kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Şubat 2010 Salı

Witchie kitap okuyor

Gülden Kale Düştü biteli çok oldu. Genel olarak vasat bir kitaptı, kitabı elime alınca da böyle tahmin etmiştim zaten. Ancak kitabın son kısımlarında Gülden'in ağzından yazılan bazı satırlar beni gerçekten de iyi anlatıyor. Kayseri'ye döndüğümde altını çizdiğim satırları alıntılayarak kısa bir yorum yazacağım umarım.

Bugünlerde 27 Şubat'ta gireceğim TOEFL için yapıp yapacağım en büyük çalışma olarak Angels & Demons okuyorum. İngilizce roman okumak hep işe yaramıştır bu tür şeylerde. Bi de arada bir üşenmesem de sözlük kullansam, bi dolu kelime öğrenirim ya, tembellik mi üşengeçlik mi işte neyse o...

A bi de, Ece artık Habertürk'te yazıyor. Bugün yeni kıyısında ilk yazısı vardı, çok sevimli bişiy... Dün de bu varmış, siteyi kurcalarken buldum.

3 Kasım 2009 Salı

İstanbul Kitap Fuarı

Horul horul uyuyarak geçen Ankara - İstanbul yolculuğunun ardından sağ salim vardık Bakırköy'e sabahın 8:30'unda. Tutarsız cüceye sms attım gelsin de kahvaltı yapalım diye ama iletilmedi. Hızlı bir kahvaltı yapıp yol üstündeki simitçide, ilk önümüze gelen internet cafeye girip fotoğraf makinesindeki yazlıktan kalma görüntüleri aktardık external hard diske. Fuar servisine bindik ve 10:30'da vardık fuar yerine. İstanbul o kadar soğuk o kadar soğuktu ki... Hemen girdik fuar binasına ama kapılar 11'de açıldı. İlk daldığımız salon çoğunlukla çocuk kitapları içerse de bizim için çok da bişiy değişmedi; onca kitapla bir arada olabilmek öylesi güzeldi ki!

Çocuk kitapları bölümünde anlayıp da 2. salona geçişimiz biraz vakit aldı. Girmek istediğimiz ilk söyleşi saat 12'de (Ece Temelkuran ve Nawal Saddavi'nin Allah’ın Oğulları ve Yeryüzü’nün Kızları) olduğu için ben öncesinde hızlıca dolaşıp, hangi yayınevinin nerede olduğunu kafamda kabaca yerleştirip, detayları sonraya saklamak niyetindeydim ama üç kişi olunca biraz yavaş ilerliyor süreçler.

Ece her zamanki gibi çok hoştu. Konuşması, duruşu, kelimelerin ağzından çıkışı... Nawal hanım ise hem bir psikiyatrist, hem bir yazar. İmkan olsa oturup saatlerce konuşabileceğim, yanında kendin gibi davranmaktan sakınmayacağın bir insan portresi çizdi bende. Bir de kitabını aldım, Sıfır Noktasındaki Kadın. A bu arada tabii ki yolda Çöplüğün Generali'nin kalan 30 sayfasını da okudum, dün gece de başağrıma rağmen birkaç sayfacık ile başladım Sıfır Noktasındaki Kadın'a...

Söyleşi sonrası Ece kitaplarını imzadı. Ve ben imkansızı gerçekleştirip bu defa onunla konuştum. Ece beni hem Frankfurt Kitap Fuarı'ndan hatırladı hem de yanımda götürdüğüm Frankfurt'ta çekmiş olduğum fotoğrafların çıktılarını çok sevdi, hepsini kendisine aldı, birisini bile imzalayıp bana vermedi :) Evet biliyodum, Ece de beni seviyo! Bana "denizleri aşan kadın" diyo :)    Epeyce kilo vermiş ve saçının rengini değiştirmiş...pek sevmedim bu son durumu.

Ece'ye kitapları imzalattıktan sonra koşar adım Oya Baydar söyleşisine gittik, Zerrincim ise Doğan Cüceloğlu'na gitti. Oya Baydar'ın editörü Turhan Günay ve bizlerle konuşmak istediği konu "Romanda Gerçek ve Kurmaca" Çöplüğün Genarali idi. böylesi ünlü ve kuvvetli bir kalemi olan bir yazar olan Oya Baydar'ın, okurlarından gelecek her türlü eleştiriye açık ve meraklı olması gerçekten çok hoştu. Çöplüğün Generali'ne dair en büyük endişesinin yerel değil genel olabilmesi, günümüzde başka zamanlarda ve başka ülkelerde de okunabilir olması ama bunların yanı sıra edebiliğinden de çok fazla ödün vermemesiydi. Kitapla ilgili düşüncelerimi ayrıca yazacağım için şimdi fazla detaya girmek istemiyorum. Bu söyleşinin ardından da Oya Baydar imzalıyordu kitaplarını. Elveda Alyoşa'yı evde unutmamı, daha doğrusu anneannemin okumak üzere alıp da kim bilir nerede bıraktığı için bulamayışımı saymazsak, Erguvan Kapısı'mı bile bulup, tüm kitaplarımı imzallatım, hatta iki tane de yeni yıl hediyesi bile imzalattım Seyfi ve Ercan için :)

İki söyleşi ve iki uzun imza kuyruğunun ardından gerçekten yorulmuştuk. Sırada Nihat Behram'ın şiirle ilgili bir oturumu vardı ama biraz dinlenmeden tek bir adım dahi atacak mecalimiz kalmamıştı. Sonradan Nihat Behram oturumuna gittiğimizde ise 15'lık gecikmede çok da birşey kaybetmediğimizi gördük. Hatta öyle ki sevdiceğin gözler kapandı yorgunluktan :) Nihat Behram'ı daha önce görmemiştim, fotoğrafını da. 98 yazında okuduğum Darağacında Üç Fidan olmasa ilgimi de çekmezdi sanırım. Oturumda fazla kalmadık, Nihat Behram çok ateşli bir şekilde kendi şiirlerini okuyordu ama o sadece yazsa ve biz kendimiz okusak daha iyi olurdu eminim. Çıkışta Zerrincim ve sevdicek oturduğukları sandalyelerden kalkamaz haldelerdi artık. Bense son bir gayretle Nihat Behram'a da kitabını imzalatmak istedim.

Bu aralarda bir yerde bir de Server Tanilli'yi görünce, Seyfi'den aşırıp el koyduğum Uygarlık Tarihi'ni neden yanıma almadım diye bir kez daha hayıflandım ama sonra cüzdanımda Zerrincimin kredi kartının olduğunu hatırlayınca üzüntüyü hesap kesim tarihine erteleme kararı aldım, elime de bir adet yeni basım Uygarlık Tarihi :) Server Tanilli gerçekten çok yaşlanmış. Tekerlekli sandalyesinde oturarak imzaladığı her kitabın sahibiyle en az iki cümle etmeye özen gösterip, kimilerine başka kitaplarından tavsiyelerde bulunup, okuma sırasını bile öneriyor; oldukça ağır hareket ediyordu. Yan masada önü boş duran Zeynep Oral ise kendisine getirilen ıspanaklı çörekleri yemekle meşguldü. Ve bu sahne beni çok ama çok mutlu etti.

Fuar sonundaki olaylar ise tam bir kabus tadındaydı. Yağmurlu ve soğuk İstanbul'da karanlıkta bilmediğimiz yolların ortasında, vızır vızır geçen arabaların arasında kalmak; yanlış üstgeçişlerden inip çıkmak; buz kesen bacaklarım, ağrıyan belim ve nerede ineceğimizden emin olmadığımız toplu taşım araçları ve kibarlık adı altında yavaşaklık eden gerizekalılar...

Sonunda Vildan Ablanın evine ulaştık. Karnımı doyurdum ve bir kez daha karar verdim ki birgün bir evim olduğunda ilk fırsatta alınacaklar arasında mutlaka bir mikrodalga fırın olacak. Ve son gördüğümde gecenin 3'ünde salondan mutfaktaki annesine, olanca ergen sesiyle "annneeeaaaaaaaağğğğ, hamburgeeeeeeeaaarrr" çığlıkları atan kuzenimin 19 yaşı... o şimdi 26'sında olmak istiyor, bense bir an önce 35'ime gelmek. :) Hayat hep ilerisini istemekten ibaret galiba...

Ve harıl harıl çalışan ısıtıcılar sayesinde sıcacık geçen İstanbul-Ankara yolu...

PS: Fotoğraflar en kısa zamanda eklenecek.

5 Haziran 2009 Cuma

Bilgi ağırlık vermez

Bundan 15 yıl önce Fettullah Gülen ve cemaatinin yaptığı işler ancak abi/abla evleri, Samanyolu okulları ve mütevelli heyeti toplantılarından ibaretti. Ya da biz öyle sanıyorduk. Öyle sanınıp, "bi şekilde eğitime katkıda bulunuyo adamlar işte" diyorduk. Bilmiyorum belki gündemde o kadar olmasalar, ben de sadece kopya çekerek geçtiğimiz din dersleri ile sınırlı kalırdım; çok meraklandırmışlardı beni, bir çok kitabını okudum "Hoca Efendi"nin (tabir böyle)... Ha okudum da ne oldu? Ne "dinci" oldum, ne "türbana" girdim, ne tarikatçı oldum ne de Atatürk düşmanı. Benimle aynı sınıfta, rüyasında Fettullah Gülen'i gördüğü için ÖSS'de istediği yeri kazanacağına inanan bir kız da vardı mesela; ha kazanamadı o ayrı mesele. Okuduklarım yanıma kar kaldı, dinle ilgili hem öğrendim hem de aklıma yatmayanları sorguladım, açtım "orjinalinden" okudum. Sonra da yoluma devam ettim. Ha bi de tasavvuf edebiyatı tarzına kayan o edebii dillerini de öğrenmiş oldum, Türkçem de gelişti bi bakıma. Şu kabul edilmesi gereken bir gerçek ki aklı/zekası, doğuruyu/mantıklı olanı ayırdetmeye yeterli olmayan, şuursuzca ve sorgulamadan her önüne konulanı ezbere atan kimseler çok ve bu insanlar her zaman için çeşitli amaçlar uğrunda kullanılacak. Bu Fettullah Gülen'in ister yurtiçinde ister yurtdışındaki tarikat çalışmaları olsun, ister bir partinin aşırı sempatizanlığı veya partizanlığı olsun..öyle ki kimileri için bir futbol takımı bile uğrunda can vermeye yetecek bir olgu olabiliyor. Hayatlarına bir anlam verememiş insanların arayışlarına cevap olarak çıkan şeyler, kimi zaman "tarikatçı" Fettullah Gülen, kimi zaman "holigan" taraftarlar, kimi zaman "ateist" komünizm, kimi zaman da "satanist" metalciler olabilir. İş ki aklını kullanıp, karşına çıkan olguların öğrenmen gereken kadarını öğrenip yoluna devam edebilesin, iş ki kantarın topuzunu kaçıranları gördükçe onları uyarıp doğruya, orta yola, aşırılıktan uzak ama mantığa daha yakın olana çekmek için elinden geleni yapasın.

Türkçe Olimpiyatları'na gelince, bunda da düşüncem aynı. Varsın çocuklar Türkçe'yi öğrensin; önce Fettullah Gülen'in kitaplarıyla başlarlar sonra sonra Gorki'nin Ana'sını Türkçe okurlar, bir gün bakarsın sıra Nazım Hikmet'in Kuvayi Milliye'sine, Nihat Behram'ın Dar Ağacında Üç Fidan'ına, Server Tanilli'nin Uygarlık Tarihi'ne, Yaşar Kemal'in İnce Memed'ine gelir, kim bilir?
YAŞAMAK
BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR
VE BİR ORMAN GİBİ KARDEŞÇESİNE

14 Şubat 2009 Cumartesi

Bugün...

Kitap okudum biraz. Sağ menüdeki linki de değiştirmem gerek, çünkü bu sıralar Türkçe bişiy okumak zorunda olduğumu farkedip dün Türkçe romanların arasından rastgele seçtiğim Araf'ı okumaya başladım. Elif Şafak'ın bir kitabı Araf, arkasında yazılanlar benim için bu kadar geçerli olmasa, şimdi, dili temel alan ve de üstelik yazarı Türk olmasına rağmen orjinali ingilize yazılmış bir kitaptan ziyade dili güzel kullanan ve orjinali de Türkçe bir kitabı tercih ederdim sanırım. Şöyle diyor arka kapağında:
"İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir - bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş ıspanağın başına gelenlere benzer - ana malzemeye yeni bir tat eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu arada. Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye, ismine yabancılaşmasıdır."

Son on gündür gerçekten hiçbir şeye konsantre olamayışım, blogları bile satır atlayarak okuyup sonra "ayıp oldu yaa" diyip yeniden okumaya çalışışım, bedenimin kalbime bir kaç beden dar geldiğini hissedişim tam da doğama uygun şeyler olduğu için bu seferki "hiçbirşey yapamama" sendromumdan korkmuyorum. Böyle zamanlarda, akıcı ve bence güzel bir Türkçe ile yazılmış birşeyler okuduğumda kendimi daha huzurlu hissdiyorum. Dilin akıcılığı içinde ben de akıyorum sanki, en az yazmak kadar rahatlatan bir eylem oluyor okumak. O nedenle her zamankinden biraz daha önemli oldu bu kitap. Konusunu belki hatırlamayacağım belki bir sene sonra, kötü hafızam bana böyle davranıyor ne yazık ki, ama biliyorum ki içimdeki bu garip duyguyu hatırlayacağım ve muhtemelen "güzel bir kitaptı mutlaka okumalısın" diyeceğim birilerine, konusunun ne olduğunu anlatamayacak olmama rağmen.

Bilgisayarları kapattım, müziği de açmadım, odamın sessizliğinde kitap okumak istedim. Pencere açıktı ve üst kattaki kızlardan birisi şarkı söylüyordu. Huysuz bir günümde olsam sinirlenip küfredebileceğim gibi bir sesle söylüyordu, kolaylıkla rahatsız olunabilecek bir dilde. Ve her ne kadar pencere açık olduğunda kapının altından esen rüzgarın sesini ve kapının titremesini engellesin diye aldığım mavi uzun boylu hayvancığım olsa da, sürekli onu düzeltmekle uğraşmadığım için, kapının altından da kata yeni gelen ve benim inat edip hala gidip tanışmadığım yeni kızın sesi geliyordu. Elena geçenlerde söylenmişti biraz, bu kız hep bişiyler söylüyo ciyak ciyak, diye ama benim odamda hep bir müzik veya bir ses olduğu için duymamıştım o zamanlar. Şimdi sessizliğin hakim olduğu ilk dakikalarda gerçekten de farkettim ki o kız da benim gibi çok seviyor şarkı söylemeyi sanırım ama tek farkla, ben bu kadar aralıksız söylemiyorum =) ve bu iki kızın sesini bastırıp romandaki karakterin sesini duymaya çalışırken, odama gelip gidenlerin sık sık takıldığı sesi duydum ben de sonunda. Duvar saatinin sesi. Yatarken, uyurken vs. beni hiç rahatsız etmez, şimdi de etmedi ama işin ilginci şu ki duymam da ben o saatin sesini. Şimdi duyuyorum, yaklaşık yarım saattir tık tık tık tık tık tık tık tık tık tık tık tık tık ... ve rahatsız olmuyorum hiç de! Sanki huzurlu yapılan birşeymiş gibi zamanın geçmesini izleyebilirim şu an saatin karşısında durup öyle saniyenin tık tık tık tık tık ilereyişine bakarak....

Saat 4'e geliyor burda, orda 5'e. Sabahın 5,5'unda yattığını düşünsem bile bu saate kadar uyanmış olduğunu tahmin ediyorum, yumurtalı hamsileri de çoktaaaan mideye indirdiklerini :) yine de yanında olup onu uyandırmak isiyorum.. Ama sonra gözümün önüne uyurkenki hali geliyor, öpe öpe de olsa kıyamam sanki uyadırmaya diyorum, ancak geçer karşısına, nefes alış verişindeki huzurun tadına vara vara izlerim heralde. Mutlu başlayan sevgiliyi düşünme faslı hüzünleniyor tabii böyle olunca. Günler bi an önce geçse artık istiyorum, bi daha bakıyorum saate, daha hızlı ilerlesin diye dürtmek istercesine. Hiç sevmiyorum ben hayal kurmayı, çünkü sonunda elimde hayallerimle öyle kalakalıyorum. Sanki kendi kendinin refakatçisiymişsin, sen içerde ölmüşsün de doktorlar kalbini bir hastane poşetine koyup dışarda bekleyen refakatçinin, kendi kendinin eline tutuşturmuş gibi..elimde kalbim, poşet içinde hayallerimle kalakalıyorum ben genelde. Sevmiyorum hayal kurmayı. Hayalini kurduğum kaç şey gerçekleşti, ben kaç şeyin hayalini kurmaya cesaret edebildim, bilmiyorum.. hayalini kurmak istediklerimin sayısı 100 ise ve ben ancak bunların 30una cesaret edebilmişsem sanırım ancak 5-6'sı gerçekleşmiştir. E bu durumda normal mi benim hayal kurmamayı sevmemem? Normal olmasa kaç yazar :) Ben yine de onun uyku huzurunda yanında olmak istiyorum..


Aslında üşenmesem de yataktan çıkıp bi giyinsem, bişiyler yesem ve makinamı alıp dışarı çıksam fotoğraf çekmeye, çok güzel olur eminim. Her zamankinin aksine, sanki dün defalarca lapa lapa kar yağan yer burası değilmişcesine, çok güzel bir bahar havası var dışarıda şimdi. Tabii yarım saat sonra ne olur bilinmez :)

Şimdi ne yemek yapmak, ne giyinmek, ne dışarı çıkmak, ne fotoğraf çekmek, ne kitap okumak... sadece gözlerimi kapatmak, öylece durmak ve gözlerimi açtığımda ellerimi ellerinde bulmak istiyorum... İmkansızı istiyorum, biliyorum. Cadılar imkansız işler için değil midir zaten?

12 Şubat 2009 Perşembe

Sana sarılmak istiyorum Cesetizleri!!!

Yıllardır kendi kendime tekerleme gibi söyler dururum, okumayı öğrendiğimde okuduğum ilk kitaptı ve tabii ki ezberlemiştim ilk sayfalarını. Okuyacak başka kitap olmadığından değil, çok sevdiğimden. Hala daha aklıma gelir zaman zaman "çocuktum ufacıktım bir susayıp bir acıktım. dedim dede masal anlat, dedem dedi sen anlat. ben anlattım dedem güldü, bilmem dedem neden güldü".

Cesetizleri'nin sayfasının dibindeki;
"Küçüktüm ufacıktım top oynadım acıktım hatta bir dilenci kraldım..
sev seni seveni
aşk nedir bileni
öpsün seni cesetizleri"
kısmını görünce "ya bi aratıyım bakiim google'da" dedim ki o da ne?! Adamlar sonunda flash sitesini yapmışlar benim çocuklık kitabımın! Aha işte, buyrun okuyun dinleyin; koltuklara oturabilmek için tırmanmanız ve televizyonda çizgifilm izlemek için dedenize kafa tutmanız gerektiği; hasta olduğunuz için üzülen annenize sabahın 6'sında evden kaçıp çiçek toplarken tüm ev halkının yana yakıla sizi aradığı; ıspanağı yoğurtsuz yemem diye isyan çıkardığınız günleri hatırlayın. Ya da sadece ben hatırlıyım, içim böyle bi komik olsun, sanki eflatun bi tüy yutmuşum da karnımdan gıdıklıyor beni gibi :)
Dedem ve düdük
Sınıfta kaldım haberim yok
Korkuluk

Bir aşk yazısı taa buralarda beni kaç farklı şekilde mutlu etti,
sana kocaman sarılmak istiyorum Cesetizleri!

31 Ocak 2009 Cumartesi

Pay it forward


İki kitap var elimde. Bi türlü karar veremedim hangisine başlasam diye. Biri malum, Pay it forward, OnurCUM'un önerisi; diğeri de kendime yılbaşı hediyem, Oz Büyücüsü. Seviyorum zaman zaman böyle çocuk kitapları okuymayı. Aslında sevmekten öte, ihtiyacım oluyor sanırım...

Evet evet, Portobello Cadısı bitti sonunda, gözünüz aydın. Ama çok etkiledi, beni benden aldı, bendeki beni arattı.. Bir fırsatta en azından altı çizili satırlarımı sizinle paylaştığım bir yazı yazmak istiyorum ama ne zaman olur, onu bilmiyorum işte...

Geçen gece elime aldım Pay it forward'ı, ilk paragrafı okurken uyuyakalmışım... Bugün boynumun bükük zamanlarında da Oz Büyücüsü el sallayıp durdukça raftan, ya acaba?? dedim... Acaba onu önceye mi alsam...

Ama az önce kesin kararımı verdim; yeni kitabımız; Pay it forward. Ama kapağı göründüğü gibi değil ne yazık ki filmden bi sahne koymuşlar sanırım, sinir oldum. Ama içi yıldız yıldız! :)

Hı? Zerrincim? Ah sen burda mıydın? Yok canıııım, değil tabii ki! Tabii ki değil! Pek tabii ki yeni kitabımız "seni çok seviyoruz cosmology" :)))

18 Ocak 2009 Pazar

kitap kurdu


Haftalardır ertelediğim en sevdiğim 5 kitap mim'ini yazmaya kıyabiliyorum sonunda. Söz konusu kitaplar olunca benim için akan sular duruyor. Ankara'daki minicik odamıza zar zor sığarken bir duvarı yerden tavana, boydan boya kitaplık yaptırmıştı Zerrincim ama sonra o yetmedi, bir mini kitaplık daha aldık, o da yetmedi anneannemin odasındaki dolabın gözlerini doldurdum, sonra hiçbir şekilde kimselere vermeye kıyamadıklarımız evin deposuna indi ama hala ve hala yeterince yer yok kitaplar için...

Çocukken en büyük hayalim bi şekilde hapse girip orda bol bol kitap okuyabilmekti. E çocukken işte, adı üstünde hayal bu... Öyle sanıyordum o zamanlar, o zamanlar daha okumamıştım gözaltında tecavüz öykülerini ve işkence yöntemlerini, daha bilmiyordum betona su döküp çıplak ayak bastırdıkları yere elektrik verdiklerini, gözlerini bağlayıp hortumlarla dövdüklerini insanları... Hayran olduğum bir diğer şey de evimizin karşısındaki gazete büfesiydi. Ne kadar erken kalkarsam kalkayım o büfenin nasıl açıldığına şahit olamamıştım bi türlü, her sabah ben kalktığımda o büfeci amca gazetelerini dizmiş, minik kulübesinde oturuyor oluyordu. Ve benim bir diğer hayalim de o büfeci amcanın yanında çırak olmaktı. Düşünsene minicik bi yer bile olsa her yanın gazete dergi dolu, gün boyu bi dolu insan gelip senden gazete alıyor, sen veriyorsun onlara dünyanın haberlerini, bir süre sonra biliyorsun sabahları gelen kırmızı montlu kadın Milliyet alır, siyah ceketli adam Cumhuriyet, akşam üstü uğrayan tonton amca Hürriyet ve Sabah alır çünkü kupon biriktirir.. İnsanların özelini merak etmem, aksine fazla özeli bilmek istemem çoğu zaman. Ama bu sanki özellerinden öte, çok daha farklı ve çok daha güzel bişiydi benim için... Ve sonra, bu hayallerimden çok yıllar sonra ilk yazımın çıktığı gazeteyi o büfeden aldım, ilk yazımın çıktığı dergiyi, yayınlanan ilk makalemi... Sonra ahbap olduk o büfeciyle, artık her gördüğünde soruyor "çıktın mı uzaya" diye, e naapsın eskisi kadar sık göremeyince sonunda uzaya çıktım sanıyor heralde =)

Lafı fazla dolandırdım, gelelim listemize. Mim'e uygun şekilde ilk 5'i yazdım, dayanamadım 10'a tamamladım ama hala daha değinmem gerekenler vardı, aklıma geldiği kadar yazdım gitti...

1- İç kitabı, E. Temelkuran: O kadar iyi ve güzel anlatıyor ki... Sen geliştikçe; içini, içindeki, aklını ve düşünce şeklini değiştirkçe anlamı da seninle birlikte evrimleşen eşsiz bir kitap benim için. Bundan 4 yıl önce de en sevdiğim idi, hala da en sevdiğim. Ama o zamanlar aldığım tat ile şimdiki o kadar farklı ki.. O zamanki anlamı ile üstünden geçen yıllarla kendime kattığım tecrübeler, sevinçler, mutluluklar, hüzünler, üzüntüler, çılgınlıklar, çığlıklar, krizler ve heyecanlardan sonra, o kadar farklı ki şimdiki ben için... Yeni türkü'nün bir şarkısı vardır ya hani: "anlatır eski beni şimdiki bana" o geldi aklıma. Ama bu kitap öyle değil, her seferinde şimdiki beni anlatıyor bana, her seferinde okuduktan sonrak ile önceki daha farklı oluyor... Sen değiştikçe o da değişiyor, her okuduğunda daha da anlıyorsun, daha da, ve daha da...

2- Ütopya, T. More: İlk sırayı buna mı vermeliyim acaba diye düşündüm ama hayal kurmaktan öte düşünen ve hisseden birisi olduğum için hayallerimin kitabı olan Ütopya'yı ikinci sıraya bıraktım. OnurCUK'un deyişiyle, benim de fikriyatım çizginin hafiften soluna düştüğü için, birçokları gibi benim de ütopyam işte bu..

3- Portobello Cadısı, P.Coelho: Henüz hala okumakta olduğum için bu kadar etkilemiş de olabilir tabii ki, kitabın bir kısmının analizini daha önce şurada yapmıştım zaten. Birçok alıntılar, altını çizdiğim yerler ve bana hatırlattıkları ve düşündürdükleri ile birlikte, kısa zamanda kitabın ikinci yarısı için de birşeyler yazacağım..

4- Erguvan Kapısı, O.Baydar: İlk olarak Kedi Mektupları'nı okuyarak tanıdım Oya Baydar'ı, sonra Ece'nin bir yerde bahsetmesinin üzerine bunu da buldum okudum, içime işleyen, bitmesin diye okumaya kıyamadığım kitaplardan birisi oldu. Bitirdikten sonra 3-4 ay bir başka kitabı okumak istemedim. İstemedim aklımdaki hiçbir detayın silinmesini, o okuduklarımı unutup kendi dünyama dönmek, yeni kitaplar okuyup başka dünyalara geçmek istemedim. Okurken ve okuduktan sonra uzunca bir süre içinde yaşanması gereken, gözardı ettiğimiz bir dünya. Anlayamadığımız ve yargıladığımız insanları daha iyi anlayabilmek için okumamız gereken bir kitap bence.

5- Küçük Prens, A.de S.Exupery: Son sıraya bıraktığım için üzgünüm aslında, ama okuyan her yetişkinin anlayabilmesini beklemediğim için, birisi olur da benim listemdekileri okumak istersen bundan başlamasın diyedir belki... İç kitabı gibi, Küçük prens de dönüp dönüp okuduğum kitaplardan birisi. Keşke herkes okusa dediğim bir kitap...

6- Hayvan çiftliği, G. Orwell
7- Yıldız tozu, N.Gaiman
8- Kuvayı Milliye, N.H.Ran
9- Beşbindörtyüzotuzdört, Y.Yunak
(insan çocukken de olsa, beceriksizce de olsa, komik de yapmiş olsa yine de kapak tasarmını yaptığı kitabı ilk 10 a koymazsa ayıp olur sanırım =) )
10- If you could see me now, C.Ahern

ve diğerleri...
Mutluluk (Z.Livaneli), Benim adım kırımızı (O.Pamuk), Empati (A.Fawer), Simyacı (P.Coelho), Ana (M.Gorki), Fareler ve insanlar (J.Steinbeck), Sineklerin Tanrısı (W.Golding), İnce memed (Y.Kemal), Dönüşüm (F.Kafka), Contact (C.Sagan), Açlık (K.Hamsun), ...


Topu aslında eloy'a atcaktım ama kendisi ilk ve son mime bişiy yazmayı redettiği için onun neler okuduğunu merak etmeme rağmen onu katmıyorum işin içine. Voodoo girl'e, stZiza'ya ve SuperHero'ya gitsin sıradaki şarkı: haydi söööyyylleeeeee....

31 Aralık 2008 Çarşamba

iç kitabı


"Sen, içini çıkarıp vermek istiyorsun başkalarına. Başkaları da bilsin, sana baksınlar diye...değil. Sen gibi baksınlar dünyaya diye. Çünkü orda baktıkça, tanıdıkça, anlattıkça çoğalan, gerçekleşen bir acı var. ... Bilsin bakalım onlar da, nasıl oluyormuş hiç anlaşılmayacak bir dilde oluşan bir başka evreni..taşımak..içinde.."

Çıkarıp versem mesela ellerimi, birkaç satır yazı yazsanız.. kaçınız korkmadan devam eder yazmaya, kelimelere ortasından başlayıp sonra başını yazan bir eli olunca? benim ellerimle kavrasanız bir cam bardağı ve baksanız ki en olmadık anda itiraz etmiş o el o bardağı taşımaya, paramparça olmuş cam, ister miydiniz o eli? Ya da sevginin elini tutmaya korkan, bir tuttu mu da bıraksa kangren oplup öleceğini sanan bir eliniz olsa, kaç kere yeniden cesaret edebilirdiniz ki sevgiye?

Gözlerimi versem size.. Bulutlara baktığınızda aklınıza sel altında kalan çocuğunu kurtarmaya çalışan bir babanın görüntüsünü getiren; toprağa baktığınzıda insanların görmeden ezip geçtiği solucanları hatırlatan; bir bebek gördüğünüzde korunamayacağı binlerce sıkıntı ve kalbini kıracak haksızlıkları düşündüren, saate baktığınızda kendinizi zamansız bir uzayda hissettiren; anlamaya ve anlaşılmaya açılan kapınızın kilidi olan bir çift göz ister miydiniz?

Ya da kulaklarımı versem? Çığlıklar, sessizlikler, bombalar, damlalar, koşuşlar, uçuşlar, sesler, sesler, sesler... duymak ister miydiniz ben gibi?

Ben Zakkum olduğumu düşünürüm yaklaşık 8 senedir. "Hayır! Hayır, hiç de sanıldığı gibi değil; bir zakkum seçemez zakkum olmayı. Ağır ağır gerçekleşen bir zorunluluktur bu. Zaman alır bir zakkum olmak. Bir ömür sürer zakkum olmak, bir zakkum için. Zehrini yaratmak, sagılamak kendine ve en son alışmak zehrine, bir ömür alır. Zehri taşımak, zehirlenmekten daha çok acıtır canı."

Ya sen? En iyi ne anlatır seni?

4 Kasım 2008 Salı

To Do List


- Optical Observations dersinin lüzumsuz projesi için Sextractor'un çıkardığı sorunu çözmem gerek. Sonrasında da bi dolu grafik yorum işi beni bekliyor. Tam bir hammallık, düşündükçe bile sinirlerim bozuluyor. Tolgam, Gökhan ve Sinan'ın yardımlarıyla bişiyler yapmaya çalışıyorum ama bakalım ne kadar ilerleyebilicez. Sonunda "süren doldu, çok geç kaldın, biz de senin dersten kalmana karar verdik" deseler nasıl da sevinicem. Gelecek dönem belki bi kaç kişi daha alır dersi de adam gibi bi final yaparlar umudundayım.

- AQM ödevini ilk hafta yaptığım halde temize çekemediğim için vermemiştim, geçen hafta hiç bakmadım bile. Bu hafta artık kendimi toparlayıp dersi tekrar edip ödevi de yapmam gerek.

- Cosmology ödevini yapmadığım gibi uygulamasına da girmedim cuma günü. Şimdi ona çalışmaya çalışıyorum =/ Bu dönemin en keyifli derslerinden birisi aslında benim için ama gözüm yatakta birazcık uyusam diye. 1 haftadır koşuya çıkmadığım için öyle zinde kalkmıyorum. Bi de Cuma'dan beri erken kalkma özelliğimi de kaybettim, sabah 5'de yatınca insan ertesi gün erken kalkamıyor haliyle.

- Nuclear Phys. ödevlerini en azından ingilizceye tercüme edeceklerdi benim için. Ama ne asistandan ses seda var ne de dersin sitesinde bir uyarı. Asistana bi fırça maili atmam gerek...

- Vereceğimiz proje önerisi için örnek dosyaları okumam ve kendimizine uygun bi tane hazırlamam gerek. Kasım sonuna kadar süremiz var ama ne kadar erken halledersek o kadar iyi.

- Max Planck Inst. director'ı beni görmek istemiş tezimle ilgili olarak amam bu hafta izindeymiş, gelecek hafta unutmadan onu halletmem gerek mutlakaç.Bakalım erken başlamama izin verecekler mi... Vermezlerse 1 aydan fazla kalabiliyorum Türkiye'de, verirlerse de tezime erken başlamış olduğum için iyi olacak. Her iki durum da kabulüm =)

- Aralık'ta TR'ye gidince seminer vermem gerek. Bu sextractor'den bi an önce kurtulup seminerime başlamam gerek. Gerçi az çok hazır gibi ama yine de bakmam gerek yeniden.

- Gökbilim'le ilgili yeni bi proje vardı, bu koşturmaca sırasında ilgilenemedim, onunla ilgilenmek istiyorum en kısa zamanda yeniden.

- Ece bir kitaptan bahsetmiş kıyısında, Müge İplikçi'nin Kaf Dağı adlı kitabı. Biraz da The Shock Doctrine (by Naomi Klein) değinmiş. Gerçi baktım da bu isimde iki farklı kitabı var Klein'ın. İkisini de okumak gerek bence. Şimdi "İskambil Kağıtlarının Esrarı"nı okuyorum Tenay'cımın taa bi zaman önceki tavsiyesi üzerine ama bu iki kitabı da edinmem gerek.