27 Temmuz 2011 Çarşamba

GA'da ikinci gün














Güne erken başladık. Murtaza ile kapının önünde buluştuğumuzda saat 9'du. Önceki gece yatmadan önce yarın sabah kaçta buluşalım diye sorduğunda sen bilirsin dememem gerektiğini 8,5 iyi mi dediği zaman anladım. Kısa bir pazarlığın ardından 9'da anlaştık neyse ki. Kahvaltı için, kaldığımız yere 5-6 km mesafede bir ilçeye yürüdük ve kahvaltımızı minik bir cafede yaptık, Hello Sailor! Önceki günün yorgunluğu ve 9'da hazır olmak için 8,5'te kalkmış olmanın verdiği mahmurlukla tabii ki sabah sabah hiçbirşey yemek istemedi canım ama taze bir portakal suyu ile açılışı yapınca Murtaza'ya eşlik etmek için ben de bişiyler yedim işte, yağda yumurta, sosis, vs.


Kahvaltıdan sonra odalarımıza çekildik. Bugün için tek planımız öğle yemeğinde Murtaza'nın bir arkadaşı(Cılız hoca diyelim) ile buluşması ve akşam yemeğine davetli olduğu bir başka arkadaşı vardı. Tabii onun arkadaşları(!) benim tez konumun üstadı hocalar oldukları için çok ilgi çekici kimseler oldular benim için. Öğleyin Cılız hoca ile buluşma vakti gelince konukevinin önündeki bahçede bekledik ve ben de bu sayede farkettim oradaki diğer binaların aslında SAAO (South African Astronomical Observatory) tesisleri olduğunu. Elimde fotoğraf makinemle ilginç birşeyler araken önce karşıma bir güneş saati çıktı. Bir süre onunla oyalandıktan sonra karşılaştığım şeye inanamadım ilk anda: Bir Cennet Kuşu çiçeği! Evet evet, bundan 7-8 yıl önce yaklaşık 2 yıl kadar masaüstü resmim olan "Bird of Paradise" (daha bilimsel adıyla Strelitzia), hem de öylesine kenarda duran bir bitki gibiydi Güney Afrika'da! Ne var ki ancak bir kaç kare çekebilmiştim ki Cılız hoca geldi, ve yemek için yine "River Club"a doğru yola koyulduk.


Öğle yemeğinin asıl konusu Murtaza ile Cılız hocanın Temmuz başında CapeTown'da düzenleyecekleri kongreydi. SGAC'nin düzenleme komitesinde olduğumu ve daha önce iki uluslararası kongrenin de organizasyonunda yer aldığımı söylediğimde Cılız hoca beni bu kongre işlerinde kullanmayı düşünür gibi oldu ama ne var ki Murtaza gözlemevinin bütçesinin buna uygun olup olmadığını bilmediğini söylerek kapattı konuyu. E işe başladığımdan beri ha bire geziyorum, bi türlü kendi işime odaklanamadım ki, adamın ilk anda tamam dememesi normal yani. Neyse, yemeğin sonunda, Cılız hoca Murtaza'ya bugün için planını sorunca Murtaza'nın verdiği cevaptan anladım ki akşamki davet Murtaza ve ekibine değil, Murtaza'ya özel bir davetmiş. Nasıl olmuşsa Murtaza'nın bu konuda ingiliz centilmenliği tutmuş da beni yalnız bırakmamak için bana çaktırmamış bu durumu şimdiye kadar. Gerçi bu da iyi mi değil mi bilemedim ya, akşama tek başıma olacağımı öğrendiğimde artık Pierre veya SGAC'den bir başka tanıdık olan CJ ile buluşmayı istesem de ne yazık ki Pierre'in programı buna pek müsait değildi. CJ'e de ulaşamadım. Ben de şehri kendi başıma keşfetmeye karar verdim. Bunu duyan Cılız hoca hemen heycanlandı, nereye gideceksin, neyle gideceksin, gece geç kalma sakın diye temkinlere kadar götürdü işi.
Hal böyle olunca huylandım ben de. Ne de olsa ramazan ayında Kayseri'de tecavüz hikayeleri yaşamış birisiyim, en olmadık işler gelir beni bulur yine. Benim niyetim trenle şehir merkezine gitmekti ama Cılız hoca beni arabasıyla WaterFront'a bırakmayı daha uygun gördü. Önceki gün Pierre'in, bugün de Cılız hoca ve Murtaza'nın uyarılarının üstüne ben de pek itiraz edecek gücü bulamadım kendimde doğrusu. Ne var ki CapeTown'a gidip de yolumun bir alışveriş merkezinde (Victoria and Alfred Waterfront Shopping Centre) sonlanacağını beklemiyordum yine de. Ancak o sıcakta çok da sorun etmemeye çalıştım bunu, ne de olsa serindi ve birçok yerel dükkan vardı gezip görecek, incelenecek.


İlk girdiğim dükkanda el yapımı minik heykeller, anahtarlık vb şeyler satılıyordu, üstelik hemen oracıkta yapıyorlardı kara kara adamlar. Sonrasında ne hikmetse kendimi kitapçıda buldum her zamanki gibi.


Bolca kartpostal aldıktan sonra, dükkan dükkan gezdim, kendime ve sevdiceğe Güney Afrika t-shirtü, ve yıllardır istediğim gibi kemik bir zarf açacağı aldım kendime. 



Migros'a benzer büyükçe bir yer buldum ve hemen Güney Afrika şaraplarına doğru yol aldım. Bolca şarap, yerel kahve, Pierre'in mutlaka denemelisin dediği -sadece Cape Town'un belirli bir kısmında yetişen bir bitkiden üretilen- Roibos çayı ve sevdiceğe götürmek üzere konsantre creme soda, bir de kumaş çanta aldım, malumunuz çevre dostuyuz, naylon torba kullanmaya karşıyız. Ha bir de akşam yemeğim olsun diye biraz cips, biraz da üzüm aldım kendime.


Elim kolum o kadar dolu olunca, Cılız hoca beni bırakırken yol üstüne görüp de gözüme kestirdiğim Sealife'a gidecek enerjim kalmadı. Dönüş için taksiye binmeyi düşünüyordum ama daha ben Armagh'tayken Pierre'in bana yazdığı mektupta taksilerle ilgili anlattıkları gelince aklıma bu da ayrı bir maceraya dönüştü. Üstüne, tam da alışveriş merkezinden çıktığımda karşıma çıkıp taksi lazım mı ablaaa diyen adamları görünce, gerisin geri içeri girdim. Oralarda bana en güvenilir gelen tabii ki kitapçı oldu, ordaki adama sordum çıkışta bekleyen taksiler güvenilir midir diye. Bir sorun olmayacağını söyleyince içim rahatladı biraz ama gerginliğim geçmedi. 

Ben de elimdeki yüklere rağmen dışarı çıkıp biraz oturdum, kendimi şehirdeymiş ve güvenli bir ortamdaymış gibi hissetmeye çalıştım. Değişik bir müzik aleti çalan adamı dinledim. Biraz fotoğraf çektim, biraz manzara izledim. Hele ki reklam panolarından birisinde THY reklamı görünce nasıl komik bir huzur doldu içime anlatamam. Türkiye ile alakalı bişiy olsun da içim rahatlasın diye bekliyormuşum meğer.


Sonunda alışveriş merezinden biraz öteye ilerleyebildim ki karşıma "Nobel Square" çıktı. 



Birkaç kare fotoğrafın ardından daha fazla dayanacak gücüm kalmayınca taksilere yönlendim. Ne var ki o tedirginliğimi yenemedim bi türlü. Taksici taksi mi arıyorsunuz dediğinde hayır dedim ilk önce, 1-2 dakika adamı süzdükten sonra SAAO'ya kaça gidersiniz dedim. Adam makul bir fiyat söyleyince kendimi rahatlatmaya çalışarak tam arabaya biniyordum ki telsizden bir anons geldi, taksici ötedeki başka bir taksiyi göstererek şuna binin dedi bana. Amanın, elim ayağım birbirine dolaştı bir anda. O taksici nasıl korkunç göründü gözüme, sanki biner binmez beni mezbahaya götürüp böbreklerimi çalacak! Ama artık o noktada vazgeçmek olmazdı. Bak kızım dedim kendi kendime, o iyi kalpli taksici seni bir caniye yönlendirmiş olamaz, plakayı telefonuna yaz, acil bir durumda mesaj olarak Pierre'e göndermek üzere hazırlıklı ol, ve aklı başında bir insan gibi davranarak bin şu taksiye! Kendi kendimin sözünü dinledim, ilk 30 saniye bir polisiye filmin 90.dakikası heycanıyla geçse de sonradan taksiciyi pek bi sevdim, beni doğru yoldan götürüyor mu diye yolları incelemeyi bırakıp eldım elime fotoğraf makinesini alıp etrafı çekmeye başladım. Bu yazıyı okuyabildiğiniz üzere sağ salim vardım odama, aldığım kartpostalları yazdım ve mışıl mışıl uyudum.

3 yorum:

  1. Düzenin, disiplinin olduğu yerde; sanat da var, güzellikler de...

    YanıtlaSil
  2. "atma şaban", "Kahvaltı için, kaldığımız yere 5-6 km mesafede bir ilçeye yürüdük" cümlesi için geldi efem :) Ortalama yürüme hızının 5-6 km/saat olduğu gözününde bulundurulursa 1 saat yürümüş olmalısınız kahvaltıdan önce; atma şaban :) Hele bir de gösterdiğin resimler ve google maps'ten sonra... :)


    +1 de genel olarak güzel özetlenmiş ve güzel bir dille anlatılmış olan yazıya efem; afiyet olsun (mucak dolusu kucak)

    YanıtlaSil
  3. OnurCUM sana haritadan gösterdiğim yer değil bu bahsettiğim yer. Ha yine de 5-6 km etmezmiş, baktık ve gördük tamam ama o ayrı.

    Bu +1 meselesini de çözebilmiş değilim henüz. Aslında ne olduğunu okumaya vakit ayıramadığımdan mütevellit bu muğlaklık. Bu +1'ler Google+ da paylaşılıyor bi de di mi?

    YanıtlaSil

İki kelam etmeden gittiğinde üzülüyorum ben.