Hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ağustos 2015 Perşembe

Yine

Mart ayında yazdığım yazının üstünden yine bi dolu şey oldu. Ben yine bunları öylesine olmuş geçmiş gibi yazıcam şimdi. Çünkü hayat böyle bir şey. Yaşarken canınızı alıyor, ama geçip gittikten sonra yeniden içinde bulunduğunuz anın görece ufak tefek şeylerine takılıyorsunuz. Ne olsa ki mevcut an hep daha önemli, daha zor, daha imkansız gibi geliyor.

27 Mart - 2012'den beri yanıp tutuştuğum pozisyon için Kore'ye başvurumu yaptım. (bak 1 cümle ile geçiştiriverdim öncesinde Kuzen'i nasıl bıktırdığımı, ABD, hatta Hindistan'a kadar ulaşıp insanları projemle ilgili detaylara boğduğumu, ikinci danışmanımın 'Bu başvuru için bu kadar vakit harcaman tamamen vakit kaybı' dediğini...)

9 Nisan - Ön elemeyi geçtiğime, benimle mülakat yapmak istediklerine dair mail attılar.

14 Nisan - Kore ile mülakata girdim, İrlanda saati ile sabahın 6:30'unda. Tabii ki önceki gece uyku tutmadı. Bu arada -en azından benim- İrlanda'dan taşınmama çok az vakit kaldığı için tez düzeltmeleriyle ilgilenmediğim her an koli yapmakla meşguldüm, uyku tutmadığı geceyarılarından sabah kahvaltı sonrası yarım saatlik boşluklara kadar, her an! Çünkü istemedim sevdiceği manyaklarcasına eşya ile doldurduğum ev ile başbaşa bırakmak. Mülakat öncesi sunumu hazırlayıp KASI'ye gönderişim, sonrası gözlemevinde, sevdiceğin ofisinde, masasının altına kıvrılıp uyuduğum o 2 saat...  Tezimin son halini alıp Belfast'a gidişim, tezi ciltlenmeye verişim...

15 Nisan -  Belfast'tan Edinburgh'a uçuş... haftasonu kaçamağında Edinburgh'a aşık olmak...

17 Nisan - Türkiye'de dinlenmece(?) / aile ziyaretleri, Zerrincim'le Kayeri ve Erzurum kaçamakları...

22 Nisan - Can'sum ile Ankara'nın altını üstüne getirmek, sabah 3'te Anıtkabir'e gitmek, dostlarla içmek, sarılmak...

derken...

27 Nisan - Dear Dr. HTŞŞ,

Congratulations! The KASI is pleased to announce that you have been selected as a KASI postdoctoral fellow. We are delighted to offer you the position.
...

29 Nisan - Tr'den UK'e dönüş... Sevdicek ve dostlar ile son günler, son kadehler, son geziler...

1 Mayıs - Tezi üniversiteye teslim etmek ve gerçekten bitirmek!

2-3 Mayıs - Kuzey'deki güneyli dostlarla olabildiğince birlikte vakit geçirme çabaları... Derry üzerinden Letterkenny ve Gola Adası çıkarması.

20 Mayıs - İrlanda'ya veda vakti... Belfast'taki dostlarla son saatler, ayrılığı görmezden gelip Belfast Kalesi'ni gezmek, GeoCaching, ve geceboyu süren feribot yolculuğu ile Liverpool'a varış. Araba kiralayış, yollarda trafiğe rağmen birlikte geçirdiğimiz saatlerin tadını çıkarma çabaları... Liverpool üzerinden Cardiff, Cardiff'te son dakika kararıyla Birmingham'a gidiş, Birmingham'da kapalı yollar yüzünden saatlerce trafikte kalmak, otel çilesi ve ertesi gün ayrılacak olmak...

22 Mayıs - Birmingham - İstanbul - Ankara
  Kore için vize işlemleri, aile ile görüşmece, valiz hazırlamak, sarılmak...

29 Mayıs - Zerrincim'le birlikte Seul! Daejeon! KASI! 
Kalacağımız yer sorunundan, 'İrlanda'dan Kore'ye gelirken yorgan getir yanında' diyen yurt görevlileri, alışveriş, Daejeon sokakları, yurt odasına geçiş, heyecan, stres, koşturmaca, mutluluk, korku, endişe, yenilikler, ilkler, başlangıçlar...

5 Haziran - Zerrincim'le birlikte yeniden Seul... komik oteller, şehri keşfetmece, kaybolmaca, kırtasiye aramaca, yorgun düşmece, birbirimize sımsıkı sarılıp uyumaca...

7 Haziran - Zerrincim'i TR'ye yolcu edip Daejeon'a dönüş. (bak yine 1 cümlede yok oldu havaalanında birbirimize telefonla ulaşamayınca yaşadığımız panik, Zerrincim dönmekten vazgeçip beni aramaya çıkmaya niyetlenirken ben önceki gün okuduğum uzak doğu uçaklarının yakın zamanda kaçırılacağına dair komplo haberlerinin gerçekleşmekte olduğuna kanaat getirişim, bitmek bilmeyen Seul-Daejeon otobüs yolculuğu, odaya girip sersemcesine ağlayışım, birlikte kaldığımız misafir odasına gidip kokusunu içime çekişim, arkasında bıraktığı ataş ve yarısı kullanılmış eşantiyon fondöteni alıp odama saklayışım...)

 Haziran 2015 - yeni olmanın getirdiği avantajlar, dezavantajlar, insanlar, eşyalar, adetler, alışkanlıklar, yemekler, tuvaletler, arkadaşlar, saatler, hatalar, özlemler, küskünlükler, kavgalar, skypelar, telefonlar, partiler, içkiler, bipolar...

17-27 Temmuz - Daejeon/Soul/İstanbul/Ankara/İstanbul/Londra/Oxford/Londra/İstanbul/Soul/Daejeon
Yollar, yorgunluklar, Can'sum, Zerrincimle 1 gece, yeniden UK, sevdicek, araba kiralama, para, Murtaza(!), korku, heyecan, başarı, kırgınlık, çözülmeler, kararlar, sevgi, huzur, panik, hoşgörü, yorgunluk, yol, uçak, dönüş...

Bu arada yeni bir işe kalkışmıştık sevdicekle, çok da güzel bir işti üstelik; içimizdeki irlandalı'yı anlattık youtube kanalımızda, facebook sayfamızda İrlanda ve UK hakkında bilgiler paylaştık, twitter'dan dostlar edindik kısacık video günlükler ve fotoğraflar paylaştık gittiğimiz yerlerden... derken hayat girdi devreye... önce yollarımız ayrıldı sevdicekle, sonra günlerimiz, sonra da planlarımız. hal böyle olunca vakit bulunca yapılacak şey video editleyip youtube'a yüklemek değil yolları ve yerleri bir an önce yeniden birleştirmek için çabalamak oldu, içimizdeki irlandalı biraz askıda kaldı. Enerjim ve sabrımın bol olduğu bir gün olsaydı bugün, bi dolu minik video ve fotoğrafla doldururdum bu yazıyı ama ne yazık ki biraz hasta hissediyorum kendimi bugün. Çalışasım da yok zaten her ne kadar beni inanılmaz derecede heyecanlandıran bir projede işbirliğine başlamış olsam da. Midem bulanıyo birkaç gündür...ama bu sabah en çok. O yüzden iyisi mi siz bi gidip bakın bu linklere, sevin youtube kanalımızı, takip edin twitter'dan, yorum yazın, hatta soru sorun da gaza getirin azcık bizi, canlandıralım kanalı yeniden. 

Yakın zamanda kısa kısa yazılar ve fotoğraflarla Kore'yi anlattığım bir dizi başlayacak. Her zamanki gibi 'ay ben bunun için başka bi blog mu açsam acaba' diye düşündüm ama büyümek böyle bir şey sanırım, pek de umurumda değil artık, birileri tutup da 7 sene önceki depresyonlarımı okur da beni yargılar mı diye takmıyorum. O nedenle burdan devam ;) pek yakında!





15 Mart 2015 Pazar

Çok istemek

Kendimi bildim bileli, "ne olacaksın" sorusuna "astronom" dedim. Lise yılları gelip de herkesin dershaneye gittiği zamanlar, çok anlamsız gelmişti bana dershaneye gitmek. "Okulda zaten öğretiyorlar işte, neden aynı şeyleri öğrenmek için bir yere daha gideyim ki" diye düşünmüştüm. Derslerim çok iyi değildi, geometriyi kendi kendime öğrenmek zorunda kalmıştım, fen lisesi öğrencisi olmama rağmen felseye ilgim sayesinde kendimi Felsefe Olimpiyatlarında bulmuştum Fizik Olimpiyatlarının 2 hafta sonrasında hem de. Koca okulda dershaneye gitmeyen bir ben vardım, ve sınava günler kala, hocalarım da akrabalarım da bana "üzülme seneye kazanırsın" diyordu. Dershaneye gitmemiş halimle, ÖSS'de sınıf birincisi olunca insanlar biraz afallamış ve hemen "ODTÜ yaz, ODTÜ" diye yakama yapışmışlardı. Ben ne kadar "ODTÜ de benim istediğim bölüm yok" desem de, herkes sağır gibi aynı şeyi tekrarlamaya devam etti. ODTÜ'deki bölüm tanıtım günlerine gittiğimde "Havacılık ve Uzay Bilimleri Bölümü"ndeki hocaların, o bölümü seçmem için beni ikna etmeye çalıştığını farkettiğimde anlamıştım ki ben ODTÜ'yü değil, ODTÜ beni kazanmak istiyordu. Tercih formundaki tek satır "Ankara-Astronomi" olunca kelimenin tam manasıyla deli olduğuma karar verdiler. Kolay olmadı astronomi okumak, mesele derslerin değil insanların zorluğuydu, ama yine de birçok güzel şey oldu, ve istediğim şeylerin çoğuna ulaştım sonunda. 


Son 3 yıldır ise, dilime yapışmış, aklımdan çıkmak bilmeyen başka bir isteğim var, Kore'ye gitmek, orda yaşamak 1-2 sene de olsa. Yapamazsam millet ne der diye düşünmeden her milletten, her dinden insana söyledim bu isteğimi şimdiye dek. "Benim için dua edin" dedim "ya da kendiniz için ne yapıyorsanız benim için de yapıni nolur" dedim.  Tabii ki ben de elimden geleni yapıyorum, yine, her zamanki gibi. Olursa olur, olmazsa olacak olanlar da yine güzel alternatifler. Ama olsun... ve sonunda diyeyim ki yine, her zamanki ukalalığımla, "insan birşeyi isterse bir yolunu bulur ve yapar". Evdekiler de desin ki "7sinde neyse 70inde de odur işte. Tutturdu Kore diye, gitti sonunda." 

Dua edin benim için. Aklım başımda olayım, abartmayayım, heycandan ölmeyeyim, ve herşey güzel olsun diye, olur mu?

21 Ağustos 2014 Perşembe

ne var ne yok


Londra koşturmacasından yorgun argun eve vardık ama aksilikler peşimizi bırakmadı. Farkettim ki sevgili dostum GTT'un bana hediye yolladığı Moğolistan Günlüğü kitabımı uçakta unutmuşum. Halbuki ne kadar da önemliydi o kitap benim için, hem hediye olduğundan hem de Moğolistan ziyaretime 10 günden az zaman kaldığından... Aer Lingus'un peşine düştüm ama, henüz bir sonuç yok. 

F'nin ise keyfi gün geçtikçe kaçtı. Çalınan sadece tüm tatil parası olsa, hadi belki neyse de, kimlik ve ehliyet de gidince, araba kiralama hayalimiz de suya düşmüş oldu. Döner dönmez okulların açılacağını düşünce yeni kimlik çıkartma karmaşası, ve yolculuk yorgunluğunu üzerinden atma derdi epeyce sıkıntılı olacaktı onun için. Hal böyle olunca 28 Ağustos olan dönüş biletini iptal edip 22 Ağustos'a çekmeye karar verdi. 1 gün Armagh, 1 gün Belfast, 1 gün de Dublin'e yeter dedi ve bu sabah itibariyle aramızdan ayrılıp Dublin yollarına koyuldu. Ben olsam hiç değilse hırsıza pabuç bırakmamak adına tatilime devam ederdim ama, içine sinmedi işte.

Bana gelecek olursak... 20 Ağustos'a kadar yazmış olacağımı tahmin ettiğim kısımda bir gıdım bile ilerleme yok. Üzerinde çalıştığım son cismin literatür taramasını yapsam, geriye sonuçlarını yorumlamak kalacak ama üzerimde tembellik devleri cirit atıyor resmen.


Haftaya perşembe, Dublin'den İstanbul'a, gidiyorum. 1 gece Zerrincimle geçirip, cuma günü Ulan Bator'a doğru yola koyuluyorum. Herşey yolunda giderse 30 Ağustos sabah 11 civarı varacağım Moğolistan'a. +8 saat diliminde bulunan Moğolistan, Türkiye'den vize istemiyor neyse ki. Ama aksilikler biter mi? Bu sabah bir mail aldım yer ayırttığım otelden, 2-7 Eylül arası otelimiz kullanıma kapalı olacaktır, başınızın çaresine bakın diye. Kabus gibi! Civarda, hatta toplantı yerine daha yakında, başka bir otel ayarladım; 100$ daha pahallı, ve ne yazık ki booking.com'da birkaç negatif yorum mevcut. Artısı, kaldığım süre boyunca ücretsiz bisiklet vereceklerini iddia ediyorlar, ve bir de konumu. Eksisi, havaalanından alacaklar mı emin değilim, daha pahallı, ve tedirginim. 

Şimdi bana şans dileyin de, bir an önce bitireyim şu elimdeki bölümü. Moğolistan'a gitmeden yeni bir araştırma projesi hazırlamam gerek. Oradaki toplantıya katılacak hocaları kafalamak için sağlam fikirler üretmem gerek!

23 Haziran 2014 Pazartesi

Şimdilik böyle

Hayat, kesinlikle imadan anlamayan bir mahlukat. "Ah daha beteri olamaz heralde" diyip de tüm o rezilliklerle hayata adapte olup kendine yeni bir "normal" yarattığın anda karşına daha da pis sıkıntılar çıkartıyor. Bak, yeni sıkıntılar demiyorum, daha da pis, daha da zor sıkıntılar diyorum. Ve ne komik ki seninle birlikte hayata maruz kalan diğer canlılar senin "yeter ulan" deme hakkını elinden almış durumda. Komik mi, traji komik mi bilmiyorum ama hayat denilen bu zıkkımın tirajı yüksek, o kesin! Yoksa neden hala çocuk doğursun ki kafası çalışan insanlar? Belki de ben çok fazla kimsenin kafasının çalıştığını zannediyorum da aslında o kadar kimsenin kafası çalışıyor değildir?

Çocukken, "deli" tanımlaması yapılarak tımarhaneye konulan ve ilaçlarla etkisizleştirilen insanların "asıl akıllı" insanlar olduklarından, ve onlar ayılıp da "gerçekleri" görüp de diğerlerini de ellerinden geldiğince uyarmaya çalıştıklarında, üstün akıllı bir sınıf olan "doktor"ların, bu "deliler"in herkese gerçeği yayacağından korktukları için, "deliler"i kapattıklarından şüphelenirdim. Sanırım bu yüzden "The Island" filmi pek etkiler beni. İzlemedinizse izleyin. Cümle çok uzun mu olmuş? Bölerek okuyun, belki o zaman anlarsınız. Hayır, hiçbir anlatım bozukluğu yok!

Sinirlerim tepemde, evet! Bir süredir böyle. Ve ben yine her zamanki gibi her ne hikmetse, yazdıkça rahatladığımı unutmuşum. Yalnız kalamamak, unutturuyor insana kendisini. Fazla yalnız kalınca da ayrı bir dert. Ben yine çocukken, "sevgilim olunca ayrı evlerimiz olacak" derdim, valla akıllı kızmışım ha! Şimdiyse "ama aynı şeyi o söylese ben ne kadar kırılırım" diye düşünüyorum. Tabii bir de hormonlar falan devreye girince, "beni seviyo mu?" "demin seviyodu ama hala seviyo mu?" "şimdi de seviyo mu?" durumu var ki... of!

2 yılı geçti belim ağrıyor. MS de değil, bel fıtığı da. Yapmadıkları test kalmadı. Üstüne bir de kuyruk sokumu kemiği çatlaması olduğundan şüphelendiğim yeni bir rezillik eklendi. Tam öğrendim bisiklete binmeyi, gözlemevi-ev arasından başka bir mesafeye gidebilir oldum, bisiklete binmem yasak hale geldi sağlık sorunları nedeniyle. Ulan İrlanda'dayız ama ne arabamız var, ne bisiklete binebiliyoruz, ne de paramız var etrafı gezebilecek. Gel de küfretme şimdi!

Hadi gezme, otur oturduğun yerde de işine bak, doktor ol; olur da birinin yıldızı hastalanırsa onu tedavi edersin diycem kendime, diyemiyorum! Neden? Eh kuyruk sokumu kemiğim oturmama izin vermiyor da ondan! Oturamıyorum!

Oturamıyorum! Yürüyemiyorum! Bisiklete binemiyorum! Camış gibi yatarak da astrofizik doktorası vermiyorlar canım burada. Murtaza "yattığın yerden okursun" diyerek 15cm kalınlığında makaleler öbeği verdi bana. "Ulan hıyar, canım acıyo be ne makalesi!" diyemiyorsun tabii. Neden diyemiyorsam.

Ha bu arada, ben depresyonda falan değilim diyordum da bipolar çıktım, siklotermia imiş benimkinin adı, söylemiş miydim? Heh, işte durum böyle olunca anti-depresenlar durumu daha da kötüye götürür diye ilacı kesti doktor. E zaten işe yaramıyordu sıkıntı yok. Ama onun yerine vermesi gereken ilacı vermedi, bunu napıcaz? Aklınızdan geçenleri biliyorum, deli etmeyin beni! "En doğurgan zamanındasın, hamile kalırsan cenin için zararlı bu ilaç" diyerek vermedi kadın, gerek olmadığından değil. Ayrıca manyak mıyım ben ki ilaç içmek isteyeyim gerek olmasa? Çocuk falan doğurmayacağım dedimse de dinlemedi kadın. Kendimi kesersem eğer bir gün zıvanadan çıkıp, o zaman dava açarız artık kendisine, naapalım! Tahammül etmek kolay değil bu hayata. O kadar ki, bunu söylemek bile sakıncalı. "Ama neden öyle diyorsun tatlııııım" "sus allahaşkına" lar gelir hemen. Kolay mı lan hayat? Bunca bokluk içinde çok mu keyif alıyosunuz siz? alıyorsanız eğer, maşallah size, aman yaklaşmayın da bulaşmasın bendeki boklar size de. Keza hiç de "oh ya hayat ne güzel" değil hayat. Katlanmaya çalışıyoruz işte. elimden geldiğince aranızda kalmaya çalışıyorum. Ama bunu da söylemesem daha iyi olacak di mi? Sonra da birileri kendisini köprüden falan atınca arkasından "ay çok hayat doluydu, hiç böyle birşey yapacak birine benzemiyordu" dersiniz güzel güzel, olur biter di mi? Yok canım, öyle değil işte. Benim köprüden atmaya falan niyetim yok ama işte arada kısa devre olunca olanlar oluyor, napalım? İsteyerek değil yani, en azından benim için değil.

Fazla karışık oldu bu yazı. Yani okuyunca öyle gelecektir muhtemelen, yazarken bana çok normal geldi, hatta sakin bile, sürekli kafamın içinde olup bitenlere kıyasla.

Her şey aslında Ece'nin Makbule denilen hatunla röportajını izlememle başladı. Ne uyuz oldum o Makbule'ye ha! Ah onun yerinde ben olsam noolurdu sanki! Ne pis kıskandım var ya! Neyse o röportaja bilahare yazı yazıyım ben artık.

Şimdilik böyle. Uslu bir kız olup da daha okunası şeyler yazarım ben yine ama şimdilik böyle işte.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Davetlisiniz!



Biz evleniyoruz!
Ve sizler de davetlisiniz tabii ki!
Fazla söze ne hacet?


15 Ocak 2010 Cuma

Ey, hayat!
Tüm haklarımı yazılı olarak tarafıma ibraz etmeni istiyorum. 
Derhal!

11 Mart 2009 Çarşamba

Med-Cezir Oldu Beynimin İçi


sen gitsene biraz
bilmiyorum nereye gitceğini
nehir kenarına falan in
eline bi fincan çay veya şarap al
üstüne de bişiyler al
soğuk olur nehir kenarı
git işte biraz
bırak beni
beynimi boşalt birazAlign Center
bi defol
bi çık
bi git
ştt sen!
evet evet sen de git
hepiniz bi gidin beynimden
bi defolun
bi boşaltın şu odayı
kendimle kalayım biraz
olmaz mı?
bi sessizlik olsun mesela
ısıtıcıyı da kapatayım
bilgisayarı da
ve ışıkları da
ve gelmeyin uzunca bir süre
hele sen hiç gelme

ama sen gelebilirsin
biraz sonra gel
ne kadar sonra bilmiyorum
yeterince sonra işte
beynim yeterince durulmuş olduğunda
yatağımın üstünde
dizlerimi karnıma çekmiş
ellerimi etrafında birleştirmiş
alnımı dizlerime dayamış
ve artık üşümeye başlamışken
o zaman gel
doğru zamanda
o zaman gel

ve ceketini çıkarıp üstüme ser
ve sıcacık kollarınla sarıl
ve ıslak yanaklarımdaki izleri öp
konuşma ama
sessizliği bozma
sadece
senin
ve
benim
nefes alışlarımız duyulsun
ama kimse duymasın
bi tek sen
ve
bi tek ben duyalım
ve sonra

zaten sonra
karışsın tadın tadıma
tenin tenime
terin terime
tuzun tuzuma
...med...
...cezir...

2 Mart 2009 Pazartesi

Tahirle Zühre Meselesi


Cumartesi gecesi Ruxy'nin doğumgünü partisi vardı. Ruxy de yan komşum Elena gibi Romanyalı: bana gelişlerinden birinde tanıştılar ve çok sevdiler birbirlerini. Doğal olarak Elena da davetli partiye, ben de birlikte gideriz diye düşünüyordum. Gün içinde birkaç kere tıkladım kapısını ama ses çıkmadı, telefon ettim, telefonu da açmayınca, 'herhelde Berlin'e gitti yine' diye düşündüm ama yine de yola çıkıp otobüs durağına doğru ilerlerken 'bi daha arıyım' dedim. Bu defa açtı telefonu, meğer çoktan gitmiş bile Ruxy'nin yanına. Nedense kızı odasında bulamamama rağmen ben çok emindim birlikte gideceğimizden ya, bozuldum biraz. Çok anlamsız halbuki. Neyse ben de vardım, daha kimse gitmemişti, ortalık da Ruxy de hazırlanmamıştı ve zaten önce 8 denilen ama sonra 9'a çekilen başlama zamanı sonunda 10 olarak değiştirilmişti. 10 bir parti için geç bir vakit olmayabilir, hatta öyle partiler olur ki sabah 4'te biter, deli gibi eğlenir çılgınca dans ederim hatta. Ama ya parti hemen alt kattaki barda oluyordur ya da yanımda benimle birlikte dönecek birileri vardır. "Eşşek kadar kızsın tek başına dönemiyo musun?" diyecek olanlar için yazdım dün geceki hikayeyi; o olaydan sonra tek başıma dönmek İSTEMİYORUM. Keza kabiliyet meselesi değil istek meselesi.

Neyse efenim, parti güzel, insanlar da önceki partilere göre daha güzel ama yine de içim rahat değil. Kimler vardı partide? Neredeyse tamamı farklı ülkelerden gelmiş master öğrencileri. Şili, Kolombiya, bolca İran, Amerika, Türkiye (evet bi Türk çocukla tanıştım, parçacık fiziği üzerine yapıyormuş masterını), doğal olarak Romanya ve daha aklıma gelmeyen bi dolu ülkeden birçok insan. Kimisine takımyıldızlar anlattım, kimisine astrofotoğraf çekmeyi öğrettim. Hayatının ilk astrofotoğrafını çekti İran'lı bir kız, Sara, büyük ayı takımyıldızını fotoğrafladık. Olabildiğince uzun poz süresi vermesi gerektiğini, diyafram açıklığını olabildiğince artırmasını ve iso'yu yüksek tutmasını söyledim. Mevcut ışık kirliliği göz önünde buundurulduğunda iyi denilebilecek şekilde belirgin bir Büyük Ayı fotoğrafı çektik, henüz fotoğraflar mail kutuma düşmediği için size gösteremiyorum ne yazık ki.
E peki böyle güzeldi de nesini sevmedim bu insanların? Burnu büyük insanları sevmediğim için çoğuna ısınmadı içim. Hepsi kendini küçük bir Einstein zannediyor. "Ben çok iyiyim ki buraya kabul edildim" havası var hepsinde ama unuttukları bişiy var ki içimden bir ses avaz avaz bağırdı bunu "Ey salak(!) insan, sen buraya kabul edilecek kadar iyisin de diğerleri ne? Onlar da en az senin kadar iyi değil mi burada olabildiklerine göre? Havan kime güzeliiiiim?" diye diye.. Tabii ki içlerinde sevimli insanlar da vardı ama ben pek eğlence havamda değildim sanırım.
Saat 1'e geliyordu ki birkaç kişi evine gitti, yine de oldukça fazla bir kalabalık vardı geride ama ben yine de huzursuzlandım, Elena'ya yanaşıp sordum 'kaç gibi çıkarız' diye. Ne cevap verdi? Bi arkadaşında kalacakmış... .... E normal... Yani ne birlikte gidelim diye sözleştik ne de birlikte dönelim diye, ama ben bu cevabı alınca bayaa bi aptallaştım. Neden o kadar emindim ki birlikte döneceğimize? Bilmiyorum..Hal öyle olunca hemen internetten baktık sonraki otobüs ne zamanmış, merkezden benim yurduma otobüs kaçtaymış, ordan binince öbürüne yetişebiliyor muymuşum falan filan... 15 dk içinde bir gece otobüsü bulduk neyse ki, hızlıca çıktım gittim otobüs durağına ama tahmin edilebileceği üzere oldukça gergindim. Boş sokak, saat gecenin 1'ini bilmem kaç geçiyor ve otobüs gelmedi... Tek başıma döneceğimi düşünsem zaten gece otobüslerine kalmazdım. 12'den sonra gece otobüsü dedikleri, saatte bir geçen otobüs seferleri başlıyor, ama 12'ye kadar nerdeyse her 5dk'da bir otobüs bulabiliyorsun. Bi de bu gece otobüslerinin çok geç kalma veya erkenden gelme veya veya seni görmeyip hızlıca basıp gitme durumları oluyor. Haliyle gerginim, nerde kaldı bu lanet otobüs diye. Neyse geliyor sonunda, kimliğimi gösterip biniyorum, merkezde inip diğer otobüsün durağaına git...miyorum, çünkü gündüz otobüsü ile gece otobüsü farklı duraklardan kalkıyor ve ben durakları karıştırıyorum, alakasız bi yerde bekliyorum bir süre, ve sonra fark ediyorum yaptığım dangalaklığı.
Haftaiçi saat 7'den sonra bi anda herkes çalışma masasının çekmecesine, buzdolabının buzluğuna veya arabasının bagajına saklanmışçasına bir anda kayboluyor bu şehirde ama cuma ve cumartesi akşamları tam tersi; eline birasını alan her yaştan insan yollarda. Yaş aralığı 12 ile 70 arasında değişiyor desem ne kadar açıklayıcı olur bilmiyorum. Çoğunlukla gruplar halinde oluyorlar, pek kavga çıktığını görmedim; genelde mutlu mutlu şarkı söylüyorlar veya zıplıyorlar ama etraftaki herkese laf atıyorlar, sözlü tacizler oldukça bol.. Haliyle gerginim...

Merkezdeyim, etraf bolca içmiş her yaştan insanla dolu, yalnızım ve bir sonraki otobüs sabah saat 5'te!!! Tek çarem var, merkezden yurda yürümek. Tamam uzak bir mesafe değil, ortalama 12 dakikada yürüyorum gündüzleri ben o mesafeyi ama gündüz değil ki! Ne yapsam ne yapsam diye düşünürken Mark geldi aklıma, "'bu akşam 3 farklı partiye davetliyim, hangisine gitsem acaba' diyodu, belki o da merkezde bi yerlerdedir de yurda dönüyordur, veya dönmese bile giderim ben de dururum orda beklerim de onunla dönerim en azından" diye düşündüm. "Nerdesin?" diye bir sms gönderdim, 1-2 dakika bekledim ve yola koyuldum... Partideki adam o gürültüde nasıl duysun ki telefonu. İlk anda farketmediyse sonradan farketmesi çok düşük bir ihtimal zatem. 'Yürrü be kızım, kim tutar seni!' dedim kendime ve yola koyuldum.

Koyuldum koyulmasına ama, arkamdan şarkılar söyleyerek gelen sarhoş gruplar mı istersin; yol üstündeki hangi ülkenin olduğunu bilmediğim caminin önündeki sarıklı adamların bana pis bakışlarını mı? Bi de bi casino var yol üstünde, yani kapısında casino yazıyo kumarhane gibi bişiy heralde ne biliyim. Ben gündüzleri hep böyle 'içeride ne var acaba nasıl bi yer' diye baka baka geçerdim önünden ama ilk defa bu saatte geçiyorum; kafamı kaldırmaya bile cesaret edemedim, kapının önünde kocaman badigardlar, acayip lüks arabalar, limuzinler, içerinde bekleyenler veya şöförler falan.. Ve ben bu esnada nasıl küfrediyorum, nasıl küfrediyorum!!&%+'^+%+&/+%%

İşin sinir bozucu yanı, kızgınım ama aslında hakkım yok kimseye kızmaya. Elena ile birlikte gidelim gelelim diye sözleşmemiştik; Mark da elinde telefonla beni bekliyor değil ya; hem otobüsün durağını karıştıran da benim zaten..

Neyse yurda geldim sonunda, saat 2'ye geliyordu.. Başıma da bi iş gelmedi işte. Hiç de büyük bir olay değil belki de ama, bilmediği şehirlere gidince gündüzleri bile tek başına sokağa çıkmaya korkan, hele ki hava karardıktan sonra dışarıdaysa etrafındakilere hiç çaktırmasa da ödü b.kuna karışan bir cadı olarak, taktir ettim kendimi. Tek başına gecenin bi vakti yollarda olmak ya da olabilmek kabiliyet meselesi değil tercih meselesi dedim ya; kabiliyetim var gayet de, başardım eve varmayı, ama güzel miydi derseniz? Demezsiniz sanırım. "Bu korkumu yenmem gerek"tiğini de hiç düşünmüyorum çünkü zaten zamanla kendiliğinden azalan bir durum ve ben önlemimi aldığım sürece korkumla birlikte yaşayabilirim.

Ama kafamı kurcalayan başka bişiy var benim... Benim bu tedirginliğim, bu korkum, önceden yaşadığım o şeyler bilinmesine rağmen, 'yahu sen o saatte nasıl döndün eve' veya 'huu bu saat oldu nerdesin' diye bir merak edilmez mi? ................. Edilmezmiş demek ki. Demek ki eşşek kadar kız olmuşsan merak edilmezmişsin; merak edilmeyi beklersen 'kızsal tripler' olurmuş bu; saçma olurmuş, vs. vs. vs. Peki o zaman ne öğrendik? İlişkilere fazla hassasiyet gösteriyorsun diye aynı hassasiyeti göreceğini zannetmek yanlışmış. Sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevecek değilmiş... Ama asıl erdem, buna rağmen kendi içindeki güzellikleri ve hassasiyetleri koruyabilmekmiş.. Hassasiyetlerin yüzünden kırılmayı göze ala ala onları sürdürebilmekmiş.. Hassas olmaktan utanmamakmış belki de asıl erdem..

Demiş ya işte Nazım... şimdi bir tık dokunuverip de şu düğmeye, kapatıp gözlerinizi, bu cadıyı unutup ve anlattıklarını da; kapayıp gözlerinizi işte, dinleyin bi güzel; Esin Afşar söyemiş...

1 Mart 2009 Pazar

+18 başarısız tecavüz


Hani geçenlerde dedim ya "salaksın be kızım kabullen artık" diye, sanırım yavaş yavaş kabulleniyorum ama bu yine de canımı yakmıyor değil. Neyse şimdi anlatacağım şey bugünlerdeki salaklıklarım değil, Aralık 2006'da Kayseri'de yaşadığım bir tecavüzememe öyküsü.

Hiç öyle uslu uslu okulunu bitirip, münasip bir iş ve eş bulup, hayatını kurup da kendi düzeninde yaşayan birisininki gibi bir hayatım olmadı benim. Üniversiteye girişimden, bitirişime, bitince olan hadiselerden yüksek lisans öykülerime ve Kayseri maceralarıma kadar herşey, olabilecek en ilginç şekilde oldu. Çoğunlukla "şaka gibi" idi, "kamera nerde? tamam yeter bu kadar hadi el sallıyım ben" dedim, ama bunca zaman geçti hala çıkmadı o gizli kamera ortaya. Maşallah çok iyi saklamışlar.

Efenim, olayın geçtiği bu zamanlarda, Erciyes Üniversitesi'nde yüksek lisans yapıyorum ama aile başka şehirde; ben de, ev tutmak meselesi olmaz, akraba yanında kalmam, falan fıstık sensin fıstık derken, fakülteye çok yakın olan ve aslında öğrencilerin kalmasına izin verilmeyen misafirhaneyi, allem ettim kallem ettim, kendime ev belledim. 2006'nın Aralık ayındayız, üstelik de ramazandayız. Dersimiz bitmiş, saat 5 suları ama hava kararmış tabii malum kış. Haftanın iki günü Kayseri'de, kalan günler evimde yaşadığımdan, 'artık her seferinde pijama vs. götürmek yerine şunları fazladan bir çantaya koyayım da misafirhanedekileri ikna edip orada bir yerde bırakayım bari' düşüncesi ile elimde bir mini valiz, ders notlarım ve kitaplarımın olduğu sırt çantam, sol omuzumda Zerrincim'in notebook'u ve elimde de kantinden aldığım akşam yemeğim.. Misafirhaneye giden yol aslında bir çıkmaz sokak olduğu için oradan geçen araba ancak misafirhaneye gidiyordur, o misafirhanede kalacak kimsenin de altında arabası olmaz zaten kolay kolay. Yol biraz ıssız, sağ taraf çorak bir alan, yapılanması hala tamamlanmamış olan üniversitenin boş arazilerinden bir kısım ve büyük bir stad/amfi öyle bişiy var işte. Yolun solunda ise tarla var. Tabii ki ekili biçili tarla değil ama o taraf da çorak bir arazi, tek farkla, aydınlatma yok ve çeşitli göçebe/çingene vs. çadırları var. Yolun solunu görebilmek imkansız, yolun sağındaki kaldırımımsı şeyde yürürken de işte ancak 10ar metre ara ile görebiliyorsun önünü ama 'noolucak ki, sonuçta üniversite sınırları dahilindesin, hem saat daha 5, hem daha hava ancak kararıyor ve hem de böylesi mutaassıp bir şehir olan Kayseri'de ramazan vakti ne olacak ki yani'.. Tabiiki o zamnda Kayseri'de hava da çok soğuk! Belki de çok soğuk değil ama gözlem zamanları haricindeki her zamanki gibi ben çok üşüyorum, LCWden aldığım unisex lacivert yağmurluğum var üzerimde, kapşonum kafamda, üstelik rüzgar sızmasın diye de kapşonun lastiklerini sıkıca çekmişim. Telefonda konuşuyorum Zerrincim'le, yol ıssız ya hani, "köpek falan gelirse korkma, indir kafasına notebooku boşver gitsin" gibi laflar edip güldürüyor beni ama ben birden bi huzursuz oluyorum. "Şimdi kapatalım, misafirhaneye varınca sana haber veririm" diyorum. Telefonu kapatıyoruz ve ben nedensiz yere huzursuzlanıyorum. Aslında çok da nedensiz değil, o ıssız yola minibüs kılıklı bir aracın girdiğini fark ediyorum. Telefonu kapattım, elimdeki sırtımdaki omzumdaki çantaları yeniden bi üstüme tepiştirdim derken fark etmiyorum aracın naaptığını, bi süre sonra görüyorum ki ileride, yaklaşık 100m ileride duruyor araba, dışarıda da iki kişi. Adamlardan birisi araca bakıyor, diğeri bana. Aklıma ilk gelen şey arabada bir arıza olduğu ve yolu tıkamamak için aracı oraya çektikleri oluyor ama kaput falan açık değil, lastiklere göz atıyorum hemen, inik/patlak da değiller, plakayı tam göremiyorum ama dikkatlice odaklanınca okuyabiliyorum; bu sırada yaklaşıyorum tabii adamlara, o zaman daha iyi fark ediyorum ki bunlardan biri ciddi ciddi beni inceliyor. Bu ıssız yolda kimdir bu gelen diye merak etti heralde diyorum ama içimden bi ses sürekli "unutma adamın kasıklarına tekme atcaksın" diyor, gülüyorum kendime. Sonra biniyorlar arabaya, arabayı çalıştırıyorlar, demek ki bir bozukluk yok, biraz daha ileri gidip duraklıyorlar. Ben yürümeye devam ediyorum ama biraz korkmaya başlıyorum bu gidip durma faslından. Araba çok yavaş hareket ediyor, ben de korkudan bi an önce misafirhaneye varabilmek için olabildiğince hızlanıyorum. Benimle aynı hizaya geliyor araç, hatta ben önlerine bile geçiyorum bir süreliğine ama artık aklımdaki senaryo iyice netleşiyor: bunlar benim kafama bişiy indirip bayıltacaklar, arabanın arkasına atıp kaçıracaklar, sonra böbreklerimi çalacaklar ve uyandığımda kendimi buz dolu bir küvetin içinde bulucam. Bundan o kadar eminim ki, hemen mesajı yazıyorum, "38 AT 083 mavi mazda" bir aksilik olduğu anda yes tuşuna basıp Zerrincim'e göndericem. Araç bir süre benimle yanyana gidiyor, sonra hızlanıyor, biraz ilerde duruyor, sağ kapı açılıyor, içinden inen adam arkadaşına sesleniyor "fazla sürmez benim işim yirmi dakkaya kadar gel al" diyor. Ben duraksıyorum, sanki adam sağdaki çayıra işemeye falan gidecek de yol veriyorum güya ama olay öyle olmuyor, tam türk filmlerindeki gibi "gel bakalım güzelim eğlenelim seninle biraz" diyor, tam bu sırada ben defalarca yes'e basıyorum cebimin içinde sıkı sıkı kavradığım telefonda. Bir eli yüzüme bir eli bacaklarımın arasına gidiyor. Çenemi tutup öpmeye niyetleniyor sanırım ki, ben mesajı gönderdim nasıl olsa diye elimi cebimden çıkarıp yüzünü avuçluyorum adamın, diğer elini tutup sırtıma alır gibi bi hareketler yapıyorum. Neden, nasıl, niçin bilmiyorum ama çok seri bir şekilde yapıyorum bunları. O sırada bir "bııııp" sesi geliyor cebimden, hani şebekeye ulaşılamayınca öter ya telefon, ya da mesaj gönderilemeyince, ha işte o ses. O sesi duymamla aklım başıma geliyor, bağırıp çağırmadığımı, sessizce boğuştuğumu ama yardım istemediğimi fark ediyorum ve avaz avaz bağırmaya başlıyorum. Çığlık atıyorum, adama küfrediyorum, bu arada elimi yeniden cebime atıyorum, telefonu çıkarıp aynı mesajı yeniden göndersin diye sürekli yes'e basıyorum bi elimle, yüzyüze geliyoruz adamla, yine yüzünü avuçlayıp itiyorum kendimden. Sonunda artık 'mesaj gittiyse gitmiştir, gitmediyse bile ikinci elime ihtiyacım var' diyip telefonumu cebime geri koyuyorum, tekmelerle girişiyorum adama. Adam "korkma tamam sakin ol bağırma" diyor uslu uslu. Öyle bir an geliyor ki kontrolü ele geçiriyor, omuzlarımdan kavrayıp araziye doğru yatırmaya çalışıyor beni ama sırtımdaki yük o kadar fazla ve ben öyle sağlam basmışım ki yere, yapamıyor, ve ben de bi yandan suratını tırmalıyorum adamın. Sonunda bi şekilde vazgeçiyor, "tamam tamam" diyor, gidiyor geri. Daha 2 adım atmadan bir başka adam geliyor üstüme bu defa, şöför koltuğundaki kişi, "nasıl konuşursun sen benim arkadaşımla böyle" diyor ve güya beni dövmeye geliyor, tabii arkadaşına konuştuklarımın seksen bin katı güzel küfürlerle cevap veriyorum kendisine. Gelip beni itiyor, ben onu itiyorum, hatta hızımı alamayıp yumruk falan atıyorum ama neresine geliyor bilmiyorum artık. Sonra arkadaşı sesleniyor buna "gel gel tamam" diyor, ve bu bi anda beni bırakıp arkasını dönüp gidiyor. Ve ben...yürümeye devam ediyorum misafirhaneye doğru... Arkama dönüp bakamıyorum, arabadan levye alıp kafama indirmeye veya beni bir çuvala sokmaya geliyor olabilirler ama ben dönüp bakamıyorum. Koşmaya cesaret edemiyorum çünkü yüküm çok fazla, düşersem bu yenilmek demek olur, düşmemeliyim diye koşamıyorum da...hızlı adımlarla yürümeye devam ediyorum. Bu boğuşma içinde yolun üçte biri bitmiş oluyor neredeyse, çok uzakta hareket eden bişiy görüyorum veya gördüğümü zannediyorum, en kuvvetlisinden bir ıslık çalıyorum. Boş arazide yankılanıyor ıslığım, yolun karanlık sol tarafından bir ses geliyor "hey kimse var mı orda" diye. Avaz avaz plakayı bağırıyorum, tam o sırada hızla bir U çekiyor araç ve gidiyorlar...

Hikayenin devamında benim şok halindeki trajikomik hareketlerim, bi süre gündüz bile tek başıma sokağa çıkmak istemeyişlerim, gerçekten çalıştığına ilk defa o gece inandığım Polis İmdat hattı, 2,5 saat içinde yakalanan suçlular, 4,5 saat sonra kollarında olduğum annem, sonrasında suçluların yakınlarından gelen sürekli telefonlar, adliye koridorları, ifadeler, karakollar, adli tıp önünde geçirilen sinir dolu dakikalar...yıllara yayılıyor tüm bunlar... Davanın son durumu ne bilmiyorum, ülkeme giriş çıkışlarımda bana sorun yaratmadığı sürece bilmek de istemiyorum artık zaten.

Peki bunu neden anlattım? Daha sonra hassisyet gösterdiğim bazı konularda daha iyi anlaşılabilmek için sanırım...