İstanbul'a inince, her ne kadar valizler dış hatlar üzerinden Ankara'ya ve Kayseri'ye dağılacak olsa da tabii ki başkalarına verdiklerimizi toparlamamız gerekiyordu. Biraz vakit aldı ama valizleri bulduk. Ne var ki, ikimiz de aktarma yapacağımız uçakları kaçırmıştık, üstelik elimizde fazladan iki valiz daha vardı artık. (neye fazladan? sırt çantalarımız, fotoğraf makinesi, tripod, dürbün, gitar ve benim el çantam) "Valizleri emanetçiye bırak, ben aldırırım" dedi Zerrincim. Bu arada sabah 6:45'deki Kayseri uçağını kaçıran yolcular ayaklanınca, Pegasus onları bir otele yerleştirmeyi teklif etti, o sırada kaybettim OnurCUM'u da... o da gitti otele.. Ben de gittim valizleri bıraktım emanete, uçağa yetişeyim diye gittim ki "07:05 uçağı çoktan kalktı hanfendi, çok geç kaldınız" dedi adam bana. Tam cadalozluk yapıp tüm hıncımı adamlar çıkartıyordum "madem rötar yaptırıyorsunuz uçağa, bağlantılı uçuşlarınızı da biz mi ayarlıycaz" diyerek...adam adım ve soyadımı alıp baktı ki beni de 09:55 uçağına aktarmışlar neyse ki.. Bi anda tüm cadılığımı unutum, prenses edasıyla teşekkür edip gittim bekleme salonuna, başladım uyumaya... Malum, tarih 1 Nisan, bizim aile bu mühim günde her sene bi şekilde benim kurbanım olmuş, bu sefer tongaya düşmemek ümidiyle arıyorlar sırayla, "haberin olsun bak bugün 1 nisan" diyor her arayan, yani haberimiz var unutmadık bizi kandıramazsın bu defa, demek istiyorlar. Ben de diyorum ki "Az önce de aramışsınız yetişemedim kusura bakmayın, havaalanında valizlerimi vermekle meşguldüm". "Ha ha ha! Tabii canım!" diyip kapatıyor hepsi :))) Ankara uçağı yarım saat rötar yapıyor, Pegasus yolcuları iyice sinirleniyor...ben uyumaya devam ediyorum :)) Biniyorum uçağa, uyumaya devam ediyorum, iniyorum, Zerrincim karşılıyor beni; geleceğimden onun dışında kimsenin haberi yok..Anneannem çığlıklarla karşılıyor, dedem tam onun çığlıklarına kızacakken beni görüp sarılıyor gücü kalmamış kollarıyla olabildiğince sıkı, ağlıyor... Oturup konuşuyoruz biraz... Sonra teyzeme gidiyorum, yolda çıkıyorum karşısına habersiz, "düştüm bayıldım da hayal mi görüyorum acaba" diyor, inanamıyor... Eniştemin de yola çıkıyorum karşısına, o koca cüssesiyle koşmaya başlıyor beni görünce :) Küçük teyzemin iş yerine gidiyoruz baskına, beni görünce çığlığı basıyor... Akşam oluyor, bizim eve geliyor kuzenlerim, eşkiya ben uyuken baskın yapıyor, odada beni görünce üstüme atlamasıyla uyanıyorum. Prensesim ÖSS koşturmasına erken başlayanlardan, dersaneden geliyor; Zerrincim diyor ki "bir arkadaşım geldi, seni onunla tanıştırayım", ben çıkıyorum ortaya, sımsıkı sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlıyor benim minik prensesim..daha 17 yaşında...
Gece oluyor artık... OnurCUM'un inmesi gerek, haber vermesi gerek... Zerrincim de ben de telaşlanmaya başlıyoruz... Ziza'yı arıyoruz, o da merakta... Biraz vakit geçiyor, sonunda çıkıyor ortaya ama valizi kaybolmuş :))) olsun diyoruz, kendisi sağ salim gelsin de valiz kaybolsa da olur...
mission impossible etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mission impossible etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
5 Nisan 2009 Pazar
Mission impossible!
Detaylıca yazabilmek adına erteledikçe, bu postun yazılma zamanının ulaşılmaza doğru ilerlediğini farkedip hızlıca özetlemeye karar vedim.
Efenim, o gece o parti gerçekleşti, hem de çoook güzel oldu. Üstüne bi de bol bol adını duyduğum ama bi türlü gitmediğim o ünlü Blow Up'a da gittik, az durduk ama en azından ne şekilde bişiymiş gördük, birer içki içtik, bi de bardak aldık çıktık. Dönüşte yollardan boş koliler toplaya toplaya eve vardık, biraz ortalığı toparlar gibi yapıp dooru yatağa attık kendimizi, horul horul uyuduk. Salı sabah 7'ydi sanırım ben kalktığımda, OnurCUM'u uyandırdığımda 9, dolaptaki izleri temizlemeye yemek molası verdiğimizde 16, çalışan sevgülüm üstüme düştüğünde 17, sıkıtıdan yün kilotlu çorapla ip atlamaya çalıştığında ve ben gülmekten altıma yapmak üzere kolarak tuvalete gittiğimde 18, Ruxy ve Elena gelip sevgili yazıcımı aldıklarında 20, kolisiz kalıp büyük torbaları doldurmaya başladığımızda 21, imkanı yok yetişemeyeceğiz çığlıkları atarken 22, odamın anahtarını Mark'a verip son bir öpücükle onu terkederken ve önündeki çöplerin büyük kısmını boşaltamamış halde yurttan ayrılırken de 22:20 idi... Ruxy ve Elena bizimle şehir merkezine kadar geldiler valizleri taşımamıza yardım ederek, ayrılırken birkaç damla süzüldü Elena'dan da benden de... Zaten önceki gece Elena'nın ağlamaktan şişmiş gözlerini, Ziyad'ın o buruk hallerini ve Mark'ın durgunluğunu hatırlamak bile istemiyorum... Beni öyle çok seven insanlar neden sevgilerini göstermezler hiç anlamam, büyük maharet sanki sevgiyi içinde saklamak. Hani herkese gösterilmez de, benim gibi sevgisini neredeyse insanın gözüne soka soka gösteren bi cadıdan da saklanmaz ki yahu. Neyse... Herşey bi yana, koridorda bıraktığım resmen dağ gibi çöp yığınları için Erik'in arkamdan çok küfrettiğine eminim. Keza sonradan gönderdiğim özür mesajıma cevap bile yazmadı :/
Neyse efenim, vardık havaalanına... İlk planımız birer valiz, birer el bagajı idi ama sonra baktık ki üçer valiz ve birer el bagajımız olmuş, ve tabii ki kilo sınırı bizim çoook altımızda kalmış. Kolilere doldurup odamda bıraktığım birçok şey umrumda değil ama kızlar banyosuna koyduğum en az 4 tane daha hiç açılmamış nivea şampuanlarım hala aklımda. Neyse, o kadar çok bagaj olunca, en hafif iki tanesini verdim check-in'de, el bagajlarımızı tartacağı tuttu gıcık kadının, 8 kg'lık el bagajı limitini 22kg'a çıkarmadıkları için orda da afalladık, üstelik bi de ben fazladan 5kg için cebimdeki son parayla 40€'luk ödeme yapmak zorunda kaldım... Off, tam bi kabus! İki valizi, İstanbul'a gidecek birilerine verdim, OnurCUM'a da bi tanesini verdi check-in'de, geriye kaldı en ağır bi valiz, ki içindeki bolca kitap olduğu için ağırdı ve tabii ki o kitaplar burada bana lazım olacaklardı... Yine de havaalanında o saatte bir emanetçi veya o kilitli dolaplardan bulamayınca, bizi yolcu etmeye gelen kimse ile geri gönderme durumumuz da olmayınca ve parası neyse öderiz kardeşim diyip uçağa da veremeyince, kaldık mı elimizde fazladan bir valizle? Aklıma yatan en iyi fikir, valizi kaybetmekti. Yani kaybetmiş gibi yapıp bi yerde bırakıp gitmek... Elbet bir kayıp eşya odası falan vardır havaalanında, sonunda temizlikçiler bulup onu oraya götürürdü heralde? Yok bunu da yapamadık, sonunda annemle yaptığım seksenbininci telefon konuşmasının ardından, "yahu birilerini yolcu etmeye gelmiş kimse de yok mu, bari onlar alıp evlerine götürseler" nidalarıyla kapadım telefonu.. Sinirden ateşi başıma vurmuş yüzüm, muhtemelen kıpkırmızı yanaklarım ve darmadağın saçlarımla ne kadar acınası bi hal oluşturdumsa artık, teyzenin biri "benim kızım geldi beni yolcu etmeye, nooldu bakiim sana?" dedi; anlatmaya başladım valizlerden birer birer nasıl kurtulduğumuzu ve sonunda elimizde kalan bir valizi ve cebimizde kalmayan beş kuruşumuzu...tutamadım o sırada sinirden damlayama başladı gözyaşlarım, teyze iyice acıdı halime "tamam kızım sıkma canını, sen de benim bi kızım sayılırsın zaten, bekle burda hele" dedi, gitti, kızını ve damadını aldı geldi... Adresler verildi telefon numaraları alındı, valizimi verdim, koşa koşa boarding'e gittik derken, x-ışın cihazından geçerken farkettik ki Asuman(benim notebook)um yok!!!! Ben eşyaların başında beklerken OnurCUM koşa koşa gitti Asuman'ı buldu geldi, tamam artık herşey yolunda derken, ordaki adamlar fotoğraf makinesinin tripoduna taktılar kafayı; bunun uçak içine sokulabileceğine dair onay almamışsınız diyip bizi yeniden check-in'e göndermeye çalıştılar ama neyse ki check-in'imiz kapalıydı ki bi daha oralara gitmekten kurtulduk, adam seksen saat inceledi tripodu, sonunda benim de henüz ağlamış ıslak gözlerimden ve OnurCUM'un "yeter artık, acıyın bize nooolur" bakışlarından da kısmen etkilenerek, "iyi madem, geçin hadi" dedi... Bu sefer gerçekten sorunlar bitti, koşa koşa uçağa yetişelim dedik amaaaa, daha pasaport kontrolünden geçmemiş olduğumuzu fark ettik! Orda oyalanırken kesin uçağı kaçırıcaz diye feryat figan ettim ki sıradakiler sıralarını verdiler bize, sonradan farkettik ki bizim uçağımız zaten 1 saat rötar yapmış :) Huzurla yeniden sıramıza geçtik, pasaport kontrolden geçtik, bekleme salonuna gittik, ve uslu uslu oturduk yerimize. O anda aklıma geldi, ben trcell hattımın takılı olduğu telefonu kapatmadan koymuştum çantama, ama nereye? Uçağa binmeden önce bulmak gerek ki, başımıza iş açılmasın. Kendi kendime telefon ettim ama "yanlış veya eksik bir numara çevirdiniz" diyip durdu trcell'li kadın, çantayı alt üst ettik ama bulamadık... Uçağa bindik, uyuduk, uyandık, indik... Ama Tr'ye varmış olmak, maceranın sonu demek değildi henüz!
Efenim, o gece o parti gerçekleşti, hem de çoook güzel oldu. Üstüne bi de bol bol adını duyduğum ama bi türlü gitmediğim o ünlü Blow Up'a da gittik, az durduk ama en azından ne şekilde bişiymiş gördük, birer içki içtik, bi de bardak aldık çıktık. Dönüşte yollardan boş koliler toplaya toplaya eve vardık, biraz ortalığı toparlar gibi yapıp dooru yatağa attık kendimizi, horul horul uyuduk. Salı sabah 7'ydi sanırım ben kalktığımda, OnurCUM'u uyandırdığımda 9, dolaptaki izleri temizlemeye yemek molası verdiğimizde 16, çalışan sevgülüm üstüme düştüğünde 17, sıkıtıdan yün kilotlu çorapla ip atlamaya çalıştığında ve ben gülmekten altıma yapmak üzere kolarak tuvalete gittiğimde 18, Ruxy ve Elena gelip sevgili yazıcımı aldıklarında 20, kolisiz kalıp büyük torbaları doldurmaya başladığımızda 21, imkanı yok yetişemeyeceğiz çığlıkları atarken 22, odamın anahtarını Mark'a verip son bir öpücükle onu terkederken ve önündeki çöplerin büyük kısmını boşaltamamış halde yurttan ayrılırken de 22:20 idi... Ruxy ve Elena bizimle şehir merkezine kadar geldiler valizleri taşımamıza yardım ederek, ayrılırken birkaç damla süzüldü Elena'dan da benden de... Zaten önceki gece Elena'nın ağlamaktan şişmiş gözlerini, Ziyad'ın o buruk hallerini ve Mark'ın durgunluğunu hatırlamak bile istemiyorum... Beni öyle çok seven insanlar neden sevgilerini göstermezler hiç anlamam, büyük maharet sanki sevgiyi içinde saklamak. Hani herkese gösterilmez de, benim gibi sevgisini neredeyse insanın gözüne soka soka gösteren bi cadıdan da saklanmaz ki yahu. Neyse... Herşey bi yana, koridorda bıraktığım resmen dağ gibi çöp yığınları için Erik'in arkamdan çok küfrettiğine eminim. Keza sonradan gönderdiğim özür mesajıma cevap bile yazmadı :/
Neyse efenim, vardık havaalanına... İlk planımız birer valiz, birer el bagajı idi ama sonra baktık ki üçer valiz ve birer el bagajımız olmuş, ve tabii ki kilo sınırı bizim çoook altımızda kalmış. Kolilere doldurup odamda bıraktığım birçok şey umrumda değil ama kızlar banyosuna koyduğum en az 4 tane daha hiç açılmamış nivea şampuanlarım hala aklımda. Neyse, o kadar çok bagaj olunca, en hafif iki tanesini verdim check-in'de, el bagajlarımızı tartacağı tuttu gıcık kadının, 8 kg'lık el bagajı limitini 22kg'a çıkarmadıkları için orda da afalladık, üstelik bi de ben fazladan 5kg için cebimdeki son parayla 40€'luk ödeme yapmak zorunda kaldım... Off, tam bi kabus! İki valizi, İstanbul'a gidecek birilerine verdim, OnurCUM'a da bi tanesini verdi check-in'de, geriye kaldı en ağır bi valiz, ki içindeki bolca kitap olduğu için ağırdı ve tabii ki o kitaplar burada bana lazım olacaklardı... Yine de havaalanında o saatte bir emanetçi veya o kilitli dolaplardan bulamayınca, bizi yolcu etmeye gelen kimse ile geri gönderme durumumuz da olmayınca ve parası neyse öderiz kardeşim diyip uçağa da veremeyince, kaldık mı elimizde fazladan bir valizle? Aklıma yatan en iyi fikir, valizi kaybetmekti. Yani kaybetmiş gibi yapıp bi yerde bırakıp gitmek... Elbet bir kayıp eşya odası falan vardır havaalanında, sonunda temizlikçiler bulup onu oraya götürürdü heralde? Yok bunu da yapamadık, sonunda annemle yaptığım seksenbininci telefon konuşmasının ardından, "yahu birilerini yolcu etmeye gelmiş kimse de yok mu, bari onlar alıp evlerine götürseler" nidalarıyla kapadım telefonu.. Sinirden ateşi başıma vurmuş yüzüm, muhtemelen kıpkırmızı yanaklarım ve darmadağın saçlarımla ne kadar acınası bi hal oluşturdumsa artık, teyzenin biri "benim kızım geldi beni yolcu etmeye, nooldu bakiim sana?" dedi; anlatmaya başladım valizlerden birer birer nasıl kurtulduğumuzu ve sonunda elimizde kalan bir valizi ve cebimizde kalmayan beş kuruşumuzu...tutamadım o sırada sinirden damlayama başladı gözyaşlarım, teyze iyice acıdı halime "tamam kızım sıkma canını, sen de benim bi kızım sayılırsın zaten, bekle burda hele" dedi, gitti, kızını ve damadını aldı geldi... Adresler verildi telefon numaraları alındı, valizimi verdim, koşa koşa boarding'e gittik derken, x-ışın cihazından geçerken farkettik ki Asuman(benim notebook)um yok!!!! Ben eşyaların başında beklerken OnurCUM koşa koşa gitti Asuman'ı buldu geldi, tamam artık herşey yolunda derken, ordaki adamlar fotoğraf makinesinin tripoduna taktılar kafayı; bunun uçak içine sokulabileceğine dair onay almamışsınız diyip bizi yeniden check-in'e göndermeye çalıştılar ama neyse ki check-in'imiz kapalıydı ki bi daha oralara gitmekten kurtulduk, adam seksen saat inceledi tripodu, sonunda benim de henüz ağlamış ıslak gözlerimden ve OnurCUM'un "yeter artık, acıyın bize nooolur" bakışlarından da kısmen etkilenerek, "iyi madem, geçin hadi" dedi... Bu sefer gerçekten sorunlar bitti, koşa koşa uçağa yetişelim dedik amaaaa, daha pasaport kontrolünden geçmemiş olduğumuzu fark ettik! Orda oyalanırken kesin uçağı kaçırıcaz diye feryat figan ettim ki sıradakiler sıralarını verdiler bize, sonradan farkettik ki bizim uçağımız zaten 1 saat rötar yapmış :) Huzurla yeniden sıramıza geçtik, pasaport kontrolden geçtik, bekleme salonuna gittik, ve uslu uslu oturduk yerimize. O anda aklıma geldi, ben trcell hattımın takılı olduğu telefonu kapatmadan koymuştum çantama, ama nereye? Uçağa binmeden önce bulmak gerek ki, başımıza iş açılmasın. Kendi kendime telefon ettim ama "yanlış veya eksik bir numara çevirdiniz" diyip durdu trcell'li kadın, çantayı alt üst ettik ama bulamadık... Uçağa bindik, uyuduk, uyandık, indik... Ama Tr'ye varmış olmak, maceranın sonu demek değildi henüz!
Labels:
mission impossible,
şimdi haberler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)