Ece etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ece etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2015 Salı

Ece'yi anlamak

Her gün yaşanan münferit olaylardan yola çıkıp da genel olarak bir dert anlatmaya çalıştıktan sonra insan yıllar boyunca, sadece bir dert değil aslında kendisini ve en minimal düzeyde dahi olsa toplumsal ahlaki doğruyu anlatmaya çalıştıktan sonra, hala daha ülke gündemi iyileşmiyor, düzelmiyor, ve kötüye gidiyorsa, kişinin kendisi de salak veya yerinde saymakta bir sakınca görmeyen biri değilse, bu işin artık bir anlamı olmadığı aşikardır.


Ben anca bu söyleşiyi dinledikten sonra anladım Ece Temelkuran’ın neden artık gazetede yazmak istemediğini. Ve belki de ancak şimdi anlamlandırabildim neden mizah dergisi olarak adlandırılan -ama belki de ülkenin artık tek mantıklı muhalefet yapabilen ve düşündüren yayını olan- Penguen’de yazdığını. Birilerine bir şeyileri 10 yıl boyunca anlatır da hala daha bir değişiklik görmezseniz ya vaz geçersiniz anlatmaktan ya da başka bir şekilde denersiniz anlatmayı. Durumla başa çıkabilmek için belki biraz kara mizah da gerekir… İşte bu yüzden Penguen, ve işte bu yüzden roman. 

Roman deyince, 'gerçek ile hakikat arasındaki fark' meselesi geliyor gündeme. Gazeteciysen, gider bir tür delil toplarsın, röportaj yaparsın, kanıtlayabileceğin şeyi haber yaparsın. Magazin gazetecisi bile bir şekilde bir fotoğrafa veya gizli bir anlatıcıya ihtiyaç duyar haberi için. Ama kimsenin söylemediği şeyi, sen istediğin kadar anla, hisset, bil veya öngör, haberini yapamazsın. Gazete köşende yazamazsın; iftira olur bu, halkı galeyana teşvik olur, spekülasyon olur. Herkesin bilip de sustuklarını ancak bir romanda yazarsın özgürce. İnsanların anlayabilecekleri başka bir dil olduğunu umarsın romanın. Başka bir yöntemdir roman, empati yaptırırsın, sinirlendirirsin, hüzünlendirirsin, umutlandırırsın, çaktırmadan kanına girersin ve belki bir umut anlatabilirim diye düşünürsün. İşte bu yüzden roman, edebiyat, ya da adı her ne ise işte o.

İlk gençliğim Yenibinyıl'da yazdığı günlerde Ece’nin sayfasını bulup yazılarını okuma heyecanıyla geçti. Ona özenip belki de o ergen halimle, aklımda astronom mu olsam yoksa 'Ece gibi' gazeteci mi, düşünceleriyle Milliyet'e yazılar göndermişliğim vardı. Birini yayınladılar da hatta.

Bu arada kitaplarla geldi Ece… sonra sıklaşan köşe yazıları… sonra yıllar geçti, ben saçma sapan ilaçlarla ve hayatla cebelleşirken Bonn'da,  o Frankfurt'a geldi kitap fuarı için. Kıt kanaat geçindiğim bursumdan biriktirdim tren biletimi. Gece kalacak yere verecek paramız olmadığından sabah 5'te bindik trene, gece 11'de dönük ama Ece'yi görmeye gittik, bir Türk, bir Romanyalı bir de Gürcü, 3 kız. Tren biletlerimizi aldığımız günün gecesi uyuyamadım heyecandan. Ertesi gün Avrupa'nın en iyi kozmoloji hocalarından birinin dersinde, ben Ece'ye vereceğim mektubun taslağını yazıyordum. Fuarda karşılaştık, ilk defa bir kitabımı imzaladı, ve ben konuşamadım tam da tahmin ettiğim gibi. Kalbim ağzımdan çıkmak üzereydi; ellerim, ayaklarım, tüm vücudum titriyordu heyecandan. Çok da ufak değildim, 26 yaşımdaydım ama kanatlarım kırık, biraz hasta, biraz yorgun, çokça umutsuz ve aşırı derecede hayrandım. Konuşamadan mektubumu bıraktım masasına. Sessizce çekilip gidecektim, gözlerimin içine içine baktı, 'Siz mi bıraktınız bunu? Siz mi yazdınız? Benim mi bu?' dedi. 'E-e-e-e-evet.' diyebildim sadece. Verdiğim anda pişman oldum. Ne çok saçma şey yazmıştım. Ben hocamı kaybetmiştim bir suikastte, o dostunu, ve tehditler alırken kendisi o günlerde, korkuyordum ona
birşey olursa diye. Çünkü Necip hoca bize söylemişti tehdit telefonları aldığını, biz birşey yapamamak bir yana, yanına gidip konuşmaya dahi cesaret edememiştik konu hakkında. Aynısı ya Ece'ye olursaydı? Korkularımdan çok 'Lütfen dikkat et'lerimi yazmıştım mektubumda tüm içtenliğimle ama çok çocukça, çok salakça ve belki de çok umut kırıcı mı olmuştu acaba? Keşke hiç vermese miydim? Ben bunları düşünürken o gülümsedi, ben de gülümsemeye çalıştım. Uzaklaştım. Ötedeki kolonlardan birinin dibine gidip izledim sessizce. Kalabalığın arasından görmeye çalıştım. Mimiklerini, saçının hareketlenişini, sesini... aşk böyle bir şey işte. 14 yaşınızda başlarsa hele, 26'nızda bile salaklaşırsınız. Sonra söyleşi vardı sırada, bol bol fotoğraf, biraz da video çektim. Hatta sonrasında o zamanki yardımcısına ilettim de o fotoğrafları, belki kullanırlar bir yerlerde diye... hiç unutmuyorum Özgür Mumcu ile boşanma haberinde kullanılmıştı çektiklerimden biri. Öyle de zordu ki ha bire kırpışan o gözleri açık yakalamak titreyen ellerimle... Sonrasında Elena dürtükledi de birlikte bir fotoğrafımız oldu sayesinde. 

Zaman içinde Milliyet oldu Habertürk, Habertürk oldu televizyon programı.

Yıllar geçti, yolumuz, küçük bir İstanbul gazetesiyken zaman zaman bilim haberleriyle destek vermeye çalıştığım BirGün’de kesişti. Ben bir haber yazdım, sonra o benden başka bir haber istedi. Ben artık hem bir astrofizikçiydim, hem de vaktim oldukça bilim habercisi. O da kısa bir süreliğine de olsa benim Genel Yayın Yönetmenim - mutlu ediyor böyle olduğunu düşünmek beni. N'apalım yani?

Derken gün gelip de BirGün'den de gidince, artık onu o denli sık okuyamayacak olmak ihanet gibi geldi. Anlamaya çalıştım, anlamasam da kızgınlığım geçti ama terk edilmiş hissettim kendimi. Kaç yıl geçti o yazmayı bırakalı? Belki çok değildir, bana sorsanız çok! Kırılınca çünkü insanın kalbi, zaman yavaşlar.

Bak işte bence geçen o çok yıldan sonra ancak şimdi anladım, ve hak da verdim Ece'ye. İyi yapmış tabii ki de! Çok da iyi yapmış köşe yazmayı bırakarak. Kırgınlığım geçti, dengem yerine geldi. 

Sürekli kullandığım ilaç Kore'de yokmuş, annem tek başına ilaç gönderilmez dedi. Ben de ilaçla birlikte bir de 'iç kitabı' istedim. 'Ezberlemedin mi sen hala onu?' dedi, güldü ama koydu tabii ki çantaya. İlk yardım çantamda bir kutu ilaç, bir de iç kitabı. Hele şu paket bi gelsin de, değil Kore, Somali'de bile olsam sırtım yere gelmez artık benim. İyi ki varsın be Ece! İyi ki!

5 Mart 2010 Cuma

Günün haberi!


Aslında 2009'un haberi olmalıymş ama ben az önce farkettim. 
Ece boşanmış! 
Üstelik bu haberde kullanılan fotoğraf da benim çekip gönderdiğim fotoğraflar arasından! 
Aşkımız için hiçbir engel kalmadı artık!

9 Şubat 2010 Salı

Ece ......

Bir tane hayatımız var. 
Onu da kahramanca yaşamayacaksak ne işimize yarar?
Korkarak mı yaşayacağız? 
Seçimim, kaybedecek şeyim yokmuş gibi yaşamak. 
Kaybedecek bir şeyim de yok gerçekten. 
Geldim, gideceğim...

Ece ...

- “Bir insan bir insanda başka bir hayatın kapısını görünce âşık olur ona” diyor. O kapıdan girmeyi, ardındaki olası tehlikeleri göze alanlar, buna cesaret edenler neyle ödüllendirilir
ya da cezalandırılırlar?

+ Sen benden iyi bilirsin, ödül filan yok. Mesele her şey bittiğinde hikâyenin güzel kalması... Yaraların iyileştiğinde hatırladığın hikâye hâlâ güzelse, yeter. Ben hikâyem güzel olsun, içinden birçok hayat geçen bir ömrüm olsun istiyorum. Bir de şu var: Üstüme kapının kilitlenmesinden hoşlanmam. Bizim gibi kadınları manolyaya benzetiyorum. Çok güçlü görünür manolya, kocaman bir ağacın dallarında açar, etli, kalın yaprakları vardır ama kırılgandır, dokununca çürür.

2 Ocak 2010 Cumartesi

Şahadaroba



Şahadaroba!
Geçmişten daha güzel bir yıla!
Herkese mutlu yıllar!

3 Kasım 2009 Salı

İstanbul Kitap Fuarı

Horul horul uyuyarak geçen Ankara - İstanbul yolculuğunun ardından sağ salim vardık Bakırköy'e sabahın 8:30'unda. Tutarsız cüceye sms attım gelsin de kahvaltı yapalım diye ama iletilmedi. Hızlı bir kahvaltı yapıp yol üstündeki simitçide, ilk önümüze gelen internet cafeye girip fotoğraf makinesindeki yazlıktan kalma görüntüleri aktardık external hard diske. Fuar servisine bindik ve 10:30'da vardık fuar yerine. İstanbul o kadar soğuk o kadar soğuktu ki... Hemen girdik fuar binasına ama kapılar 11'de açıldı. İlk daldığımız salon çoğunlukla çocuk kitapları içerse de bizim için çok da bişiy değişmedi; onca kitapla bir arada olabilmek öylesi güzeldi ki!

Çocuk kitapları bölümünde anlayıp da 2. salona geçişimiz biraz vakit aldı. Girmek istediğimiz ilk söyleşi saat 12'de (Ece Temelkuran ve Nawal Saddavi'nin Allah’ın Oğulları ve Yeryüzü’nün Kızları) olduğu için ben öncesinde hızlıca dolaşıp, hangi yayınevinin nerede olduğunu kafamda kabaca yerleştirip, detayları sonraya saklamak niyetindeydim ama üç kişi olunca biraz yavaş ilerliyor süreçler.

Ece her zamanki gibi çok hoştu. Konuşması, duruşu, kelimelerin ağzından çıkışı... Nawal hanım ise hem bir psikiyatrist, hem bir yazar. İmkan olsa oturup saatlerce konuşabileceğim, yanında kendin gibi davranmaktan sakınmayacağın bir insan portresi çizdi bende. Bir de kitabını aldım, Sıfır Noktasındaki Kadın. A bu arada tabii ki yolda Çöplüğün Generali'nin kalan 30 sayfasını da okudum, dün gece de başağrıma rağmen birkaç sayfacık ile başladım Sıfır Noktasındaki Kadın'a...

Söyleşi sonrası Ece kitaplarını imzadı. Ve ben imkansızı gerçekleştirip bu defa onunla konuştum. Ece beni hem Frankfurt Kitap Fuarı'ndan hatırladı hem de yanımda götürdüğüm Frankfurt'ta çekmiş olduğum fotoğrafların çıktılarını çok sevdi, hepsini kendisine aldı, birisini bile imzalayıp bana vermedi :) Evet biliyodum, Ece de beni seviyo! Bana "denizleri aşan kadın" diyo :)    Epeyce kilo vermiş ve saçının rengini değiştirmiş...pek sevmedim bu son durumu.

Ece'ye kitapları imzalattıktan sonra koşar adım Oya Baydar söyleşisine gittik, Zerrincim ise Doğan Cüceloğlu'na gitti. Oya Baydar'ın editörü Turhan Günay ve bizlerle konuşmak istediği konu "Romanda Gerçek ve Kurmaca" Çöplüğün Genarali idi. böylesi ünlü ve kuvvetli bir kalemi olan bir yazar olan Oya Baydar'ın, okurlarından gelecek her türlü eleştiriye açık ve meraklı olması gerçekten çok hoştu. Çöplüğün Generali'ne dair en büyük endişesinin yerel değil genel olabilmesi, günümüzde başka zamanlarda ve başka ülkelerde de okunabilir olması ama bunların yanı sıra edebiliğinden de çok fazla ödün vermemesiydi. Kitapla ilgili düşüncelerimi ayrıca yazacağım için şimdi fazla detaya girmek istemiyorum. Bu söyleşinin ardından da Oya Baydar imzalıyordu kitaplarını. Elveda Alyoşa'yı evde unutmamı, daha doğrusu anneannemin okumak üzere alıp da kim bilir nerede bıraktığı için bulamayışımı saymazsak, Erguvan Kapısı'mı bile bulup, tüm kitaplarımı imzallatım, hatta iki tane de yeni yıl hediyesi bile imzalattım Seyfi ve Ercan için :)

İki söyleşi ve iki uzun imza kuyruğunun ardından gerçekten yorulmuştuk. Sırada Nihat Behram'ın şiirle ilgili bir oturumu vardı ama biraz dinlenmeden tek bir adım dahi atacak mecalimiz kalmamıştı. Sonradan Nihat Behram oturumuna gittiğimizde ise 15'lık gecikmede çok da birşey kaybetmediğimizi gördük. Hatta öyle ki sevdiceğin gözler kapandı yorgunluktan :) Nihat Behram'ı daha önce görmemiştim, fotoğrafını da. 98 yazında okuduğum Darağacında Üç Fidan olmasa ilgimi de çekmezdi sanırım. Oturumda fazla kalmadık, Nihat Behram çok ateşli bir şekilde kendi şiirlerini okuyordu ama o sadece yazsa ve biz kendimiz okusak daha iyi olurdu eminim. Çıkışta Zerrincim ve sevdicek oturduğukları sandalyelerden kalkamaz haldelerdi artık. Bense son bir gayretle Nihat Behram'a da kitabını imzalatmak istedim.

Bu aralarda bir yerde bir de Server Tanilli'yi görünce, Seyfi'den aşırıp el koyduğum Uygarlık Tarihi'ni neden yanıma almadım diye bir kez daha hayıflandım ama sonra cüzdanımda Zerrincimin kredi kartının olduğunu hatırlayınca üzüntüyü hesap kesim tarihine erteleme kararı aldım, elime de bir adet yeni basım Uygarlık Tarihi :) Server Tanilli gerçekten çok yaşlanmış. Tekerlekli sandalyesinde oturarak imzaladığı her kitabın sahibiyle en az iki cümle etmeye özen gösterip, kimilerine başka kitaplarından tavsiyelerde bulunup, okuma sırasını bile öneriyor; oldukça ağır hareket ediyordu. Yan masada önü boş duran Zeynep Oral ise kendisine getirilen ıspanaklı çörekleri yemekle meşguldü. Ve bu sahne beni çok ama çok mutlu etti.

Fuar sonundaki olaylar ise tam bir kabus tadındaydı. Yağmurlu ve soğuk İstanbul'da karanlıkta bilmediğimiz yolların ortasında, vızır vızır geçen arabaların arasında kalmak; yanlış üstgeçişlerden inip çıkmak; buz kesen bacaklarım, ağrıyan belim ve nerede ineceğimizden emin olmadığımız toplu taşım araçları ve kibarlık adı altında yavaşaklık eden gerizekalılar...

Sonunda Vildan Ablanın evine ulaştık. Karnımı doyurdum ve bir kez daha karar verdim ki birgün bir evim olduğunda ilk fırsatta alınacaklar arasında mutlaka bir mikrodalga fırın olacak. Ve son gördüğümde gecenin 3'ünde salondan mutfaktaki annesine, olanca ergen sesiyle "annneeeaaaaaaaağğğğ, hamburgeeeeeeeaaarrr" çığlıkları atan kuzenimin 19 yaşı... o şimdi 26'sında olmak istiyor, bense bir an önce 35'ime gelmek. :) Hayat hep ilerisini istemekten ibaret galiba...

Ve harıl harıl çalışan ısıtıcılar sayesinde sıcacık geçen İstanbul-Ankara yolu...

PS: Fotoğraflar en kısa zamanda eklenecek.

5 Haziran 2009 Cuma

Konuşan Kelimeler İşiten Yürekler

"Engelleri kaldir projesi sizlerin desteğini bekliyor" diye bir e-mail aldığımda, işin doğrusu şu ki projenin temelleri ile ilgili çok fazla birşey okumadım, okuyamadım; o yüzden de gerekli ilgiyi gösteremedim ama hep içimde ukte olarak kaldı. Şimdi sevgili Pino'nun sayfasında gördüğüm yeni bir proje ile engelleri kaldırmayı istemek, istemekten de öte engelleri kaldırmak için işe koyulmaya dönüşmüş, çok sevindim. Yaptığım kısa bir araştırma ile gördüm ki görme özürlü insanlar, ekran okuyucu programlar sayesinde internette gezinebiliyormuş. Ancak bu programların büyük bir çoğunda(bildiğim kadarıyla hiçbirinde) Türkçe okuma seçeneği olmadığı için, bir zamanlar Ece'nin de bir yazısında bahsettiği gibi, ancak yazıların İngilizce okunuşları ile dinleyebiliyorlarmış; anlayana bravo yani. Neyse ben daha fazla uzatmayayım da, siz projeyi orjinalinden okuyun en iyisi:

La Paragas'ın harika hizmeti; ‘Hayırlı Bir İş’ ile başlayan sesli blog yazıları fikri, görme engellilerin de blog dünyasının bir parçası olmasını amaçlıyor…

‘Tüm engelleri aşan bir tam olmalıydık’ ortak fikrinde birleşen bloggerlar; Buraneros, Uzağa Giden Kadın, Bugünü Yaşama Arzusu, Kırmızı Günlük ve Evrenin Dünyası; fikre logo desteğini esirgemeyen Pinonun Yeri, teknik destek konusunda araştırmacı Erkan Bal ve fikri duyar duymaz sahiplenip, sitelerinde duyuran Kara Kalem, Ateş Böceği, Persona Non Grata, tutsak, delfina, Hayat İzlerim ve Gereksiz Yazar'la giderek çoğalıyor olmanın heyecanı ile bugün sizlere de soruyoruz:

Sizce de harika değil mi?

Ben fikri sevdim diyorsanız…
Fikir sahibinin izni var kulaktan kulağa yayılması konusunda...

Kendi sesinizden ya da sevdiklerinizin sesinden yazılarınızı bloglarınıza ekledikten sonra ‘konuşan kelimeler’ etiketi ile etiketlemeniz, yarınlarda oluşabilecek bir ortak blog platformunda buluşmamızı kolaylaştıracaktır diye düşlüyoruz….

Peki benim blogumda sesli kayıt olduğu nereden bilinecek diyorsanız, logoyu kullanmaya ne dersiniz?

Kararsız kaldım ne olur ki bunun sonu diyenlere, beyaz yavru tavşanın niyet kâğıdını okumaları tavsiye edilir...

Konuşan Kelimeler İşiten Yürekler

Kulaktan kulağa oyununun gönüllü bir oyuncusuyum ben
Benim yüreğimden gelen senin yüreğinden duyulduğu gün
Gönülün gördüğünde buluşup
Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırında paylaşıyor olacağız hayatı…


Konuşan kelimelerin işiten yüreklerini çoğaltmak için Biraz daha beklemek mi yoksa bugün hemen seslenmek mi?

Daha fazlası için: Tempo Dergisi'nin konuyla ilgili bir yazısı...

14 Mayıs 2009 Perşembe

?

"Nasıl oluyor sizin hoş bulacağınız bir şarkıyı söylemek için ölen birini izlemek?"*























Bunu cevabını vermek üzere karşıma çıkmalarını istemem, çünkü o cüreti gösteren kimse zaten benim anlayabileceğim bir cevap vermeyecektir; ancak sakin sakin ve zamanla bana anlatmayı denerse belki anlayabilirim, eğer varsa, bunun arkasındaki mantığı...

*İç Kitabı P/13
Ece Temelkuran

8 Mart 2009 Pazar

Kaçıncı dünya ülkesi?


okuyun şu yazıyı

sonra unutun

sonra gidin kendinize o marka kot alın

sonra gelip kotlarınıza o rengi veren adamların karılarının kadınlar günün kutlayın

bi de dua edin onlar için

bi an önce kocaları ölsün de belki o kotlardan 10-15 tane alacak kadar para geçsin ellerine diye

ne de olsa o kotlar olmadan yaşamak zor bu dünyada

kendileri giyemediyse bile çocukları giyebilsin bari

o kotlar, hele ki o renktekiler çağımızın bir gerekliliği artık

di mi?

10 Şubat 2009 Salı

Hak Yardım Sadaka Rüşvet

Ece'nin artık sunuculuktan çıkıp daimi konuk olduğu Türkiye'nin Nabzı'nı izledim ve ancak öylelikle unutabildim burda inatla sadece sinir bozmak için uğraşan insanların insaniyetsizliklerini. Evini, sevdiklerini, yaşamını, ailesini ve işte kısaca ülkesini bırakıp tek başına böyle b.ktan bi ülkeye okumaya gelmiş bi insandan ne istersin ki be hey hayvan diye bağırasım geliyor ama neyse..

Bu akşamki konuklar arasında hem beni hem de ekranda Ece'yi hop oturtup hop kaldırtan, "aynı ülkeden mi bahsediyoruz" dedirten, "1950lerden sonra bi yerlere gittiniz ve 1980'den sonra geri mi geldiniz?" diye sordurtan sevgili(!) konuk; Star Gazetesi yazarı Mustafa Akyol idi. Adını daha önce görmemiş duymamıştım, ama bundan sonraki en az bir iki yazısını mutlaka okuyacağım keza adım kadar eminim ki bu akşamki programı köşesinde yazacaktır. Benim asıl merak ettiğim, o mercümek(?) kadar aklı ile neler yazacağı. Adam o kadar ilginç ki... Partilerin, tabii ki AKP'nin, yardım adı altında dağıttığı sadaka veya rüşvetlerden bahsediliyor; bu yardımların bir parti tarafından yapıldığı zaman sadaka veya rüşvet ve fakat devlet tarafından yapıldığında demokratik bir hak olduğunu bilmeyen veya anlamayan bir vatandaş bu. Adamın savunduğu şey şu: sosyal devlet, benim paramla gidip yoksul insanlara yardım ederse bu bana haksızlık olur. Ben çalışıyorum, devlet de benim çalışıp kazandığımla işsiz adama para veriyor, bu haksızlık değil mi diyor. Ama partiler, seçim vaadi olarak kömür, beyazeşya, cep telefonu vs. dağıtırsa ve "beni seçmezsen bu yardımlar gider" tehditleriyle veya sadaka şeklinde, birçok yoksul içinden seçtikleri insanlara gidip yardım(!) ederlerse bu normaldir, doğrudur. Eğer ki seçmen, partisinden bu tür yardımlar bekliyorsa partilerin bunları sunması doğaldır.

Bu düşüncenin ahlaki bir bakış açısından yoksun olduğunu bir tek ben mi görüyorum? Bu şimdi ahlaki midir? Bu şimdi rüşvet değil midir? Yani yoksa bu rüşvet ahlakidir ve bir ben mi farkında değilim?

Anlayamıyorum, anlamam mümkün değil sanırm.

İnsanların temel yanlışı: sosyal devletin bir sorumluluğu olan yardımlar veya ödenekler vs. ile partilerin yaptığı sosyal yardım adı altındaki, oy için verdikleri, aleni rüşvetleri aynı kefeye koymaları.

İnsanlar aç oldukları için bu yardımları kabul ediyorlar, kabul etmek zorunda kalıyorlar, ama aslında içine sokuldukları bu durumun ne kadar kabul edilemez olduğunu görmüyorlar. Aç kalmamak bir yardım meselesi değil devletin sana sağlaması zorunluk olan bir sosyal haktır, nasıl anlaşılmaz bu? Neyin hakkımız olduğu ile neyin bize lütfediğilebileceğinin ayrımına varamayan insanlar var bu ülkede. Aç kalmamak için AKP veya başka bir partinin destekçisi mi olmak zorundasın, yoksa aç kalmayı mı seçmelisin denildiği zaman "aç kalmak bir zorunluluk değildir, o zaman aç kalmayacakları bir biçimde yaşam şekillerini değiştirsinler" diyen bir kimse bu adam! Ne yapsın yaşam şeklini değiştirip, banka mı soysun, hırsızlık mı yapsın, kendini mi satsın, ne yapsın? Adamın aklındaki şey şu; ona yardım eden kim ise, AKP ise AKP'yi desteklesin, kendisini aç bırakmayan partiden yana olsun. Ne kadar düşünmeden söylenmiş sözleri var insanların, ne kadar kolay çıkıyor cümleler ağızlarından. Hayat ne kadar kolay kimileri için, aç kalmasın o zaman kardeşim! demek ne kadar kolay.

"Neo-liberal politikaların yoksullara ne zararı var?" diye soran bir kimse bu adam. Bu politikalarla dünyanın çiçek bahçesi olacağını iddia edecek neredeyse. Tüm darbelerin sadece sağ partilere kasten yapıldığını iddia ediyor bile...

Ne oluyor da kimilerimizin aklı sadece parada çalışır hale geliyor, ne oluyor da insaniyetlerini unutuyor bu insanlar, veya kimler yetiştiriyor bunları ki insanlık nedir öğretmeyi unutuyorlar?

Hak nedir? Neler lütfedilebilir, neler zaten haktır? Bunları madde madde yazıp dağıtmak mı gerek insanlara? Satılık medya yüzünden halkına ulaşamayan Chavez hükümeti gibi pirinç torbalarının üzerine mi yazmalı bunları, halka bişiyler öğretebilmek anlatabilmek için?

9 Şubat 2009 Pazartesi

iç kitabı - 94


Kırılmaktır sır. Tutulmuş yanını olduğun yerde bırakıp, tutulmaya bırakıp, bir başka taş olarak olmaktır artık. "Ben", başkaları olur artık o zaman. Ama elbette bir taşın gücü yeter bu sabırsızlığın bedelini ödemeye. Artık hiç tutulmayacak olmanın lanetli katılığını, küçülmüş ve katılaşmış gövdesini sonsuzluğa doğru sürükleyip götürmeyi ancak bir taş becerebilir.
Taş, başlangıçta katı değildir. Fakat taş öğrenir. Ve taş, işte taş olmayı, böyle tutulup kırılarak öğrenir.









İç Kitabı - Ece Temelkuran

2 Şubat 2009 Pazartesi

Kardeş Dünya!

t.u.b.a şurda belirtmiş, sabah sabah aldığım en güzel haber oldu!



Konumuz:
özür diliyorum,
özür diliyorlar,
türkler,
ermeniler
değil
duygular,
paylaşarak azalan acılar

ve
İNSANLAR...
Bizim insanlarımız!

Hayır, benim "onlar da bizden özür dilesin" gibi bir derdim yoktu. Sadece ben, bu devletten ve geçmişin hırsıyla yaşayan insanlardan ayrı durarak, kendi başıma ve kendi adıma o kampanyaya imzamı attığımda, "Kendini utanmadan aydın sınıfına koyan üç beş çapulcu işbirlikçinin imzası, TÜRK milletini bağlamaz. Bizim kimseden özür dilememizi gerektirecek yüz kızartıcı bir tarihimiz yok. Hiç bir değeri olmayan o imzaları atanlar ve onları destekleyenler zahmet edip tarihimizi okurlarsa ne demek istediğimi -pek ihtimal vermiyorum ama- belki anlarlar." dedi arkadaşlarım, ailemden insanlar, ve bir çok kişi... Halbuki o imza, aklı toprak kavgasında, nafaka derdinde ve hala geçmişin vahşetinde olan bir dolu yanlış düşünceden öte, o kadar insanî bir davranıştı ki benim gözümde.

Bunu en iyi Ece anlatıyor yine, üstelik de canlı yayında söylüyor bunu;
"O zaman ne olduğu, soykırım lafı üzerinden iki tarafta da kurulan endüstri; beni çok rahatsız ediyor bu tartışma. Benim en çok önemsediğim şey şu; bu dünya üzerinde şimdi bu topraklarda yaşayanlar kadar Anadolu'lu olan tek bir halk var, o da Ermeniler. O en sert Ermeniler bile, diasporanın en beter Ermenileri bile ben Türkçe konuştuğum zaman kendi ninelerinden öğrendikleri Türkçe ile konuşup, ağlıyorlar. Siz ne kadar kabul etmeseniz de biraz duygusal bu mesele. Kendi payıma düşen duygusal görevi yerine getirmek istedim, o yüzden imzaladım."
Ama yazmıştı da tabii ki, daha iyi anlaşılabilmek, daha iyi anlatabilmek adına..

Aslında belki ben de Ağrı'nın Derinliği'ni okumamış olsam, "ne lüzumsuz şey bu" derdim. "Niye biz özür diliyomuşuz, hele onlar özür dilesin", "ASALA'nın yaptıklarını daha unutmadık biz" demezdim ama "ne gerek var şimdi" derdim belki. Ama şimdi biliyorum, Fransa'daki Ermenileri de, ABD'dekileri de, Ermenistan ve Türkiye'dekileri de biliyorum; Türk olduğumuz için yüzüme bakmayanların olduğu gibi, Türkçe bir sözcük edebileceği için mükemmel düzgün Fransızcasını bir kenara bırakıp sevinçle Urfa şivesiyle Türkçe konuşanların da olduğunu; kimisinin Türk olduğunu duyunca seninle görüşmeye bile gelmediğini ama kimisinin de evinde hala Türkiye'deki geçmişindeki mutlu günleri hatırlatan özel odaları olduğunu biliyorum. Ve şunu da biliyorum ki kimisi 'bize toprak veya para versinler' derdindeyken, kimisi sadece "bu olaylar yaşandı, yeter ki inkar edilmesin." diyordu. Ve benim özrüm sadece ve sadece bu insanî yanı olan kimselereydi. "Asıl onlar bizden özür dilesin", "Önce onlar özür dilersin" demeden... Sadece, "Evet oldu, üzgünüz, bizim dedelerimiz sizin dedelerinizi öldürmüş, acınızı anlıyorum ve paylaşıyorum" dedim ben o imzayla.

Şimdi, "Asıl onlar özür dilesin" diyenler... Alın işte, diliyorlar, dileyecekler, mutlu ediyor mu şimdi bu sizi? Yoksa yeni cümleleriniz hazır mı bize ilkokuldan lise sona kadar tarih kitaplarımızda elleri süngülü Osmanlı resimleriyle savaş tarihi öğretenleri mutlu edecek şekilde?

Bıraksak o damarlarımızda dolaşan Osmanlı kanını, bizler sadece İNSAN olarak yaşasak, insan olmanın verdiği onurla ve gururla, insanları hiç olmazsa yaradan ötürü sevecek kadar insan olsak, olmaz mı? O kadar insani birşey yaptım ki ben, o kadar insani bir şey yaptık ki biz o imzayı atanlar, işte şimdi barış güvercinleri, ABD, Fransa, Ermenistan ve benim bilmediğim daha bir çok yerden dolaşıp uçup, BİZİM ağrımıza, bizim Ağrı'mızın, derinliğine barış serpmeye geliyorlar.

Tarihin acısı üzerinden siyaset yapmak yerine, bu güzel olaya mutlu olun, nolur. Nolur, "bir özürle olacak iş değil bunlar" "önce onlar dileseydi madem öyle" demeyin. Bakın biz paylaştık içlerindeki üzüntüyü, şimdi onlar paylaşıyor bizimkini. 'Önce sen, sonra ben' kavgasına gerek var mı?

Mutluyum ben...

18 Ocak 2009 Pazar

kitap kurdu


Haftalardır ertelediğim en sevdiğim 5 kitap mim'ini yazmaya kıyabiliyorum sonunda. Söz konusu kitaplar olunca benim için akan sular duruyor. Ankara'daki minicik odamıza zar zor sığarken bir duvarı yerden tavana, boydan boya kitaplık yaptırmıştı Zerrincim ama sonra o yetmedi, bir mini kitaplık daha aldık, o da yetmedi anneannemin odasındaki dolabın gözlerini doldurdum, sonra hiçbir şekilde kimselere vermeye kıyamadıklarımız evin deposuna indi ama hala ve hala yeterince yer yok kitaplar için...

Çocukken en büyük hayalim bi şekilde hapse girip orda bol bol kitap okuyabilmekti. E çocukken işte, adı üstünde hayal bu... Öyle sanıyordum o zamanlar, o zamanlar daha okumamıştım gözaltında tecavüz öykülerini ve işkence yöntemlerini, daha bilmiyordum betona su döküp çıplak ayak bastırdıkları yere elektrik verdiklerini, gözlerini bağlayıp hortumlarla dövdüklerini insanları... Hayran olduğum bir diğer şey de evimizin karşısındaki gazete büfesiydi. Ne kadar erken kalkarsam kalkayım o büfenin nasıl açıldığına şahit olamamıştım bi türlü, her sabah ben kalktığımda o büfeci amca gazetelerini dizmiş, minik kulübesinde oturuyor oluyordu. Ve benim bir diğer hayalim de o büfeci amcanın yanında çırak olmaktı. Düşünsene minicik bi yer bile olsa her yanın gazete dergi dolu, gün boyu bi dolu insan gelip senden gazete alıyor, sen veriyorsun onlara dünyanın haberlerini, bir süre sonra biliyorsun sabahları gelen kırmızı montlu kadın Milliyet alır, siyah ceketli adam Cumhuriyet, akşam üstü uğrayan tonton amca Hürriyet ve Sabah alır çünkü kupon biriktirir.. İnsanların özelini merak etmem, aksine fazla özeli bilmek istemem çoğu zaman. Ama bu sanki özellerinden öte, çok daha farklı ve çok daha güzel bişiydi benim için... Ve sonra, bu hayallerimden çok yıllar sonra ilk yazımın çıktığı gazeteyi o büfeden aldım, ilk yazımın çıktığı dergiyi, yayınlanan ilk makalemi... Sonra ahbap olduk o büfeciyle, artık her gördüğünde soruyor "çıktın mı uzaya" diye, e naapsın eskisi kadar sık göremeyince sonunda uzaya çıktım sanıyor heralde =)

Lafı fazla dolandırdım, gelelim listemize. Mim'e uygun şekilde ilk 5'i yazdım, dayanamadım 10'a tamamladım ama hala daha değinmem gerekenler vardı, aklıma geldiği kadar yazdım gitti...

1- İç kitabı, E. Temelkuran: O kadar iyi ve güzel anlatıyor ki... Sen geliştikçe; içini, içindeki, aklını ve düşünce şeklini değiştirkçe anlamı da seninle birlikte evrimleşen eşsiz bir kitap benim için. Bundan 4 yıl önce de en sevdiğim idi, hala da en sevdiğim. Ama o zamanlar aldığım tat ile şimdiki o kadar farklı ki.. O zamanki anlamı ile üstünden geçen yıllarla kendime kattığım tecrübeler, sevinçler, mutluluklar, hüzünler, üzüntüler, çılgınlıklar, çığlıklar, krizler ve heyecanlardan sonra, o kadar farklı ki şimdiki ben için... Yeni türkü'nün bir şarkısı vardır ya hani: "anlatır eski beni şimdiki bana" o geldi aklıma. Ama bu kitap öyle değil, her seferinde şimdiki beni anlatıyor bana, her seferinde okuduktan sonrak ile önceki daha farklı oluyor... Sen değiştikçe o da değişiyor, her okuduğunda daha da anlıyorsun, daha da, ve daha da...

2- Ütopya, T. More: İlk sırayı buna mı vermeliyim acaba diye düşündüm ama hayal kurmaktan öte düşünen ve hisseden birisi olduğum için hayallerimin kitabı olan Ütopya'yı ikinci sıraya bıraktım. OnurCUK'un deyişiyle, benim de fikriyatım çizginin hafiften soluna düştüğü için, birçokları gibi benim de ütopyam işte bu..

3- Portobello Cadısı, P.Coelho: Henüz hala okumakta olduğum için bu kadar etkilemiş de olabilir tabii ki, kitabın bir kısmının analizini daha önce şurada yapmıştım zaten. Birçok alıntılar, altını çizdiğim yerler ve bana hatırlattıkları ve düşündürdükleri ile birlikte, kısa zamanda kitabın ikinci yarısı için de birşeyler yazacağım..

4- Erguvan Kapısı, O.Baydar: İlk olarak Kedi Mektupları'nı okuyarak tanıdım Oya Baydar'ı, sonra Ece'nin bir yerde bahsetmesinin üzerine bunu da buldum okudum, içime işleyen, bitmesin diye okumaya kıyamadığım kitaplardan birisi oldu. Bitirdikten sonra 3-4 ay bir başka kitabı okumak istemedim. İstemedim aklımdaki hiçbir detayın silinmesini, o okuduklarımı unutup kendi dünyama dönmek, yeni kitaplar okuyup başka dünyalara geçmek istemedim. Okurken ve okuduktan sonra uzunca bir süre içinde yaşanması gereken, gözardı ettiğimiz bir dünya. Anlayamadığımız ve yargıladığımız insanları daha iyi anlayabilmek için okumamız gereken bir kitap bence.

5- Küçük Prens, A.de S.Exupery: Son sıraya bıraktığım için üzgünüm aslında, ama okuyan her yetişkinin anlayabilmesini beklemediğim için, birisi olur da benim listemdekileri okumak istersen bundan başlamasın diyedir belki... İç kitabı gibi, Küçük prens de dönüp dönüp okuduğum kitaplardan birisi. Keşke herkes okusa dediğim bir kitap...

6- Hayvan çiftliği, G. Orwell
7- Yıldız tozu, N.Gaiman
8- Kuvayı Milliye, N.H.Ran
9- Beşbindörtyüzotuzdört, Y.Yunak
(insan çocukken de olsa, beceriksizce de olsa, komik de yapmiş olsa yine de kapak tasarmını yaptığı kitabı ilk 10 a koymazsa ayıp olur sanırım =) )
10- If you could see me now, C.Ahern

ve diğerleri...
Mutluluk (Z.Livaneli), Benim adım kırımızı (O.Pamuk), Empati (A.Fawer), Simyacı (P.Coelho), Ana (M.Gorki), Fareler ve insanlar (J.Steinbeck), Sineklerin Tanrısı (W.Golding), İnce memed (Y.Kemal), Dönüşüm (F.Kafka), Contact (C.Sagan), Açlık (K.Hamsun), ...


Topu aslında eloy'a atcaktım ama kendisi ilk ve son mime bişiy yazmayı redettiği için onun neler okuduğunu merak etmeme rağmen onu katmıyorum işin içine. Voodoo girl'e, stZiza'ya ve SuperHero'ya gitsin sıradaki şarkı: haydi söööyyylleeeeee....

31 Aralık 2008 Çarşamba

iç kitabı


"Sen, içini çıkarıp vermek istiyorsun başkalarına. Başkaları da bilsin, sana baksınlar diye...değil. Sen gibi baksınlar dünyaya diye. Çünkü orda baktıkça, tanıdıkça, anlattıkça çoğalan, gerçekleşen bir acı var. ... Bilsin bakalım onlar da, nasıl oluyormuş hiç anlaşılmayacak bir dilde oluşan bir başka evreni..taşımak..içinde.."

Çıkarıp versem mesela ellerimi, birkaç satır yazı yazsanız.. kaçınız korkmadan devam eder yazmaya, kelimelere ortasından başlayıp sonra başını yazan bir eli olunca? benim ellerimle kavrasanız bir cam bardağı ve baksanız ki en olmadık anda itiraz etmiş o el o bardağı taşımaya, paramparça olmuş cam, ister miydiniz o eli? Ya da sevginin elini tutmaya korkan, bir tuttu mu da bıraksa kangren oplup öleceğini sanan bir eliniz olsa, kaç kere yeniden cesaret edebilirdiniz ki sevgiye?

Gözlerimi versem size.. Bulutlara baktığınızda aklınıza sel altında kalan çocuğunu kurtarmaya çalışan bir babanın görüntüsünü getiren; toprağa baktığınzıda insanların görmeden ezip geçtiği solucanları hatırlatan; bir bebek gördüğünüzde korunamayacağı binlerce sıkıntı ve kalbini kıracak haksızlıkları düşündüren, saate baktığınızda kendinizi zamansız bir uzayda hissettiren; anlamaya ve anlaşılmaya açılan kapınızın kilidi olan bir çift göz ister miydiniz?

Ya da kulaklarımı versem? Çığlıklar, sessizlikler, bombalar, damlalar, koşuşlar, uçuşlar, sesler, sesler, sesler... duymak ister miydiniz ben gibi?

Ben Zakkum olduğumu düşünürüm yaklaşık 8 senedir. "Hayır! Hayır, hiç de sanıldığı gibi değil; bir zakkum seçemez zakkum olmayı. Ağır ağır gerçekleşen bir zorunluluktur bu. Zaman alır bir zakkum olmak. Bir ömür sürer zakkum olmak, bir zakkum için. Zehrini yaratmak, sagılamak kendine ve en son alışmak zehrine, bir ömür alır. Zehri taşımak, zehirlenmekten daha çok acıtır canı."

Ya sen? En iyi ne anlatır seni?

16 Aralık 2008 Salı

p/27

"Sen, içini çıkarıp vermek istiyorsun başkalarına. Başkaları da bilsin, sana baksınlar diye...değil. Sen gibi baksınlar dünyaya diye. Çünkü orda baktıkça, tanıdıkça, anlattıkça çoğalan, gerçekleşen bir acı var. Bütün organlarını yuvalarından çıkarıp başkalarına vermek istiyorsun. Bilsin bakalım onlar da, nasıl oluyormuş hiç anlaşılmayacak bir dilde oluşan bir başka evreni...taşımak...içinde."

İç Kitabı - Ece Temelkuan

5 Kasım 2008 Çarşamba

Viva Chavez!

Obama won the election! So what?

Some of my friends think that will end the wars on the earth and USA will be a more peaceful power. I hardly think so. Actually what i think is... Nothing will change except some details or gestures but we(not American people but the rest of the world) will be more sad... Why more sad? For example, if any of your friends forget your birthday, how would you feel? Surely sad. But what if your best friend forgets? Surely it hurts more. The situation is very similar as we(the rest of the world) are so hopeful about Obama, we will be more sad when we realize he is also not so different from McCain or Bush etc.
It's said that, Obama's success means a lot, changes a lot. Actually i think Chavez's success was&is mean more but unfortunately there weren't any people interested in.


I don't think a new USA president will change a lot but new presidents against USA really changes a lot! Remember the time Chavez called Bush the devil..remember the problems of USA about the petrol...Russian support to Venezuella against USA...Chavez's invitation all countries against USA...

Instead of congratulating Obama, I still want to remind people that there is Venezuela, there is Chavez and there are the people dying because of USA and believe me, this will not change because of the new president. Attacks and wars may have a short break as it will take some time to recover the new parliament etc. and we(the rest of the world) may also won't hear so much war news any more due to a simple bargain with press... Don't you remember the thoughts of USA people about the invasion of Iraq? Most of them didn't have any idea what was going on, what were their army & their solders doing in Iraq as none of the TV's were showing any reality in USA... Just the same thing had happened during the elections in Venezuela press against Chavez, but he still managed!



More details?
* http://www.usatoday.com/news/world/2007-03-09-chavez-rally_N.htm
* Read some more from Ece: Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita!
* http://www.milliyet.com.tr/2006/03/14/pazar/paz05.html
* http://www.dialoginternational.com/dialog_international/2008/03/today-president.html
* http://www.worldproutassembly.org/archives/2007/12/5_million_iraqi.html
* http://akinkaya.blogcu.com/venezuela-nin-imf-ve-dunya-bankasi-na-borclarini-bitirdigini-biliyor-musunuz_2611622.html

4 Kasım 2008 Salı

To Do List


- Optical Observations dersinin lüzumsuz projesi için Sextractor'un çıkardığı sorunu çözmem gerek. Sonrasında da bi dolu grafik yorum işi beni bekliyor. Tam bir hammallık, düşündükçe bile sinirlerim bozuluyor. Tolgam, Gökhan ve Sinan'ın yardımlarıyla bişiyler yapmaya çalışıyorum ama bakalım ne kadar ilerleyebilicez. Sonunda "süren doldu, çok geç kaldın, biz de senin dersten kalmana karar verdik" deseler nasıl da sevinicem. Gelecek dönem belki bi kaç kişi daha alır dersi de adam gibi bi final yaparlar umudundayım.

- AQM ödevini ilk hafta yaptığım halde temize çekemediğim için vermemiştim, geçen hafta hiç bakmadım bile. Bu hafta artık kendimi toparlayıp dersi tekrar edip ödevi de yapmam gerek.

- Cosmology ödevini yapmadığım gibi uygulamasına da girmedim cuma günü. Şimdi ona çalışmaya çalışıyorum =/ Bu dönemin en keyifli derslerinden birisi aslında benim için ama gözüm yatakta birazcık uyusam diye. 1 haftadır koşuya çıkmadığım için öyle zinde kalkmıyorum. Bi de Cuma'dan beri erken kalkma özelliğimi de kaybettim, sabah 5'de yatınca insan ertesi gün erken kalkamıyor haliyle.

- Nuclear Phys. ödevlerini en azından ingilizceye tercüme edeceklerdi benim için. Ama ne asistandan ses seda var ne de dersin sitesinde bir uyarı. Asistana bi fırça maili atmam gerek...

- Vereceğimiz proje önerisi için örnek dosyaları okumam ve kendimizine uygun bi tane hazırlamam gerek. Kasım sonuna kadar süremiz var ama ne kadar erken halledersek o kadar iyi.

- Max Planck Inst. director'ı beni görmek istemiş tezimle ilgili olarak amam bu hafta izindeymiş, gelecek hafta unutmadan onu halletmem gerek mutlakaç.Bakalım erken başlamama izin verecekler mi... Vermezlerse 1 aydan fazla kalabiliyorum Türkiye'de, verirlerse de tezime erken başlamış olduğum için iyi olacak. Her iki durum da kabulüm =)

- Aralık'ta TR'ye gidince seminer vermem gerek. Bu sextractor'den bi an önce kurtulup seminerime başlamam gerek. Gerçi az çok hazır gibi ama yine de bakmam gerek yeniden.

- Gökbilim'le ilgili yeni bi proje vardı, bu koşturmaca sırasında ilgilenemedim, onunla ilgilenmek istiyorum en kısa zamanda yeniden.

- Ece bir kitaptan bahsetmiş kıyısında, Müge İplikçi'nin Kaf Dağı adlı kitabı. Biraz da The Shock Doctrine (by Naomi Klein) değinmiş. Gerçi baktım da bu isimde iki farklı kitabı var Klein'ın. İkisini de okumak gerek bence. Şimdi "İskambil Kağıtlarının Esrarı"nı okuyorum Tenay'cımın taa bi zaman önceki tavsiyesi üzerine ama bu iki kitabı da edinmem gerek.

26 Ekim 2008 Pazar

Ece - Erkekler, Egoları ve Kadınlar hakkında...

Hiç sevmediğim genellemelerden birisini yapmış Ece bugünkü yazısında. Belki artık benim de bu genelleme yapmama takıntımı aşmam gerekiyordur. Belki her zaman yazılarda, "benim gözlemlediğim kadarıyla" diye başlayan cümlelerdense genelleme yapmak daha rahat okunur ve anlaşılırdır. Bilmiyorum... Ama yazdıkları arasından birkaç cümleyi cımbızla alıp aktarsam sanki özet olur gibime geliyor. Demiş ki Ece; "Hiçbir kadın bir erkek kadar kendini ciddiye alamaz." ve demiş ki:
"Kadınlar ... kendilerini bir türlü o kendi kendini fazla ciddiye alan, komik duruma düşüremeyecekleri için bari erkekler bu yanılgılarıyla mutlu olsunlar istiyorlar.
Oyun gibi bir şey bir bakıma. Hani çocuklar der ya ‘Meğerse burası benim evimmiş’ diye, onun gibi bir şey işte. Erkekler de bize ‘Meğerse ben çok mühim bir adammışım’ diyor, biz de ‘Hı hı’ diyoruz. ‘Meğerse’ diyor, ‘Ben kocamanmışım, çok acayip akıllıymışım.’ Biz de ‘Hı hı’ diyoruz."

Gerçekten kimi insanlar var böyle... Bunlarla karşılaştığımda her ne kadar önce sinirlensem de, sonrasında onlara acıdığımı fark ediyorum. Ki birisine acımak, hissedilebilecek en kibirli duygulardan birisi. Bununla ilgili bişiyler yazmıştım geçen hafta ama siteye koymakta kararsız kalmıştım. Belki yakın bir zamanda...

19 Ekim 2008 Pazar

FKF 2008 - II

Çocukken gittiğim tiyatroların, arkadaşlarımla geçirdiğim güzel bir günün, sevgilimle geçirdiğim mükemmel bir anın, ailemin yanında geçirdiğim güzel bir haftanın, en sevdiğim dersin, çok severek okuyarak bitirdiğim bir kitabın ardından da böyle oluyorum ben. Susmak, susmak ve saatlerce günlerce susmak istiyorum. O nedenle şimdi anlatamayacağım ama dönüş yolu boyunca tekrar tekrar izlerken video kayıtlarını ve yanlışlıkla bir tuşa basar da silerim korkusuna rağmen defalarca bakarken fotoğraflara, beynimin ve kalbimin içindeki minik çocuklar bir koro oluşturup şunu söylediler:
“Hayal ettiğim kadar güzeldi! Ece, hayal edemeyeceğim kadar güzel..”

Gerisini siz de izleyin, düşünün, yazın, anlatın…

Videolar:

Söz sırası Ece’de: 12dk 42sn

Siz & Biz: 2dk 36sn

Ece’nin İnadı*: 50sn

Bazı fotoğraflar: burada
Vakit buldukça albüme ekleme yapacağım umarım, keza sabahtan beri blogu taşımakla uğraştığım için artık gözlerim ağrıyor ekrana bakmaktan...***

Fotoğraf albümüne ulaşılamıyor mu acaba bilemedim, bir sorun varsa lütfen bana bildirin ve bir de bu linki deneyin: tıkınız

* "Nedendir bu ayrılık, gelin kardeş olalım, hepimiz AKP'yi sevelim, sevdirelim" tadında bir konuşma yapan amcamıza Ece'nin cevabı. Hem amcanın söylediklerini hem de cevabın ilk kısmını kaçırdım ama zaten en güzel kısmı burasıydı bence ; )
**Sondan başa doğru izlerseniz gereksiz bir hararet sezebilirsiniz, o nedenle sırasıyla izleyin bence...
***Aslında Ece'nin neredeyse elli kadar fotoğrafını çektim ama ellerimin titreyişinden, ki kamera kaydında da göreceksiniz, net çekebildiğim kare sayısı az, onların da içinden seçince bu kadar kaldı...

FKF 2008






Tamam, bu gece geçmek bilmez, uykum gelmek bilmez, tren Frankfurt’a varmak bilmez, kapıdaki sıra bitmek bilmez, Ece’yi görünce benim dilim lal olur konuşmak bilmez…
Her türlüsü ölüyorum sonuçta, haberiniz ola! Ama en azından bi’ gideyim göreyim de öyle olsun yahu… Of, çok fena hızlı atıyor kalbim düşündükçe yarını! Umarım güzel geçer…

En son ne zaman böylesi bir hayal kurdum ve de kaptırdım kendimi hatırlamıyorum, sanırım yaz başında? Yok yok o böyle değildi… Sanırım 2 sene önce Sertab’ın konserini beklerken… Hımm, evet bu olabilir. Ama şimdi sadece uzaktan görmek falan yok, bayaa bayaa karışılıklı oturup konuşma şansım bile olabilir. Evet, tamam hayal, ne var? Allah allah! Demek ki..yok yok Sertab’ın konseri öncesi de böyle değilmiş… Sanrıııım hatırlayamadığım kadar önce bi’ zaman ZB ile Altan Erkekli’nin daha meşhur olmadan önceki bir oyununa gittiğimizde buna benzer bi’şiyler hissetmiştim, keza Rüştü Asyalı ile tanışma fırsatı böyle fena feci yapmıştı beni, tanışmıştım da ama lal olmuştum tabii ki, 2 sene önce Ahmet Telli ile tanıştığımdaki gibi… Neden böyle nutkum tutuluyor benim anlayabilmiş değilim, sanki Ece varken bana konuşmak düşmezmiş gibi, sanki onun sesinin çıkma olasılığı varken benim gık çıkarmam bile çok yanlış gibi. Halbuki öyle değil düşündüklerim de hissetiklerim de.. Demek ki başka bişiy var bu kasılmalarımın altında.. Hay allah ne ki acaba? Annecim, çocukluğuma inelim, bunu bulalım =)))

PS: Ece’ye laf yok, abartıyor olabilirim, hayal kuruyor olabilirim, hatta ve hatta fanatik de olabilirim, kime ne!