Hostelde güya oda fiyatına kahvaltı da dahildi. Zaten çok bir şey yemem sabahları, en sevmediğim şeydir kahvaltı ama en azından bir iki lokma bir şeyler atıştırıp ilaçlarımı içmem, güne başlayabilmem için kahveye dalmam gerek. Önce çarşafları ve anahtarı iade edip 10£'umu geri alıyorum sonra da kahvaltı mekanı olduğunu tahmin ettiğim masalardan birine doğru yöneliyorum ki yoook, orası ayrıca bir cafe imiş, bizim gibi ezikler alt katta bir yerde kahvaltı yapacakmış. İniyorum ki ekmek, reçel, sıcak su ve süt. Tüm olay bundan ibaret. Neyse zaten ben de yemeye niyetli değildim. 1 dilim ekmek kızartıp bir fincan kahve yapıyorum kendime. Tuvalete gidip elimi yüzümü yıkayayım diyorum ki tuvalet Alman kızlar tarafından işgal edilmiş durumda. İnsan bilmediği bir dil konuşulup gülüşüldüğü zaman üstüne alınır ya mutlaka,anlıyorum kızların konuştuklarını, ve bu durum geliyo aklıma. İnsanoğlu ne garip. Kızların tek derdi ne renk ruj sürecekleri. Saat sabahın körü olmasına rağmen inanılmaz bir makyaj ve parti kılıklarıyla "hazır" oluyorlar.
Kahvaltımı yapıp yola koyuluyorum. Randevum 10:45'te, saat daha 9:30, yolum Hyde Park'tan geçiyor. Parkta bisiklet istasyonunu görünce "neden olmasın?" dedim, zaten ne zamandır istiyordum, hem belimde de biraz sancı varken 20dk yürümektense 10dk bisikletle gitmeyi tercih ederim dedim.
Bisiklet alabilmek için banka kartınız olması gerekiyor. Üyelik sisteminde durum farklı olabilir ama benim gibi yoldan geçen biriyseniz kart şart. Temel bir miktar olarak 2£ çekiyorlar kartınızdan, bu ücret dahilinde 24 saat boyunca istediğiniz kere yarım saatlik sürelerle ek bir ücret ödemeden binebiliyorsunuz. İstasyondan aldığınız bisikleti şehrin her yanına dağılmış istasyonlardan herhangi birine bırakabiliyorsunuz. Eğer bisikleti bir saate kadar alı koyarsanız 1£, bir buçuk saat için 4£ vb. miktar kartınızdan ayrıca çekiliyor. İlk başta ödediğiniz 2£'dan daha fazla ödemek istemiyorsanız yarım saat kuralına sadık kalmalısınız. Ödemeyi yaptığınız zaman makine size bir bilet veriyor, üzerinde bisikleti yerinden çıkarabilmeniz için gerekli kod yazılı. Kodu 10dk içinde tuşlayıp bisikletinizi almanız gerek. Ne var ki benim gibi narin narin davranmayın, tüm gücünüzle asılın bisiklete, çünkü yerinden çıkarmak pek de kolay değil.
Telefondan google maps'e bakıyorum. Bisikletle kısa bir zamanda hedefime varacağımı söylüyor. Tamam diyorum, zaten bu bisikletleri ilk defa sürmek için en uygun yer bir park olacaktı, ben de parkı boydan boya geçerek alıştırma yapmış olurum. Günün geri kalanında da şehirde bunlarla gezerim.
İlk hedefim Belçika Büyükelçiliği.
Şansım mı yoksa Barclay's'in bu bisiklet ağını süper bir şekilde organize etmiş olması mı bilemiyorum artık, tam elçiliğin önünde bir istasyon bulup oraya park ediyorum bisikletimi. Ama elçiliğin önü bomboş. Tamam herkes koşa koşa Belçika'ya gitmiyordur elbet ama bu kadar boş olması biraz şüphe uyandırıcı. Kapıya iyice yanaşıp panoyu okuyorum. "Vize başvuruları xxx adresine yapılacaktır" yazıyor. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Tekrar tekrar okuyorum. Evet yanlış gelmişim. Ben neden bakmadım ki başvuru yeri neresi diye? Bu hiç benim yapacağım bir iş değil. Offf of, aklım nerde benim? Ben nerdeyim?
Saat 10:15. Hemen haritayı açıyorum yeniden, nerdeymiş gitmem gereken bu yer, en hızlı nasıl giderim diye bakıyorum. Meğer boşuna geçmişim parkı, kaldığım yer gayet de yakınmış oraya. Metro ile 38, yürüyerek 36, bisikletle 17 dakikada gidersin diyor google amca. Hemen atlıyorum bisiklete. Şarjım az kalmış olmasına aldırmadan sesli takip sistemini de açıyorum. Kulaklıklardan biri kulağımda, o tarif ediyor, ben ilerliyorum; arada huylanıyorum acaba yanlış mı gidiyorum diye durup kontrol ediyorum. Bisiklet üzerinde o kadar rahatım ki, arada Zerrincim arıyor, bir yandan bisikleti sürüp bir yandan onunla konuşuyorum, tabii kısa kesiyorum. Derken bakıyorum ki google amca sapıtıyor, bana daireler çizdirmeye başlıyor. Aynı yerden ikinci geçişimde emin olamıyorum ama üçüncüde ayılıyorum ve bisikleti bırakabileceğim bir istasyon arıyorum. En yakın yer St. Marie Hastanesi'nin arkasında. Hızlı hızlı gidip, bisikleti bırakıp kurtuluyorum. Bu arada süre yarım saati geçiyor ve benim kartımdan 1£ daha çekiliyor muhtemelen.
Yolun geri kalanını yürüyerek gideceğim, google amca 8dk sürer burdan diyor. Saat çoktan 10:45 olmuş bile. Koşarcasına bir hızla yürüyorum. Bu arada öğreniyorum ki Bizans bana destek göndermiş, ama her zamanki hesabıma değil de ek hesabıma, yanımda bankamatik kartı yok o hesabın, parayı ordan çekemem. Telefonun interneti ile de bankaya giriş yapamıyorum. Sevdiceği arıyorum, telefondan anlık şifre üretip sevdiceğe söylüyorum nefes nefese, o benim yerime girip elimde bankamatik kartı olan hesaba aktarıyor parayı. Yürüyorum ama yollar sanki hiç bitmeyecek ve ben geç kaldığım için beni almayacaklar gibi geliyor. Ter içindeyim. Sonunda binayı buluyorum ama otopark var aramızda ve yüksekçe de bir duvar. Duvarın etrafından dolanıyorum, dolanıyorum, bitmek bilmiyor o duvar, ben iyice geç kalıyorum. Saat 10:55.
Sonunda buluyorum kapıyı, bakıyorum ki içerisi tıklım tıklım dolu. Derin bir oh çekiyorum. Çift soyadı problemi nedeniyle sistemin bana gönderemediği, telefonla öğrenmiş olduğum onay kodumu söylüyorum, sıra numaramı alıyorum. Bir de ek bilgi notu veriyorlar. Pasaportun temel bilgiler sayfasının fotokopisi gerekiyormuş. Fotokopi makinası var ama 50penny ile çalışıyor. Neyse ki var bozukluğum, çektirip hallediyorum. Derken vize ücreti geliyor aklıma. Ben para çekmedim ki gelirken! Neyse ki kartla ödeyebilirsin diyor ordaki görevli, rahatlıyorum, sıramı bekliyorum. Şimdi en önemli mesele, pasaportumu geri alabilmek üzere adamları ikna etmek. Edemezsem o günün akşamına Londra-Belfast uçuşu bulmak zorunda kalıcam ki bu da yanacak olan bir uçak biletinin yanı sıra en az +65£ ve Belfast - Armagh otobüs bileti demek. Stresi sıkıntısı da cabası.
Devam edecek...