Bayramın ilk günü çalışmazdı annem. Evde olurdu ama hep uyurdu. Gider yanına sokulurdum. Herkesinkinden farklı, çok farklı bir kokusu vardır annemin; yanına sokulup koklardım onu sessiz sessiz. Sonra sıkılırdım kımıldamadan durmaktan, içeri gider televizyon izlerdim anneannem ve dedemle, misafirlerle dururdum biraz. Sıkılınca sessizce gider anneme bakardım kapıdan, uyanmış mı diye. Anne değil de, çok keyifli bir oyun arkadaşı, muzurluk kaynağı, hayran olunacak bir zekaydı o benim için.
Akşam olup da misafir geliş gidişleri bitince kalkardı. Hızlıca bir duş alırdı. Hep hızlıydı onun banyosu zaten, merak ederdim benim gibi sıcak suyun altında durmaktan hoşlanmıyor mu acaba diye. Hiç sormadım.
Akşam yemeğini birlikte yerdik, muhtemelen anneannemleri ziyarete gelmiş olan tüm aile efradıyla birlikte. Bayramın, harçlık toplamaktan sonra, en sevdiğim kısmıydı bu toplu akşam yemeği. Dini bayram olduğu için içki içilmezdi ama yine de dedem hoşsohbet olurdu, anlatırdı eskilerden. Hep birlikte gülerdik.
Gece vakti herkes evine gidince annem salona çıkardı artık. Bi yandan Star TV'de güzel bir film açardık bir yandan da işlerini yapardı salonun büyük masasında. Çalışırdı, hep çalışırdı. Bazen cırt cırt ses çıkartan o gürültülü, nokta vuruşlu yazıcısını da yüklenmiş olurdu, sabah belki de 3'e kadar çalışırdı. Ben TV karşısında uyuya kalınca "hadi git yat" derdi bana. Gitmemek için ne kadar direnirsem o kadar kızardı bana. Bilirdim aslında bana değil de kendine kızardı; çalışmak zorunda olduğu için, benimle koyun koyuna uyuyamadığı için, ve daha bir çok şey için. Çok sigara içerdi. Balkonun kapısını açsak soğuk eserdi rüzgar geceleri, açmasak duman altı oluyorum diye üzülürdü. Beni çok severdi. Çok hem de!
Bayramın ikinci günü teyzemlere giderdik, annem de gelirdi. Teyzemin müze gibi evi; dokunulması kimi zaman hoş karşılanmayan minik bibloları, ama mutlaka beni oyalayacak ilginç şeyleri olan bir ev. Ve kocaman bir kütüphane, boyumun yetmediği... Tuttururdum dayıma, pul koleksiyonunu çıkarsın da bakalım diye. Kağıdından ayrılmamış pullar varsa onları ayıklardık sıcak suda bekletip. Ülkelerine göre ayırır, o kocaman ve ağır pul albümlerine yerleştirirdik. Annem minik odaya geçer orda içerdi sigarasını, dedeme ayıp olmasın diye onun yanında içmezdi hiç. Bazen kalırdık akşam yemeğine, bazen kalmazdık.
Eve gittiğimizde çalışırdı yine annem. Yine televizyon. Ama o zamanlar, kapanırdı televizyonlar bir saatten sonra, yayın biterdi yani. Hani istiklal marşı ve rengarenk çubuklu ekran... sonrasında Ahmet Kaya dinlerdi annem, bazen de Zülfü Livaneli. Gidip yatardım ama uyanırdım ya bazen gecenin bi vakti, giderdim salona, gözlerim yanardı sigarasının dumanından, "saçlarına yıldız düşmüş" derdi Ahmet Kaya. Etrafından dolanır masanın, yanına giderdim annemin. Bana yüz vermemek için çabalar ama beni öyle gecelikli ve mahmur görünce kocaman sarılırdı. Ama sonrasında yine cool bir şekilde "hadi git bakiim yatağına" derdi. Bilirdim ki üzülürdü, sesinden anlardım bu üzüntüsünü, gözlerinden belki de. Beni özlediğini söylemezdi, eh malum aynı evde yaşarken bunu söylemek fazla Türk filmi tadında olurdu, o hiç sevmezdi Türk filmlerini, ama ben bilirdim onun beni özlediğini...
Şimdi... bugün... bayram...
Ofisteyim, çalışıyorum, Ahmet Kaya dinliyorum, ve annemi özlüyorum, hem de çok!
İki damla göz yaşı, tutamıyor insan. Annemi özlüyorum, kardeşimi, ablamı, canımı, en yakın arkadaşımı... İyi ki varsın be annem, iyi ki varsın!
Bir an önce geçsin gitsin şu günler de kavuşayım sana, sımsıkı sarılayım Ekim'in 12'sinde.
Ne çok özledim be seni!