Her gün yaşanan münferit olaylardan yola çıkıp da genel olarak bir dert anlatmaya çalıştıktan sonra insan yıllar boyunca, sadece bir dert değil aslında kendisini ve en minimal düzeyde dahi olsa toplumsal ahlaki doğruyu anlatmaya çalıştıktan sonra, hala daha ülke gündemi iyileşmiyor, düzelmiyor, ve kötüye gidiyorsa, kişinin kendisi de salak veya yerinde saymakta bir sakınca görmeyen biri değilse, bu işin artık bir anlamı olmadığı aşikardır.
Ben anca bu söyleşiyi dinledikten sonra anladım Ece Temelkuran’ın neden artık gazetede yazmak istemediğini. Ve belki de ancak şimdi anlamlandırabildim neden mizah dergisi olarak adlandırılan -ama belki de ülkenin artık tek mantıklı muhalefet yapabilen ve düşündüren yayını olan- Penguen’de yazdığını. Birilerine bir şeyileri 10 yıl boyunca anlatır da hala daha bir değişiklik görmezseniz ya vaz geçersiniz anlatmaktan ya da başka bir şekilde denersiniz anlatmayı. Durumla başa çıkabilmek için belki biraz kara mizah da gerekir… İşte bu yüzden Penguen, ve işte bu yüzden roman.
Roman deyince, 'gerçek ile hakikat arasındaki fark' meselesi geliyor gündeme. Gazeteciysen, gider bir tür delil toplarsın, röportaj yaparsın, kanıtlayabileceğin şeyi haber yaparsın. Magazin gazetecisi bile bir şekilde bir fotoğrafa veya gizli bir anlatıcıya ihtiyaç duyar haberi için. Ama kimsenin söylemediği şeyi, sen istediğin kadar anla, hisset, bil veya öngör, haberini yapamazsın. Gazete köşende yazamazsın; iftira olur bu, halkı galeyana teşvik olur, spekülasyon olur. Herkesin bilip de sustuklarını ancak bir romanda yazarsın özgürce. İnsanların anlayabilecekleri başka bir dil olduğunu umarsın romanın. Başka bir yöntemdir roman, empati yaptırırsın, sinirlendirirsin, hüzünlendirirsin, umutlandırırsın, çaktırmadan kanına girersin ve belki bir umut anlatabilirim diye düşünürsün. İşte bu yüzden roman, edebiyat, ya da adı her ne ise işte o.
İlk gençliğim Yenibinyıl'da yazdığı günlerde Ece’nin sayfasını bulup yazılarını okuma heyecanıyla geçti. Ona özenip belki de o ergen halimle, aklımda astronom mu olsam yoksa 'Ece gibi' gazeteci mi, düşünceleriyle Milliyet'e yazılar göndermişliğim vardı. Birini yayınladılar da hatta.
Bu arada kitaplarla geldi Ece… sonra sıklaşan köşe yazıları… sonra yıllar geçti, ben saçma sapan ilaçlarla ve hayatla cebelleşirken Bonn'da, o Frankfurt'a geldi kitap fuarı için. Kıt kanaat geçindiğim bursumdan biriktirdim tren biletimi. Gece kalacak yere verecek paramız olmadığından sabah 5'te bindik trene, gece 11'de dönük ama Ece'yi görmeye gittik, bir Türk, bir Romanyalı bir de Gürcü, 3 kız. Tren biletlerimizi aldığımız günün gecesi uyuyamadım heyecandan. Ertesi gün Avrupa'nın en iyi kozmoloji hocalarından birinin dersinde, ben Ece'ye vereceğim mektubun taslağını yazıyordum. Fuarda karşılaştık, ilk defa bir kitabımı imzaladı, ve ben konuşamadım tam da tahmin ettiğim gibi. Kalbim ağzımdan çıkmak üzereydi; ellerim, ayaklarım, tüm vücudum titriyordu heyecandan. Çok da ufak değildim, 26 yaşımdaydım ama kanatlarım kırık, biraz hasta, biraz yorgun, çokça umutsuz ve aşırı derecede hayrandım. Konuşamadan mektubumu bıraktım masasına. Sessizce çekilip gidecektim, gözlerimin içine içine baktı, 'Siz mi bıraktınız bunu? Siz mi yazdınız? Benim mi bu?' dedi. 'E-e-e-e-evet.' diyebildim sadece. Verdiğim anda pişman oldum. Ne çok saçma şey yazmıştım. Ben hocamı kaybetmiştim bir suikastte, o dostunu, ve tehditler alırken kendisi o günlerde, korkuyordum ona
birşey olursa diye. Çünkü Necip hoca bize söylemişti tehdit telefonları aldığını, biz birşey yapamamak bir yana, yanına gidip konuşmaya dahi cesaret edememiştik konu hakkında. Aynısı ya Ece'ye olursaydı? Korkularımdan çok 'Lütfen dikkat et'lerimi yazmıştım mektubumda tüm içtenliğimle ama çok çocukça, çok salakça ve belki de çok umut kırıcı mı olmuştu acaba? Keşke hiç vermese miydim? Ben bunları düşünürken o gülümsedi, ben de gülümsemeye çalıştım. Uzaklaştım. Ötedeki kolonlardan birinin dibine gidip izledim sessizce. Kalabalığın arasından görmeye çalıştım. Mimiklerini, saçının hareketlenişini, sesini... aşk böyle bir şey işte. 14 yaşınızda başlarsa hele, 26'nızda bile salaklaşırsınız. Sonra söyleşi vardı sırada, bol bol fotoğraf, biraz da video çektim. Hatta sonrasında o zamanki yardımcısına ilettim de o fotoğrafları, belki kullanırlar bir yerlerde diye... hiç unutmuyorum Özgür Mumcu ile boşanma haberinde kullanılmıştı çektiklerimden biri. Öyle de zordu ki ha bire kırpışan o gözleri açık yakalamak titreyen ellerimle... Sonrasında Elena dürtükledi de birlikte bir fotoğrafımız oldu sayesinde.
Zaman içinde Milliyet oldu Habertürk, Habertürk oldu televizyon programı.
Yıllar geçti, yolumuz, küçük bir İstanbul gazetesiyken zaman zaman bilim haberleriyle destek vermeye çalıştığım BirGün’de kesişti. Ben bir haber yazdım, sonra o benden başka bir haber istedi. Ben artık hem bir astrofizikçiydim, hem de vaktim oldukça bilim habercisi. O da kısa bir süreliğine de olsa benim Genel Yayın Yönetmenim - mutlu ediyor böyle olduğunu düşünmek beni. N'apalım yani?
Derken gün gelip de BirGün'den de gidince, artık onu o denli sık okuyamayacak olmak ihanet gibi geldi. Anlamaya çalıştım, anlamasam da kızgınlığım geçti ama terk edilmiş hissettim kendimi. Kaç yıl geçti o yazmayı bırakalı? Belki çok değildir, bana sorsanız çok! Kırılınca çünkü insanın kalbi, zaman yavaşlar.
Bak işte bence geçen o çok yıldan sonra ancak şimdi anladım, ve hak da verdim Ece'ye. İyi yapmış tabii ki de! Çok da iyi yapmış köşe yazmayı bırakarak. Kırgınlığım geçti, dengem yerine geldi.
Sürekli kullandığım ilaç Kore'de yokmuş, annem tek başına ilaç gönderilmez dedi. Ben de ilaçla birlikte bir de 'iç kitabı' istedim. 'Ezberlemedin mi sen hala onu?' dedi, güldü ama koydu tabii ki çantaya. İlk yardım çantamda bir kutu ilaç, bir de iç kitabı. Hele şu paket bi gelsin de, değil Kore, Somali'de bile olsam sırtım yere gelmez artık benim. İyi ki varsın be Ece! İyi ki!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
İki kelam etmeden gittiğinde üzülüyorum ben.