7 Kasım 2014 Cuma

Refah

Refah böyle birşeymiş arkadaş. Son 3 gündür, sanırım yıllaaaardır olmadığım kadar huzurluyum. Sabahları uyandığımda içimi kemiren bir sıkıntı yok. Gün içinde yapmam gerekenleri düşünüp uykuya sığınma isteği yok. Hem ev, hem iş, hem keyfi şeyleri aynı anda yapmaya çalışmak stresi yok. Şimdi tatil ilan ettim kendime ama 3 gün sonra işe dönünce canıma okunacak tasası yok. Yok işte, hiçbir dert yok! Çok şükür!

Önümüzdeki hafta hızlıca birkaç analiz yapacağım. Olursa ne ala, olmazsa da çok da dert değil valla. Ama biliyorum ki olacak, bi dert çıkmayacak. En kötü durumda, analiz sonuçları mantıksız çıkar, ama onda da yapacak bişe yok, öncekilerle kıyaslanabilir temelde olduğu sürece.

Bu akşam Murtaza yemeğe davet etti beni, sevdiceği, yeni doktora öğrencisi ve 2 stajyer öğrenciyi. Giderken aşure götüreyim dedim ama vakit yaklaştıkça vaz geçiyorum bu düşüncemden. Mesele aşur yapmanın zorluğunda değil. Tamam aşure yapmak ilk başta çok zahmetli gelmişti ama akşamdan suya koydun mu gerisi o kadar da dert değil gibi, hala yapmaya başlamadığım için kesin bir şey diyemem. Ama asıl mesele, ben o kadar uğraşıp yapıcam, sonra o it herif bi yorum yapacak ve tabağı onun kafasına geçirmek istiycem. Ne gerek var? Alayım şarabımı, gideyim uslu uslu. Şarabı beğenmezse hiç umurumda olmaz nasıl olsa. Çünkü bak şöyle şeyler geliyo gözümün önüne:
Yapmışız aşuremizi, koymuşuz büyükçe 1-2 kaba, gitmişiz Murtık'ın evine. Tek tek kaselere koyup götüremeyiz çünkü karısı ve kızıyla birlikte 8 kişi olucaz. Taşıması hiç pratik olmaz. O nedenle kaba koyup götürmek mantıklısı. Giriyoruz bunların evine. "Mutfağa koysam bunları olur mu?" diyorum. "Ne ki o?" diyo, anlatıyorum aşureyi, içindekileri, adeti falan. Suratını bi garip şekle sokup "buyur geç mutfağa" diyor. Mutfağa gidiyorum ama kase lazım. Kase isteyince bu bi daha bozluluyo ve muhtemeln diyo ki "ben kaseleri salata için koydum sofraya, başka kase yok." Ben kalıyorum mal gibi. "E salata bittikten sonra kaseleri yıkayıp öyle mi koyayım yani bunları?" diye düşünüyorum ama kitlendiğim için boş boş bakıyorum adamın suratına. O da bana bakıyor ve "nerden çıkardın başıma şimdi böyle tatlı matlı" diye söylendiğini hissettiriyor ama fiilen hiçbirşey yapmıyor. Bi kere böyle durumlarda harekete geçmek zorunda kalmaktan nefret ediyorum. Senin evindeyim, senden birşey talep ediyorum ve bir sevimlilik yapmaya çalışıyorum, bu domuz suratlılığın alemi ne? Uf neyse, bu senaryoya daha fazla devam edemiycem. Zaten aşure dediğin şeyin içinde elli milyon tane şey olur ve burdaki garip adamlar herşeye alerjisi var. Yok yok ben götürmem güzelim aşuremi bu hıyar adama. 

Bak dünkü en büyük derdim mesela, oyun oynarken telefonum şarjı bitti, seviye atlayamadım. Sonra alışverişten çıkınca taksi çağırmak için de telefonsuz kaldım, ama hiiiç gerilmedim buna. Başka zaman olsa lanetler ederdim, kendime de, hayata da, teknolojiye de. Gittim para bozdurdum, telefon kulübesine girdim. Telefona yapışmış bilmediğim taksi numarasını aramadan önce cep telefonumu açmayı denedim. %3 şarjla açıldı, kendi taksicimin numarasını tuşladım hemen kulübeden. Ve sorun çözüldüüü! 

Akşamki derdim de bugün Murtaza'lara gitmeden önce ojemi değiştirmem gerekliliğiydi. =) Ne güzel dertler bunlar ya! 

Darısı başınıza şekerler!

5 Kasım 2014 Çarşamba

Aklımdakiler

Dün, 3 Kasım Pazartesi, sabah 7:10’du eve geldiğimizde: Tezin yazımı ve düzeltmeleri bittiğinde. 3,5 saatlik uykunun üstüne geri gittik gözlemevine. Murtaza özet üzerinde düzeltmelerini yapmıştı, tezin orijinalliği ile ilgili kontroller için gerekeni yapmaya çalışıyordu. (Originality check ve Turnitin anlatılacak, bilahare) Özeti hallettim, 2si üniversite, 1i Murtaza, 1’i Gerry (internal examiner), 1’i de benim olacak şekilde 5 kopya tez çıkardık, spiralledik. Murtaza gerekli formları imzaladı, orijinallik raporu çıktı, her şey salim, 4 civarı eve geldik, yemek yedik, uyuduk, uyandık, uyuduk.
Bu sabah üniversiteye gittik tezi teslim etmek için. Kağıt kürek işlerinde sorun çıkacağından çok tedirgindim. Çıkmadı! Tezi teslim ettiğimde bir de bez çanta verdiler hatta, üstünde PhDone! yazıyo, aşık oldum çantaya! Bir de öğrenci kimliğimin süresi dolmuş, onu yenilediler hemen. Vize uzatma işlemleri ile ilgili bilgi de aldım. Ve günün eeeeennnn güzel haberi de, Zerrincim’in vizesinin çıkmış olması! Geliyor, sonunda! Sanırım 10 yıllık bir hayalim gerçek olacak o geldiği zaman…üzerine söz söylemeye korkuyorum.


Ingress oynaya oynaya (ingress anlatılacak bilahare) şehir merkezine gittik, alışveriş yaptık, noodle yedik, eve geldik. Yol boyu otobüste planlar yaptım. 9 Aralık’ta olacak olan savunmaya kadar ve sonrasında günlerimi nasıl geçirmek istediğimi düşündüm. Bir yandan da audio book’um vardı kulağımda (audible,Chris Hadfield, Stephen Fry (bi polarite ve ayrıca kişi olarak kendisi), polisiye kitaplar, Loop oyunu hakkında bilahare yazılacak). Zibilyon tane şey not aldım ve aslında bu yazıya onları yazma niyetiyle başlamıştım ama sonradan vazgeçtim. Onları yazıcam bu defa zamanı geldikçe. Yine de özet geçeyim mi aklımdaki planları?

Bi kere inşallah yarın bi evi adam edicem, sağlıklı yemekler almak üzere alış verişe de gidicem. Sonrasındaki günler sevdicekle sabah kahvaltısı ile başlayacak. Saatleri planlamak suretiyle günümü 
- teze eklenecek analizler
- savunmaya hazırlanma
- kart yapmaca
- online dersler (psikoloji / psikiyatri üzerine online ama ücretsiz veya çok düşük ücretle bir degree alabileceğim bir yer bilen varsa ses etsin.)
- dönüşümlü olarak piyano/Korece/Almanca
- tercümeler
- dergiye içerik hazırlama
- bloga anlatılacaklar
- scrapbooking
- post-doc başvuruları
ile doldurmayı planlıyorum. (Tabii ki tüm bunlar ayrı ayrı yazı konusu ama şimdi buna girişmeyeceğim.) Her gün ingress bahanesiyle şehirde bir tur da yaparsam, çok güzel olabilir bence. 
Öte yandan, çok fazla vakit de yok aslında savunma öncesi, bu haftayı sevdiceğe düzen kurmaya ayırsam geriye 3 hafta kalıyor. Zerrincim 5 Aralık’ta geliyor. Geldiği zaman onu Londra’da karşılamak ve bir kaç imza gününe katılmak planındaydım ama savunmaya 9 Aralık olunca bu durum değişmeli mi yoksa kendime biraz moral vermem açısından mutlaka gerçekleştirilmeli mi, henüz bilemiyorum. 

Savunma sonrası mutlaka ki düzeltmeler olacak, vize başvuru süreci olacak, Christmas gelecek, hayaller planlar umutlar… 

Sabah ola hayır ola! (Bilahare açıklanacak!)



21 Ağustos 2014 Perşembe

ne var ne yok


Londra koşturmacasından yorgun argun eve vardık ama aksilikler peşimizi bırakmadı. Farkettim ki sevgili dostum GTT'un bana hediye yolladığı Moğolistan Günlüğü kitabımı uçakta unutmuşum. Halbuki ne kadar da önemliydi o kitap benim için, hem hediye olduğundan hem de Moğolistan ziyaretime 10 günden az zaman kaldığından... Aer Lingus'un peşine düştüm ama, henüz bir sonuç yok. 

F'nin ise keyfi gün geçtikçe kaçtı. Çalınan sadece tüm tatil parası olsa, hadi belki neyse de, kimlik ve ehliyet de gidince, araba kiralama hayalimiz de suya düşmüş oldu. Döner dönmez okulların açılacağını düşünce yeni kimlik çıkartma karmaşası, ve yolculuk yorgunluğunu üzerinden atma derdi epeyce sıkıntılı olacaktı onun için. Hal böyle olunca 28 Ağustos olan dönüş biletini iptal edip 22 Ağustos'a çekmeye karar verdi. 1 gün Armagh, 1 gün Belfast, 1 gün de Dublin'e yeter dedi ve bu sabah itibariyle aramızdan ayrılıp Dublin yollarına koyuldu. Ben olsam hiç değilse hırsıza pabuç bırakmamak adına tatilime devam ederdim ama, içine sinmedi işte.

Bana gelecek olursak... 20 Ağustos'a kadar yazmış olacağımı tahmin ettiğim kısımda bir gıdım bile ilerleme yok. Üzerinde çalıştığım son cismin literatür taramasını yapsam, geriye sonuçlarını yorumlamak kalacak ama üzerimde tembellik devleri cirit atıyor resmen.


Haftaya perşembe, Dublin'den İstanbul'a, gidiyorum. 1 gece Zerrincimle geçirip, cuma günü Ulan Bator'a doğru yola koyuluyorum. Herşey yolunda giderse 30 Ağustos sabah 11 civarı varacağım Moğolistan'a. +8 saat diliminde bulunan Moğolistan, Türkiye'den vize istemiyor neyse ki. Ama aksilikler biter mi? Bu sabah bir mail aldım yer ayırttığım otelden, 2-7 Eylül arası otelimiz kullanıma kapalı olacaktır, başınızın çaresine bakın diye. Kabus gibi! Civarda, hatta toplantı yerine daha yakında, başka bir otel ayarladım; 100$ daha pahallı, ve ne yazık ki booking.com'da birkaç negatif yorum mevcut. Artısı, kaldığım süre boyunca ücretsiz bisiklet vereceklerini iddia ediyorlar, ve bir de konumu. Eksisi, havaalanından alacaklar mı emin değilim, daha pahallı, ve tedirginim. 

Şimdi bana şans dileyin de, bir an önce bitireyim şu elimdeki bölümü. Moğolistan'a gitmeden yeni bir araştırma projesi hazırlamam gerek. Oradaki toplantıya katılacak hocaları kafalamak için sağlam fikirler üretmem gerek!

F ile 2 gün Londra - 2



Cumartesi günü "continental" kahvaltı ile başladık güne. Ben sevmedim doğrusu ne kahvaltıyı ne de görevlileri ama F. gayet memnun kaldı.

Yine yürüyerek Kensington Park'a doğru yola koyulduk. Bu defa bisikletlere atladık ve öylece gezdik parkı. Haftasonları, aslında tüm 'public holiday'lerde Barclay's ın sponsorluğunda tüm şehre dağılmış olan bisiklet kiralama servisi ücretsizmiş ilk yarım saatte. Eh zaten biz de anca o kadar gezindik. Bisikletlerden inince parkın köşesindeki minik bir cafede çay içtik, ve istikamet Hyde Park. Tam Buckingham Sarayı'nın önüne geldiğimizde farkettim ki 2010 yılında yüksek lisanstan mezun olduğumda teyzemin hediye ettiği, ve o zamandan beri hiç çıkarmadığım kolyem yok boynumda! Çok üzüldüm, aradım taradım ama yok. Otelde bulacağım umuduyla devam ettim güne...

Devlet tiyatrolarının bir gişesiyle karşılaştık James Park'a varmadan. Akşam 8'de Covent Garden civarında sahnelenen "The Woman in Black" oyununa bilet aldık iki kişilik. Suzan Miller'in bir romanından sahneye aktarılmış, gerilim ve korku dolu bir tiyatro!

James Park'tan geçip atlı süvarilerin alanına vardık. Alan, bir gösteri nedeniyle kapalıydı ama en azından Whitehall'a çıkıştı bir atlı ile fotoğraf çekilebildik. Bir sonraki durağımız Elizabeth Tower, nam-ı diğer Big Ben olacaktı ama ancak önceden rezervasyon ile girilebiliyormuş içine. Zaten tüm yapmak istediklerimizi tek güne sığdıramayacağımızın farkında olduğumuzdan, çok da üzülmedik doğrusu. Westminster'e vardığımızda hedefimiz nehir turu yapmaktı. Bu noktada biraz dikkatli olmak gerekiyor: aslında 4 tane gişe olmasına ve farklı firmalar benzer ve belki de aynı hizmeti sunmasına rağmen, herkes tek bir gişenin önünde kuyruk olmuş durumda. Bunun tek nedeni ise sürü psikolojisi. Kimse sağına soluna bakmıyor ve doğrudan önündeki sıraya ekleniyor. Tabii ki biz öyle yapmadık ve yan gişeden güzelce aldık biletimizi, Thames Nehrin'de hoş bir gezinti yaptık. Londra'nın gece turunda da, nehir gezisinde de yanınıza almanızı önereceğim şey, rüzgar/su geçirmez yağmurluklarınız ve bir de kaşkol, boynunuzu kapatmanız için. Böylesi güzel bir gezintinin üstüne eminim ki kimse bademciklerini üşütmek istemez.




Nehir turu bittiğinde saat 5'e geliyordu. F. British Museum'a gitmek, ben de King's Hall Cross'daki Plaform 9 3/4'i görmek ve birkaç fotoğraf çektirmek istiyordum. İlk planımız F.'in müzeye gitmesi yönündeydi ama sonra farkettik ki hem oraya varana kadar müzenin kapanmış olma olasılığı yüksek hem de ben kendi kendimin fotoğrafını nasıl çekeyim oralarda? Birlikte gittik 9 3/4'e ama kooooskoca bir sırayla karşılaşacağımızı beklemiyorduk doğrusu. Hal böyle olunca gerisin geri soluğu metroda aldık. Covent Garden durağı tamiratta olduğundan, en yakın  Russel Square'de indik. Yol üstünde italyan dondurmacı bir amcadan birer külah rezil mi rezil dondurma alıp, Russel Meydan'ında dinlendik. Ne olur ne olmaz diyerek British Museum'a da uğradık ama tahmin ettiğimiz gibi 5'te kapanıyormuş müze. Yine de F. bir kaç fotoğrafını çekti binanın.


Hızlı adımlarla vardık Fortune Theatre'a, üst locada aldık yerimizi. Ver gerçekten de korkuttu bizi yıllardır bu sahnede oynanan bu klasik oyun. Şimdi bir an önce kitabı da alıp okumak gerek!

  

Tiyatro çıkışı Covent Garden'dan geçip şehir merkezine yürüdük. Bu sırada bir çok hediyelik eşyacıya da uğradık tabii. Günün başında 4 tanesi £10 olan magnetleri günün sonunda 8'i 10'a bulunca biraz hayıflanmadık değil ama insan bilemiyor ki fiyatlar ne kadar düşecek...

Yol üstünde bir de M&M dükkanı bulduk ki, dükkandan öte bir müze resmen! Çeşit çeşit peluşlar, tshirt ve kupaların yanı sıra hediyelikler ve kocaman kocaman heykeller! Kendimi kaybetmedim desem yalan olur.


Saat 11'i az geçmişti ki artık eve dönelim dedik. Burnumuzun dibinde metro durağı görünce de pek sevindik haliyle. Picadilly Circus'tan girdik içeri. F. önümden geçti kendi Oyset kartıyla, ben kendiminkini cüzdandan çıkarayım derken omuzuma asılı çantanın derinliklerinde cüzdanımı aramaya, içinden de kendi kartımı bulmaya koyuldum. Günün öncesinde TK Maxx'ten almış olduğum eşşek kadar çanta ile turnikelerden geçmek biraz sancılı olsa da, son bir defa daha başardım, ve F.'i gideceğimiz yöndeki kayan merdivenlere doğru ilerlemesi için uyardım. Kayanmerdivenlere geçtik, 2-3 basamak anca indik, kafamı kaldırıp etrafa bakayım dedim ki.... F.'in sırt çantası sonuna kadar açık! Cüzdanını ayrıca bir çanta içinde taşıyordu ve o çanta da ortalarda yoktu! Panik, telaş, acele, hayıflanma, polis, tutanak, banka telefonları, kredi kartı iptalleri, acaba çantada başka neler vardı'lar... Londra'daki ikinci ve son günümüzün hüsran üstüne hüsranla sonuçlanmasıyla, otele vardık. Tabii ki kolyemi de bulamadık.
 

F ile 2 gün Londra - 1

Tam bir ay önce bugün, son Tez İzleme Komitesi toplantıma girdim. İşlerin yolunda gittiğine ve bundan sonra "thesis only" olarak devam edebileceğime karar verildi. 
Ağustos'un 6'sıydı, ofiste sabahlayışımın ardından, nihayet tezim için gerekli tüm analizleri bitirmiştim artık ve gerçekten sadece tezi yazmak kaldı. Plana göre Ağustos sonunda bu aşamaya gelecektim! 
İşler rahatlayınca tabii ki sosyal beklentileri arttı insanların, ben de illa vericem, vericem, hep vericem ya herkese... Skype üzerinden verdiğim speaking dersleri uzun zamandır rafa kalkmıştı, ne var ki en yakın arkadaşımla gündeme gelmesi maddi olarak bir değişiklik katmadı durumuma. Aksine biraz daha gerginlik ekledi, tüm o stresin hemen üstüne geldiği ve arkadaşımı geçen sene dersleri bıraktığımızdan geride bulduğum için. 

Gelelim asıl konuya: Geçen hafta Cuma, Londra'ya gittim, ortaokulda matematik öğretmenim, sonra da her başım sıkıştığında dostum olan F.'i karşılamak üzere. Güzel bir tatil planladık, 2 hafta boyunca İrlanda adasının tadını çıkarmak üzere. 


Cuma sabahın köründe yollara düştüm. Armagh - Belfast  yolculuğumun sonunda F. telefon etti yabancı bir numaradan. Onca tedbire rağmen Turkcell hattı çalışmamış Londra'da. Ne yapacağının şaşkınlığında... İster bir cafede otur ve bir şekilde haber ver bana hangi kafede, nerede olduğunu, istersen beni karşılamaya gel dedim. Benden 3 saat önce inmiş olmasına rağmen Gatwick havaalanında buluşmaya karar vermiştik en başından bari. Tamam dedi ama sonra ses etmedi. Londra'ta indiğimde kendisini aramayı denedim ama telefonunda bir gelişme yoktu. Bekliyor mu acaba beni diye bakıntım etrafıma, yoktu. Zaten benim uçuş bilgilerim de onda yoktu. Onun indiği terminale gittim, birkaç cafe vardı civarda ama ilk seferde buldum F'in oturduğunu. Sevgi ve özlemle kucaklaştık, kısa bir sohbetin ardından yollara düştük. 


Earl's Court metro istasyonuna pek yakın bir otel olan MayFlower'a vardık sorunsuzca. Eşyaları bırakıp yarım saat uzandıktan sonra düştük yollara. Kensington Park'a yürüdük, sincapları besledik, öylesi karmaşık ve büyük bir şehrin içinde nasıl da huzur dolu parklar olduğunun şaşkınlığı ve hayranlığını duyduk iliklerimize kadar. Knightsbridge civarında bir yerde fish & chips yedik ve evsiz arkadaşım ELSD ile buluştuk! 


London Night Bus Tour'a katıldık sonrasında. Kişi başı normalde £20 ama benim cinlik edip de peşimde taşıdığım %20 indirim kuponu sayesinde iki kişi £32'a kapattık geceyi. Üstelik hiç de öyle kısa, sıkıcı falan değildi. Tam 1sa 45dk sürdü tur, şehrin altını üstüne getirdik resmen. Herkese tavsiyemdir, özellikle de fazla vakti olmayan, geceleri de verimli kullanmak ve şehrin başlıca turistlik yerlerini görmek isteyenlere.



Londra'da tüm seyahatlerimizi Oyster kart kullanarak gerçekleştirdik. Önceleri ikimizin tek bir kart kullanabileceğinden umutlandık ama ha bire sorun çıktı, ha bire sorun çıktı derken sonunda bir görevli fark etti bizim bu durumu ve cezasının 1000£'e kadar çıkabilecek bir durum olduğunu söyledi. Haliyle tıpış tıpış aldık ikinci Oyster Card'ı. 

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Bayram


Şanslı sayılır mıyım bilmem. Kıymet bilen bir insan olunca, kaybetme korkusu çok oluyor. Ve ne yazık ki insanoğlu fani, er ya da geç birileri kayboluyor... Kayıp değil aslında, toprağa, ota, ağaca ve buluta karışıp yine bizimle oluyor göçüp gidenler ama biz ellerini öpüp bayramlarını kutlayamıyoruz ya, o koyuyor insana...

Hepinize mutlu, huzurlu, sevdiklerinizle birlikte, bol harçlıklı, bol baklavalı bayramlar...

1 Temmuz 2014 Salı

İnsanlar...


Minik minik şeylerle doluyor içim, sessiz sessiz, damla damla doluyor.
Tüm o miniklerin başında sağlık meselesi var, bunun yüzünden tıkanan işlerimse ikinci sırada. İnsanların kadir kıymet bilmezliği, saygısızlığı, sorumsuzluğu, bencilliği ve düşüncesizliği o kadar da koymazdı aslında sağlığım yerinde olsa ve işlerim tıkırında gitse.
Bundan 5 yıl kadar önce, yine benzer bir durumdaydım. O zaman mı yoksa şimdi mi aklımı oynatmaya daha yakınım bilmiyorum. O zaman verimsiz bir çitin ardına saklanmaya çalışıyordum, şimdiyse içimdeki truva atının farkında olduğum için mücadele biraz daha kolay sanırım. Ama her iki seferde de sağlığımın sıkıtısı işlerime yansımış durumda. Beni hayata en çok bağlayan şeyin mesleğim olduğu düşünülürse bunun ne denli büyük bir sorun olduğu daha iyi anlaşılır sanırım.



Bir an önce iyileşmem lazım, bu defa hem zihnen hem de bedenen. Keza böyle hasta ve sorunlu bir yaşam sürerken etrafımdaki insanları görmezden gelemiyorum. İnsanlara katlanabilmemin tek yolu, aklımı işimle meşgul edebilmemde; ama "yine yetişmedi, lanet olsun" diye değil de "acaba şu yöntemi denesem işe yarar mı"diye düşünerek...

Pegasus, çocukların hayallerindeki tatili Dünyanın En Güzel Hediyesi’ne dönüştürüyor.


Pegasus’un yeni uçaklarına kız çocuklarının isimlerini verdiğini biliyor muydun?
İlk duyduğumda beni çok şaşırtan çok da mutlu eden bu bilgiyi sizinle paylaşmamın çok güzel bir sebebi var!
Pegasus Aile Bireyleri arasındaki geleneği 2011 yılından bugüne misafirleri ile paylaşan ve yeni uçaklarına kız çocuklarının ismini veren Pegasus, kampanyaya bu sene harika bir sürpriz daha eklemiş ve Dünyanın En Güzel Hediyesi’ni kız çocuklarına vermek için tatlı mı tatlı bir yarışma başlatmış!
Düzenlenen resim yarışması ile kız çocukları “hayallerindeki tatilin” resmini çizecek, Pegasus'un yepyeni uçağı seçilen resimle boyanacakmış. 
Üstelik o uçağın ismi de yine o minik kızın ismi olacakmış.  
Kızının hayalindeki tatili gökyüzüne taşımak senin elinde! 
Dünyanın En Güzel Hediyesi’ni kızına vermek için
  dunyaninenguzelhediyesi.com’a tıkla, yarışmaya katıl.

Benim minik kızım resim yapamayacak kadar küçük ama ona da Dünyanın En Güzel Hediyesi’ni vermek istiyorum dersen de ucagaisimver.com adresinden çekilişe katıl, kızının ismi yepyeni başka bir uçağa verilsin. Düşünsene kızının adı göklerde gezecek! 
Gerçekten de ona verebileceğin #engüzelhediye.  
Dünyanın En Güzel Hediyesini kızına vermeye hazırsan, istikamet www.dunyaninenguzelhediyesi.com :)
Bir boomads advertorial içeriğidir.

23 Haziran 2014 Pazartesi

Şimdilik böyle

Hayat, kesinlikle imadan anlamayan bir mahlukat. "Ah daha beteri olamaz heralde" diyip de tüm o rezilliklerle hayata adapte olup kendine yeni bir "normal" yarattığın anda karşına daha da pis sıkıntılar çıkartıyor. Bak, yeni sıkıntılar demiyorum, daha da pis, daha da zor sıkıntılar diyorum. Ve ne komik ki seninle birlikte hayata maruz kalan diğer canlılar senin "yeter ulan" deme hakkını elinden almış durumda. Komik mi, traji komik mi bilmiyorum ama hayat denilen bu zıkkımın tirajı yüksek, o kesin! Yoksa neden hala çocuk doğursun ki kafası çalışan insanlar? Belki de ben çok fazla kimsenin kafasının çalıştığını zannediyorum da aslında o kadar kimsenin kafası çalışıyor değildir?

Çocukken, "deli" tanımlaması yapılarak tımarhaneye konulan ve ilaçlarla etkisizleştirilen insanların "asıl akıllı" insanlar olduklarından, ve onlar ayılıp da "gerçekleri" görüp de diğerlerini de ellerinden geldiğince uyarmaya çalıştıklarında, üstün akıllı bir sınıf olan "doktor"ların, bu "deliler"in herkese gerçeği yayacağından korktukları için, "deliler"i kapattıklarından şüphelenirdim. Sanırım bu yüzden "The Island" filmi pek etkiler beni. İzlemedinizse izleyin. Cümle çok uzun mu olmuş? Bölerek okuyun, belki o zaman anlarsınız. Hayır, hiçbir anlatım bozukluğu yok!

Sinirlerim tepemde, evet! Bir süredir böyle. Ve ben yine her zamanki gibi her ne hikmetse, yazdıkça rahatladığımı unutmuşum. Yalnız kalamamak, unutturuyor insana kendisini. Fazla yalnız kalınca da ayrı bir dert. Ben yine çocukken, "sevgilim olunca ayrı evlerimiz olacak" derdim, valla akıllı kızmışım ha! Şimdiyse "ama aynı şeyi o söylese ben ne kadar kırılırım" diye düşünüyorum. Tabii bir de hormonlar falan devreye girince, "beni seviyo mu?" "demin seviyodu ama hala seviyo mu?" "şimdi de seviyo mu?" durumu var ki... of!

2 yılı geçti belim ağrıyor. MS de değil, bel fıtığı da. Yapmadıkları test kalmadı. Üstüne bir de kuyruk sokumu kemiği çatlaması olduğundan şüphelendiğim yeni bir rezillik eklendi. Tam öğrendim bisiklete binmeyi, gözlemevi-ev arasından başka bir mesafeye gidebilir oldum, bisiklete binmem yasak hale geldi sağlık sorunları nedeniyle. Ulan İrlanda'dayız ama ne arabamız var, ne bisiklete binebiliyoruz, ne de paramız var etrafı gezebilecek. Gel de küfretme şimdi!

Hadi gezme, otur oturduğun yerde de işine bak, doktor ol; olur da birinin yıldızı hastalanırsa onu tedavi edersin diycem kendime, diyemiyorum! Neden? Eh kuyruk sokumu kemiğim oturmama izin vermiyor da ondan! Oturamıyorum!

Oturamıyorum! Yürüyemiyorum! Bisiklete binemiyorum! Camış gibi yatarak da astrofizik doktorası vermiyorlar canım burada. Murtaza "yattığın yerden okursun" diyerek 15cm kalınlığında makaleler öbeği verdi bana. "Ulan hıyar, canım acıyo be ne makalesi!" diyemiyorsun tabii. Neden diyemiyorsam.

Ha bu arada, ben depresyonda falan değilim diyordum da bipolar çıktım, siklotermia imiş benimkinin adı, söylemiş miydim? Heh, işte durum böyle olunca anti-depresenlar durumu daha da kötüye götürür diye ilacı kesti doktor. E zaten işe yaramıyordu sıkıntı yok. Ama onun yerine vermesi gereken ilacı vermedi, bunu napıcaz? Aklınızdan geçenleri biliyorum, deli etmeyin beni! "En doğurgan zamanındasın, hamile kalırsan cenin için zararlı bu ilaç" diyerek vermedi kadın, gerek olmadığından değil. Ayrıca manyak mıyım ben ki ilaç içmek isteyeyim gerek olmasa? Çocuk falan doğurmayacağım dedimse de dinlemedi kadın. Kendimi kesersem eğer bir gün zıvanadan çıkıp, o zaman dava açarız artık kendisine, naapalım! Tahammül etmek kolay değil bu hayata. O kadar ki, bunu söylemek bile sakıncalı. "Ama neden öyle diyorsun tatlııııım" "sus allahaşkına" lar gelir hemen. Kolay mı lan hayat? Bunca bokluk içinde çok mu keyif alıyosunuz siz? alıyorsanız eğer, maşallah size, aman yaklaşmayın da bulaşmasın bendeki boklar size de. Keza hiç de "oh ya hayat ne güzel" değil hayat. Katlanmaya çalışıyoruz işte. elimden geldiğince aranızda kalmaya çalışıyorum. Ama bunu da söylemesem daha iyi olacak di mi? Sonra da birileri kendisini köprüden falan atınca arkasından "ay çok hayat doluydu, hiç böyle birşey yapacak birine benzemiyordu" dersiniz güzel güzel, olur biter di mi? Yok canım, öyle değil işte. Benim köprüden atmaya falan niyetim yok ama işte arada kısa devre olunca olanlar oluyor, napalım? İsteyerek değil yani, en azından benim için değil.

Fazla karışık oldu bu yazı. Yani okuyunca öyle gelecektir muhtemelen, yazarken bana çok normal geldi, hatta sakin bile, sürekli kafamın içinde olup bitenlere kıyasla.

Her şey aslında Ece'nin Makbule denilen hatunla röportajını izlememle başladı. Ne uyuz oldum o Makbule'ye ha! Ah onun yerinde ben olsam noolurdu sanki! Ne pis kıskandım var ya! Neyse o röportaja bilahare yazı yazıyım ben artık.

Şimdilik böyle. Uslu bir kız olup da daha okunası şeyler yazarım ben yine ama şimdilik böyle işte.

11 Mayıs 2014 Pazar

Birleştirmece / Flip card installment

Merhaba!
Bu defa anlatacak fazla birşeyim yok ne yazık ki.
Keyifle izlemeniz dileğiyle...

--------

Hello crafty friends!
I don't have much to say this time.
I hope you'll enjoy!

 

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Bir sabah

Sabah Güllaç uynadırdı, başucumdaki makyaj masasının yan duvarına asılı kolyelere patileriyle vurup gürültü yaparak, karnını burnuma sürterek... Sabah dediğim de, saat 5,5! Kalktım mecburen, Sütlaç'ı da Güllaç'la beraber banyoya kapattım. Bu saatte kahvaltılarını verirsek, akşam 5'te acıkacaklar, akşam yemeğini o saatte verirsek ertesi sabah 4'te kaldıracaklar... Bunları düşünerek geri yattım yatağa.

Sabah 9 gibiydi, uyandık. 10'da meteoroloji kayıtlarını tutmak üzere gözlemevinde olması gerekiyor sevdiceğin. Kalkıp kahvaltı yapıp gitmek için makul bir zamanlama. Kahvaltıyı yapıp, ilaçları içip evden çıkmak... İlaçlar... Bugün günlerden neydi? aa dün içmemiş miyiz? Dengelemek için bugün ne kadar içmek lazım ki? Aman boşver ya aynı miktarda alalım, bişiy olmaz bi kereden...

Bisikletlerimizi sevdicek hazırlamış oluyor ben ayakkabılarımı giyip çıkana kadar. Evin patikasından indik, yolun kaldırımına geçtik. 


Kaldırımda bir kadıncağız ve torunu gidiyorlar, sekerek ve şarkı söylerek. Çok tatlılar ama onları nasıl sollayacağız? Bisikletin zilini duymuyor kimse nedense. Durup kalkmak da benim için hala sorun... Sevdiceğe yol verdim, önden gitsin de bana yol açsın diye. Bisiklet üstündeyken halka ilişkiler görevlimiz o. Zil çaldı, bişiyler yaptı ve kadınla çocuk yol verdiler ona. Ama beni farketmediler ve yola geri geçtiler. Halbuki sevdiceğin dibinden gidiyordum. Ah... Durmayı akıl edemedim o anda nedense. Belki durmaya çalışsam da kadının üzerine çıkacaktım, ondandır. Sola kırdım direksiyonu, kaldırımdan indi bisiklet, yolda gidiyorum ama arabaların gelme istikametindeyim. Neyse ki yolda araba yok ama ödüm koptu tabii, o refleksle kaldırıma geri çıkmak istedim ama mümkün değil ki! Teker kaldırıma sürttü. Düşüyorum! Bisikleti bırakıp atladım! Öğrendim artık ben bu işi! Keza bu ilk değil! Neyse ki yolda araba falan yok, kadın da çocuğu alıp kenara çekildi en nihayetinde. Teyze binbir özür diliyor, hadi git diyor bana ama benim kımıldamam ne mümkün, ödüm kopmuş durumdayım. Sağ salim aldım bisikleri yerden, yol verdim ve azcık soluklandım. Gezegenevinin park yerine bağladık bisikletleri. Neydi şifresi ya bu kilidin... 2672 tamam.


Park yerinden ofise gitmek 100 metrelik yol en fazla. Kütüphane binasında benim odam. Kapının kilidi neydi... 2648 tamam. A-ha! Binanın alarmı aktif durumda. Anahtarım nerede yahu... Cebimde değil, bugün giydim bu yağmurluğu daha. Çantamın ön gözünde olsa gerek. Ara, ara, ara... Buldum, tamam! Hangi anahtarı hangi deliğe sokuyorduk? Hepsi birbirine benziyor bunların. Uf... buldum tamam. Kilidi açtım ama kapı açılmıyor? Hah, kodu yeniden girmek gerek ya... 2648, tamam. Kapı açıldı ama alarm çalmaya başladı, alarm kodu neydi... 6632, tamam sustu alarm.

Odama geçtim, yağmurluğumu ve çantamı bırakıp kupamı aldım, kahve almak üzere ana binaya geçiyorum. Ana binanın kapısındaki alarm, kod, 2648...

Kahvemi aldım, kütüphane binasına geri geliyorum; kapıdaki kod, 2648, tamam.. Bilgisayarı açıcam, şifresi neydi bunun ya...  Chic671-pens IT'ci adamın atadığı kod bu ama açılmıyor? Hah, klavye ayarları Türkçe'de kalmış olsa gerek. Yani bu durumda Chıc671*pens yazmış oluyorum. Hmm, nerede bu karakterler o zaman...  Bilgisayarı açtım, neyse ki gmailimin şifresini aklında tutuyor bu alet, bi de onu hatırlamam gerekmiyor...

4 Mayıs 2014 Pazar

BPD?



vidyo müzüüü

Haftalar oldu, yeni video yüklemek için bi tane müzik bulamadım. Hatta bulunamadı desem yeridir. Telif hakkı meselesini ciddiye almak hata kardeşim bu dünyada. Koyucan kafana göre bi müzik, bi de açıklamada yazıcam bilmemkimin şarkısıdır diye, tamam işte bitti. Hatta 70 yıl önce ölmüş bi adamın - Mozart bethoven amcagillerden biri işte- bi parçasını koydun mu iş iyice tamam. Berlin senfoni orkestrası youtube'a yüklenen her videoyu izleyip/dinleyip "a-ha lan a-ha bak bu bizim kayıt" diye peşinden koşuyor olamayacağına göre... koyver gitsin!

15 Nisan 2014 Salı

Stamping techniques-2 / Damga-boyama teknikleri-2

Here comes the second part of the video which I use alcohol based markers - promarkers. I also tell you how to use stamp-a-ma-jig and a few tips about coordinated die cutters.

If you like, please thumbs up! ;)

Some of the items I mention in the video:
Sizzix HeroArts - Fern And Hummingbird:  http://shop.heroarts.com/p/fern-and-hummingbird

If you want to buy anything from Stampin' Up, such as Stamp-a-ma-jig, Stampin' Up markers or even Sizzix Big Shot; here is a link to my online shop: http://tugca.stampinup.net

Thanks for watching!



==============================================================

Videonun ikinci kısmı huzurlarınızda efenim.

Bu videoda alkol bazlı kalemlerle minik bir kuş renklendiriyorum. Stamp-a-majic kullanımı ve damgayla eş kesme kalıplarına dair birkaç ipucu da var.

Videoda bahsi geçen bazı ürünler:
Sizzix HeroArts - Fern And Hummingbird:  http://shop.heroarts.com/p/fern-and-hummingbird
Türkiye'de bulamayan arkadaşlar benimle irtibata geçerlerse yardımcı olabilirim.

Sorularınız varsa lütfen çekinmeyin.

7 Nisan 2014 Pazartesi

Stamping techniques-1 / Damga-boyama teknikleri-1

Hi there!

Here I have my very first video of stamping techniques. If you have any questions please please please feel free to ask or comment.
Cheers!



======================================================================

Selam millet!
Huzurlarınıza ilk videomla çıkıyorum. Herhangi bir sorunuz veya öneriniz olursa lüüüütfen yazın, olur mu?
Öpücükler!


1 Nisan 2014 Salı

Ne değişti

İlk seçimler olduğu zaman dedik ki "bu adamlar oy çaldı, yoksa gerçekten bu kadar ÇOK değiller." Çuvallarla oylar bulundu, sayılmamış oylar, açılmamış sandıklar bulundu. Ama o zaman daha herşeyin başıydı, inanmak istemedik, inandıramadık...
İkinci seçimlerde işler çığrından çıktı. "Yok artık ya daha neler!" dedik, seçimlerdeki katakulliler dillere destan oldu.
Üçüncü seçim zamanı ben artık çoktan yitirmiştim inancımı ama yine de "oyları bölen hain" olmamak adına, sürüye uydum... Bu defa olanlar ise, insana aklını kaçırtacak derecedeydi. Densizlik alıp başını gitmiş, hırsızlık her gün her yerde karşımıza sırıtarak bakan insanlarda vücut bulmuştu.
Ama ne olduysa oldu ve birdenbire herkes bu oyuncak seçim sonuçlarına inanıp "yüzde elli" meselesini ciddiye aldı, "iki kişiden biri" "onlara" "oy vermiş" oldu. Bunun neresinden tutsam elimde kalıyor!
"İki kişiden biri": oylar adam gibi sayılmadı diyoruz, e o zaman bu sayılara neden/nasıl inanıyorsun?
"onlara": AKP'ye falan değil, biz ve onlar! Bölündük ey halkım! Uyan artık!
"oy vermiş": oy vermiş değil, oyları çalınmış, saklanmış, yırtılmış, yakılmış!
Peki ne oldu da biz bu cümleye inanır olduk? Ne oldu da unuttuk seçimlerin bir piyesten ibaret olduğunu? İşte ben burayı kaçırdım... Bilmiyorum...

29 Mart seçimleri
Kozumuzu sandıkta paylaşalım dediklerinde, "yahu milyarları çalmışsın biz sana nasıl güvenelim" denildi ama uygulamada "o zaman gerçekten bağımsız, halktan bir kurul kurulsun" veya ben ne biliyim işte bi başka çözüm, önerilmedi. Sorunların farkında olmak iyi de, çözüm önermedikten sonra bu, halkı mevcut iktidar sahibi zalimlerin eline terk etmekten başka bir şey değil ki! Keza öyle de oldu...Tek bir farkla! 1980 kuşağı, artık evden çıkmak için anne-babasının iznini alacak yaşı geçmişti ve "dur bakalım" dedi! O apolitikleştirme projesinin başarılı ürünleri gibi görünen kuşak, oy sandıklarının başında durdu, daha seçim başlamadan sandıklara atılan, çuvallarla kenarda bekleyen sahte oyları buldu, oylar sayılırken ve yazılırken fotoğrafladı, oylar beklerken başına nöbet tuttu, oylar sevk edilirken arabayı takip etti, oylar sisteme girilirken yapılan "hata"ları düzeltti!

Bu kuşak, artık sorunları gösterenlerden değil, çare bulanlardan! "Ya bir yol aç, ya da yoldan çekil" desturundan hareket eden bu kuşak bana en azından yaşıtlarımın ve kardeşlerimin kayda değer insanlar olduklarını gösterdi.
"Yurtdışına yerleşirsin artık" diyenlere, "benim vatan borcumdur öğrendiklerimi gelecek nesillere aktarmak"dediğimde, artık "bu ülkeye, bu insanlara mı?" diye soramayacaklar! İyi ki ümidimi ve inancımı yitirmemişim ülkeme. İyi ki sahtekarların bu vatanı ele geçirdikierine ve çoğunluk olduklarına inanmamışım. İyi ki böyle güzel arkadaşlarım, iyi ki böyle güzel kardeşlerim var...

Bir de eklemeden geçemeyeceğim, artık Türkiye'de TKP'li bir belediye var!



24 Mart 2014 Pazartesi

çift kutup

Yazmak lazım...
Nereye koyacağın, ne yapacağın bilemediğin bu enerji, elini attığın hiçbirşeye konsantre olmana izin vermezken bile yazmak lazım.
Ancak yazmak paklar bu harıl harıl çalışan düşünce makinesini.
Sürekli birşeyler peşinde koşturan birisi olunca insan, bu durmak dinlenmek bilmez hallerini normal sanabiliyor. Ama biraz geriye çekilip takvimler üzerinden izleyince bu dalgalanmayı, işte o zaman görüyorum "normal" değil, manik olduğunu durumun.
Bu defa kesin karar verdim ve tanıyı koydum her ne kadar doktorlar kararsız olsa da. Doktora gidip de bak benim şu şu semptomlarım var, acaba ben şuşu muyum demek yanlış geliyor bana ama söz konusu psikoloji olunca bunu yapmak gerekiyormuş galiba.
Kısaca, "merhaba bipolar hayat"! En azından artık yaşadığım şeyin ne olduğunu, neden olduğunu biliyorum. Bu büyük bir rahatlama. Yoksa insan sürekli "ama herşey yolundayken ben neden böyle rezil bir hissiyattayım? Neden ama neden?" diyerek kendini daha da dellendirebiliyor veya akla uygunmuş gibi görünebilecek nedenler bulmaya çalışırken "ya bu kadar suya sabuna dokunmayan şeyler de sorun olamaz ki" diye kendine kızabiliyor ya da bu sebeplere inanıp pireyi deve yapıp hayatı anlamsız bir çıkmaza sokabiliyor.
Peki bunun tedavisi? Tedavi edilmesi gereken bir durum mu bu gerçekten?

18 Mart 2014 Salı

El işleri - crafting

Son zamanlarda uzunca bir süredir kendimi el işlerine verdiğimi farkettiğinizi tahmin ediyorum şekerler. Eskiden inşaatlardan ytong taşı araklayıp heykel yapardım, sonra fimo ile işin kolayını buldum, derken tahta oymacılığı, takı tasarımı, toka ve kendi t-shirt ve elbiselerimi dikmek gibi geçici uğraşlarım da oldu ama takı tasarımı dışında hiçbiri etamin işlemek ve kart yapmak kadar uzun süre meşgul etmeyi başaramadı beni. 

Başlarda "napıcam ben yeaaa"dan öteye geçemezken Aslı'cımın sayesinde nerden nasıl ilham alacağımı da öğrendim ve öyle bir hale geldim ki artık kendi tarzımı oluşturdum az çok. Herhangi bir kartı görüp beğenip "aynısından" yapmaya kalkışsam bile sonuç mutlaka farklı oluyor, ki bu da beni mutlu ediyor doğrusu. 

Bu ilham süreçlerinde en etkili ortam tabii ki Pinterest ama bloglar da bir o kadar şahane fikirler verebiliyor. Hele ki kayda değer kimselerin bloglarını ve hatta youtube kanallarını takip ediyorsanız ilhamsız kalmanız neredeyse imkansız. İngilizceniz yeterli olmasa bile özellikle Lindsay'in youtube kanalını takip etmenizi öneriyorum. 

Tabii bunca şeyin hep ingilizce olması sinirimi bozmuyor değil. Nedense kaliteli türkçe içerik ya yok ya da ben bulamadım söz konusu kart yapımı olunca. E hal böyle olunca, diyorum ki frugalcrafter gibi ben de videolara başlasam mı acaba? Ne dersiniz? Aklımda binbir fikir var her zamanki gibi ama bu defa eyleme geçmek için biraz cesaretlendirmeye mi ihtiyacım var acaba?

21 Şubat 2014 Cuma

Never enough!


After I discovered the joy of playing with paper and all those crafty things, I couldn't take myself of going into the deeper. The more techniques I discovered, the better and patient I became. What do you say?




On the other hand, UK has very good support for such hobbies. Especially the magazines such as Papercraft Inspirations and Card Making, and their lovely gifts such as stamp sets and papers, took me into this new world. Can you believe that you are getting such a set for free?!


Yes, OK, you pay for the magazine but those magazines are your source of inspiration, and sometime you even learn new techniques from them! Surely this is valid basically when you have an awful internet connection and can not surf on Pinterest!

So my little craft workshop started to expand; especially when I found myself in USA totally alone with my credit card! Ah please look at these...






Surely my credit card was totally full on the way back home! But I wasn't aware that right afterwards I would go to the heaven of papers; Belgium! At the beginning I was very happy to have a good use of all the nice papers I have bought from S. Korea but they weren't enough! It never is!



Recycled New Year Cards

When I was writing the previous [pst, I couldn't find the photos of the really recycled cards I have made. So this morning I had very quick shots for you. Here they are:


 
All you need is to find a coordinated coloured paper and glue this cute card front.




Surely not most of you are living under such landlords, so let's say you get a nice christmas/new year/birthday card from someone you don't like. But the card is nice. So here is a nice way to still enjoy it; cut it into nice little pieces and use them to make a new card =)

These little ones are in size of only 4"x4". I cut them from the backs of the cards; yes, you can use even tiny images!


As you see above, it might be good if you can add some nice coloured or even patterned paper. But it is very obvious that I wasn't very neat on my glue work as it has spilled everywhere and I didn't know how to clean it in those times.

In time, I got some nice ribbons, a bit of glitter and my mind started to think in a way to find use of anything seems cute, just like wrapping paper! 

 

These little cute bears are actually cut from a gift wrapper. I know it might be a pain to find some nice images, especially if you are not fan of printing. So I strongly advise you to give a chance to the gift wraps. 

And a bit more detailed ones: 

19 Şubat 2014 Çarşamba

Witchie's Crafts

It took me a long while to decide how to share my cards and crafts. I was very close to have a new blog for this purpose but I really don't like the idea of having many tiny and less-active blogs. On the other hands, how attractive can be a bi-lingual blog? Would this push my audience rather than adding new ones? Ah...I know this sounds silly but this was a hard decision for me.  Anyway, obviously the decision is made to go on here. But what I will do to differ the craft ones, is to use a proper label, which I haven't used this feature of blogspot properly yet. So here starts my new label: Witchie's Crafts!

I have always been into stationary; papers, notebooks, pens, pencils, stickers, markers, clips, highlighters, agendas, calendars, etc. On the other hand, my card making adventure started only 3 years ago, when I found tons of christmas cards at the paper recycle bin. Our landlords, Armstrong family, is a well-known and old family here. So they get probably hundreds of christmas cards every year, and surely it can't be possible to keep every one of them. I should also add this information to the attention of my non-UK readers that card sending/giving is a serious thing here in UK! People give cards in addition to their birthday gifts, and what I understand is, this is nearly a must! On Mother's day, Valentine's Day, Easter, Christmas and even on Halloween, people send/give cards. Can you see what a haven this is for me?! Yeah, so what happened when I found tons of christmas cards in our paper bin is, surely I grabbed the nice ones to recycle on my own way =) I cut, paste, glitter and God knows what else I have done and created new cards our of them!

Would you like to have a look at my very first handmade cards? It is interesting to see the progress actually =)

This was made in 12/09/2011. Independent of finding christmas cards, I have already bought some card making kits when I was in Germany. So I used some elements from those kits and a bit of my own design.

To tell the truth; the idea might me nice but it was really not successful =) Thanks to my dearly friend to got the cards, appreciated this effort.

Before I stared to make cards, I have found myself struggling with lots of tiny, colorful threads; known as cross-stitching =) Everything started with this little star! Yeeep, this is my very first cross-stitching!  And when I put my hands onto cards making, surely these tiny pieces of art were my prior elements to use. To tell the truth, I quite like that star and the card itself.


I was way ahead on cross-stitching than card making in the year 2011. Though obviously I was way more patient to glue all those silver stars one by one!


There were some cross-stitches that I loved too much and didn't want to waste them as cards, so I found a way to make them lasting all year as calendars:



Well, I think this is enough for the first post. Please stay tuned, there are more to come soon!




27 Ocak 2014 Pazartesi

Tek çocuk

"Paylaşmayı bilmeyen tek çocuk" meselesini oldum olası anlayamamıştım bir 'tek çocuk' olarak. Tek çocuksan, paylaşmaktan büyük zevk yoktur ki. Hep yalnız olmaktan sıkılmışsındır zaten. Paylaşırsın paylaşabildiğin kadar ki birlikte olmaktır asıl mutluluk, birşeylere sahip olmak değil. Milyon tane oyuncağın olsun, birlikte oynayacak bir arkadaşın yoksa neye yarar? 

Ben bu paylaşma mutluluğunu biraz abartmış bir çocuktum. Mesela, resim dersine fon kartonu getirin dediği zaman hoca, fazladan 2 tane daha götürürdüm. Birinci neden, hangi rengi kullanmak isteyeceğimi önceden kestiremeyeceğim için kendime özgürlük vermek (şimdi fark ediyorum ki o zamandan başlamış benim özgürlük takıntım),  ikincisi de fon kartonu getirmeyi unutacağından emin olduğum bazı arkadaşlarımla paylaşmak. Ama hiç unutmam, ben daha ortaokuldaydım, teyzem görmüştü resim çantamı, "Bir tane karton yetmiyor mu neden hepsini götürüyorsun?" demişti. Özgürlüklerimin kısıtlanması meselesini o anda o kadar iyi açıklayamayacağımı ve ikinci nedenin daha geçerli olduğunu düşündüğümden, "belki biri unutursa ona veririm diye." demiştim kısadan. "Arkadaşların seni sevsin diye onlara yaranmaya mı çalışıyorsun?" demişti teyzem de nasıl üzülmüştüm günlerce... Halbuki ben emindim arkadaşlarımın beni sevdiklerinden. Ama o günden sonra içimden gelen her iyilikte bunu sorar buldum kendime, neden yapıyorum ben bu iyiliği, diye. Neyse ki karşılık beklemeden iyilik yapmayı öğrenmişim de, iyilik yaptığım insanların tepkisi ne olursa olsun kendime verdiğim cevaplar hiç üzmedi beni.

Derken 30umda gördüm 40ında bir 'tek çocuk'un paylaşmaktan nasıl bihaber olduğunu. "Ortak" birşeylerin varlığının kendisini nasıl rahatsız ettiğini, rahat olduğu zamanda ise nasıl sömürdüğünü... Çok ilginç bence, kesinlikle üzerinde çalışmak istediğim psikolojik bir durum. Ama bence bu sorun 'tek çocuk' olmaktan kaynaklanıyor olamaz. Kendisine ve etrafına güvensizliği tek çocuk olduğu için değil, kendisini yetiştirenlerin, eğitenlerin hatalarından kaynaklanıyor olabilir olsa olsa. 

Siz ne düşünüyorsunuz? Etrafınızda 'tek çocuk' olduğu için paylaşmayı bilmeyen 'çocuklar' var mı?

15 Ocak 2014 Çarşamba

Kasım'dan kalma

"Uzun zaman oldu yazmayalı. Zerrin ablamın sözüyle yazıyorum şimdi de. Ne olursa olsun ara vermemek gerek yazmaya. Gün içinde fırsat olursa değil gün içinde ne olursa olsun yazmak lazım. Herşeyde olduğu gibi bunun için de insanoğlunun zilyon tane bahanesi var tabii ki.   Neyse, şimdi yazma zamanı. Her zamanki gibi olan biteni mi yazmalı yoksa son zamanlarda epeyce sansüre uğratmış olduğum hissiyat ve düşünce alemi mi bilmiyorum.   Hayat aslında hep aynı şeyleri gösteriyor ama biz, ya da bazılarımız demek gerek belki de, inatla şaşırıyor ve inatla devam ediyoruz hayatın olduğundan daha iyi olduğuna inanmaya.Hayat aslında gerçekten dedaha iyi ama bize o yüzünü göstermiyor olabilir mi? Eğer öyleyse neden? Biz bunu hak etmediğimizden mi? Yoksa henüz zamanı gelmediğinden mi? Hayattaki varlığın bir anlamı olması gerektiği konusunda fazlaca kafa yoran insanlar olarak bizler için ne kadar da önemli "ASLINDA" dünyanın nasıl olduğu. Ne kadar da önemli içten içe inandığımız o iyiliğin gerçek olması..."

Taa 13 Kasım'da yazmıştım bunu. Hem de tablette yazdığım ilk ve en uzun metin oldu. Neden bilmem, yayınlamamışım. Sanırım unuttum :) Şimdi yine elime tableti alıp yazayım deyince (doğrusu diyince gibime geliyor ama bakmaya uğraşamayacağım şimdi. Zaten hep bu ve bunun gibi detaylar yüzünden sekteye uğruyor yazlarım son zamanlarda.) aklıma geldi.

Yatağa girdiğimde saat 12 sularıydı. Şimdi 02:38. Tam midemin tepesinde bir leblebi tıkalı gibi bir hissiyat var. insanlar buna gaz diyorlarmış ama bence bu başka bir şey. Ne olduğunu bilmiyorum ama çok sinir bozucu. Ha aklıma gelmişken, mideniz yanıyorsa turşu yiyin; sütten bile iyi geliyor.

Göz tembelliği

Çoğunuz gibi benim de iki gözüm var. Beş parmağın beşi bir mi bilmem ama benim iki gözün ikisi bir değil. Hem de hiç değil! Ah o sol göz yok mu.. ha var ha yok. Hatta bence yok ama görünürde var. Var ama olmasa daha mı iyiydi derseniz...buyrun siz karar verin: bi kere tembel. ikincisi kayma var, üçüncüsü de neredeyse kör. 4.75 de nedir yani kardeşim? Gözsen gözlüğünü bil! Göz dediğin görmeli ne de olsa!

Ah bu salak sol göz neler çektirmedi bana ya; bi kere sırf onun yüzünden başladı gözlük maceram daha ilkokuldan mezun olduğum sene. Ama o bile sorunlu çünkü sol göz ne kadar tembelse sağ göz de aksi gibi o kadar çalışkan! Aksi gibi çünküüü bir gözlüğün iki camının numaraları arasındaki fark 2,5'tan büyük olamazmış. Nedenini bilmiyorum ama durum böyleymiş işte. Hal böyle olunca göz doktorları ve gözlükçüm kafakafaya verip camlarının biri 3 biri de 0,5 derece olan bir gözlükte karar kıldılar. Göz bozukluğu fark edilene kadar hiç bir görme derdi olmayan bana, dünyayı dar kıldılar. Keza sağ göz gayet güzel gördüğü için hiçbir sıkıntım yoktu ama ne zaman ki gözlüğü takmaya başladım, baş ağrılarına da merhaba dedim. Ve hep düşündük ki "gözlüğmü sürekli takmadığım için ağrıyor başım". Bu yetmezmiş gibi bir de bu tembeli adam edicez diye "sağ göze yama veya gözlük camı önüne bir engel" koyulması gerek demesinler mi?! Tabii ki benim gibi bir cadıya sökmedi böylesi bir tedavi.

Çocukluğum boyunca büyüyen kafam sayesinde çeşit çeşit gözlük kullandım; kalın çerçeveli, çerçevesiz, renkli camlı, hafif camlı, vs. vs. vs. Ne var ki gerçek huzuru geçen yıl tek taraflı lens kullanmaya başladığımda buldum. Tabii onu takmayı öğrenmek de ömrümden ömür çaldı ya, neyse şimdi iyiyiz.

Artık tam "bu görme meselesi artık çözüme kavuşmuş bir sorundur"huzuruyla gündem dışı olmuştu kiiii CIIIRT diye gerisin geri gündemin taaa kendisi oluverdi geçtiğimiz aylardan birinin bir cuma gecesi / cumartesi sabahı.

Neler oldu neler bitti, ne acılara gark oldum... çok fena dertli şeyler.  Sanırım son yazıda bahsetmiştim, o yüzden şimdilik detaya girmiyorum ama siz siz olun, gözünüzün kıymetini bilin canlar.