve bu sefer de onun üstüne atlıycaktım, yumuş yumuş dakikalar ve etrafa düşen paracıklar =)) Sonra kalkıp salona gidecektim ne var ne yok diye, hemen şekerlikleri dolduracaktım gelen olursa diye, ve o sırada kapı çalacaktı muhtemelen, ilk çocuklar gelecekti şeker istemeye, ve ben onlara şeker vermeye utanıp anneannemin yanına gidecektim koşa koşa, "geldiler geldileerrr", "kim geldi kızım? açsana kapıyı" "ya yok ben açmam, çocuklar şeker istiyodur sen açsana nooolurrr", anneannem açar kapıyı, biraz şeker verir, biraz harçlık verir, ben sıkılırım bu arada başlarım sırayla teyzemleri aramaya. Kim evde yoksa o yoldadır bize gelmek için diye heycanlanırım. Biraz sonra kapı çalar zaten, Şaybe'cimler gelmiştir, ellerinde de ya baklava ya börek ve mutlaka bir kutu Serender çikolatası. İçeri davet ederim, ne hikmetse evde benden başka kimse yokmuş gibi herkes odasındadır, tabii benim o kadar ısrarıma rağmen kimse hazırlanmadığı için şimdi baskına uğramışlardır. Ben hemen Şişko'mun elini öperim, en büyüğünden güzel bi kağıt para verir, sokuştururum cebime, dünyanın en çulsuzu gibi giderim Şaybe'cime, sanki bilmiyomuş gibi Şişko'mun verdiğini bi güzellik de o yapar, ohhh ben rahatlarım, koşa koşa odama gider bayram cüzdanımın içine koyarım bu aldıklarımı da, ardından hemen mutfağa, çay koymaya, çünkü Şişko'cum gelmişse hemen çay demlenir bizim evde ve hemen salona geri koşarım yalnız kalmasınlar diye, biraz sohbet ederiz biz, bu sırada dedem gelir güzelce giyinmiş kravatını takmış bir şekilde, selamlaşır gelenlerle ve yerine oturur, ben sanki yeni görüyomuş gibi giderim bi daha elini öperim, güler bu defa çokça, anneannem gelir, Zerrin'cim gelir, çikolatalar kolonyalar, arada kapıya gelip çikolata isteyen çocuklar, öğle vakitlerinde çaylar içilir ve muhtemelen anneannem zeytinyağlı barbunya yapmıştır börekle birlikte afiyetle mideye indirilir ve 2-3 gibi Sevinç'ler gelir. Hemen yeni bir heycan, Sevinç'in eli öpülür, eniştenin eli öpülür, harçıklar cebe konur, odaya geçip günün haslatının içinden makul miktarda bişiyler seçilip hazırlanır ki odadan çıkar çıkmaz Eşikya gelip elimi öper, kapar bi miktar bişiyler sevinip bi de boynuma sarılır, sonra Haydut'um gelir öper elimi utana sıkıla, bi miktar da o alır ama tüm ağırbaşlılığıyla cebine koyup, "Witchie abla geçen gün nooldu biliyo musun" diye konuyu başka yere çeker çünkü ona göre benden harçlık alınmamalıdır ama harçlık almak da güzeldir hani =) Sonra bir miktar aile saadeti yaşanır salonda, ardından Zerrin'cim odasına kaçar, çocuklarla ben anneannemin odasına çekiliriz, okulda olanları anlatırlar bana, bende ilgilerini çekecek bişiy varsa ben anlatırım, ve ertesi gün için planlar yapılır, nerde buluşsak nereye gitsek diye. Akşam yemeği topluca bizde yenir, 1o kişilik dev kadro muhtemelen hamsilere yumulur ve ilk gün böyle geçer...

Madem sabırla buraya kadar okudunuz, uzakta da olsam benim bayram sevincimi paylaştınız, o zaman sizin de bayramınız kutlu olsun, hep şeker tadı kalsın damağınızda, bol harçlık alın, bol harçlık verin, bol bol şarkı söyleyin, "bugün bayram!"

7 Aralık 2008 Pazar

...dots... of the night / ....


Zilyon tane şey yazdım, her biri taslaklara gitti sonunda. Bi dolu alıntı yaptım, sildim attım onları da. Zaman geçtikçe, hoşgörüm geri geldikçe, içim dengeye yaklaştıkça, huzura doğru bir adım daha yol alıyorum, huzursuz hiçbişiyi kalıcı yapmak istemiyorum. Buraya yazılanlar hep iyiye hep güzele dair, içinde hep umut olan şeyler olsun istiyorum. O yüzden ne yeni yazılar ne de alıntılarla yeni entry'ler girip eskileri aşağı aşağı itelemeye çabalamaktansa, sadece gecenin noktalarını doldurayım en iyisi diyorum...

Song of the night: Evanescence - Everybod's Fool
Color of the night: bu renk
Adj. of the night: Lost
Smiley of the night:

Vermeyince Mabud, neylesin Mahmut?

Eğer ortaokul çağında değilseniz, bir cep telefonunuz olduğunu ailenizden gizlemiyorsanız, annenizle kız arkadaşınız kanlı bıçaklı değilse, aileniz sizi eşicinsel sanmıyorsa ve 21. yüzyılda yaşıyorsanız; sevgiliniz sizi aradığında açmama sebebiniz
annenizin peşinizden ayrılmaması yüzünden evde telefonda konuşamıyor olmanız
olamaz sanırım? A-aaa, olabilir mi, cidden miiii? Ay inanmıoooruuuuuummmmm.... Nassı üzüldüm nassı üzüldüm annnatımammmm... Yani telefonu açıp naber, nasılsın, faslını fazla uzatmadan şu anda uygun değilim sonra görüşelim dediğiniz zaman anneniz sinir krizleri geçirecek, ölüm döşeğindeki hastanız gürültüye uyanacak, herkes anında anlayacak telefonun diğer ucundakinin sevgiliniz olduğunu di mi, di mi, dii miiiii... Ama ben neden göremiyorum alnımda yazan yazıyı, işte bunu çözemedim bi türlü. O da olur zamanla inşşallah, Allah büyük! Ya sabır! Ya sabır! Ya sabır, ya sabır, ya sabır!