16 Şubat 2010 Salı

eskilerden

17 yaşındaki cadıdan satırlar buldum az önce. Şimdi olsa yazmazdım sanırım böyle bişiyi ama bakınca, o halimi sevdim bi şekilde...





“Olayı yaşamak gerek anlamak için.”
                                                       Deniz GEZMİŞ

nasıl anlarsın evsiz kalmayı lanet olası bir ağustos`da gün ağarırken; nasıl sığdıramazsın içine, anneni kaybetmeyi, değil sevgisini, son bakışını, cesedini bile bulamamayı...

nasıl anlarsın, hapiste yaşanabilecekleri girmeden içeri; nasıl gökyüzüne hasret kalır, nasıl özlersin gülün açışını seyretmeyi...

nasıl istersin iyileşip doğayla birlikte olmayı hasta değilsen,; nasıl dileyebilirsin gökkuşağını görmeyi ruyanda kör değilsen...

nasıl anlarsın gözünü kapılardan ayırmamayı, beklemeyi, yürekten sevdiğin, bağlandığın, bakışına, gülüşüne, dokunuşuna, sevgisine, kızışına hasret kaldığın, hiç göremediğin 2 yıl, aslında 2 asır, biri yoksa, nasıl özlersin sana uzanan o eli, o ele hiç dokunmamışsan...

nasıl istersin sevgiyi, yıllardır tadına hiç doyamadan yaşadığın bir sevgi elinden alınmadan, nasıl özlersin sevdiğini, yapayalnız kalmadan insanlar içinde...

nasıl anlaşılır bomba sesleriyle uyanan bir çocuk yüreğin korkusu, nasıl bilnebilir ki sığınakların o sonsuz çığlığı...

nasıl anlarsın senelerin az geldiğini daha bitirilmemiş işlerin yoksa, nasıl anlarsın günler hiç deveran etmesin diyenleri kavgan hiç yarım kalmamışken bir tan ağartısında...

nasıl anlarsın kefensiz ölün yoksa mezarının gök olup güneşe gömüldüğünü, nasıl hissedersin boş bir tabuta bakmanın sızısını içinde...

nasıl anlarsın ölümü istemeyi, bilmiyorsan ki fikilerin ancak ölünce önem kazanır, nasıl bırakabilirsin ardında bunca güzelliği Tanrı’ya gitme avuntusuyla  dirilsin diye gerçekler...

nasıl anlatılır gerçek olması gerekenler gören körlere...?

nasıl anlarsın erken saatte uykudan uyananları günlerin kaçmıyor, geleceği kesin görüyorsan önünde, nasıl, uyanırsın erkenden, uyarman gerekenler olduğunu bilmiyorsan...

nasıl anlarsın bir yaprak kağıdın önüne gelişinin kıymetini, yazacakların sığmıyorsa kitaplara, nasıl...

nasıl anlaşılır yaşanmayan...?
nasıl anlatılır...?

28/06/2000

15 Şubat 2010 Pazartesi

Bugün bir kez daha bunu hatırladım:

Ben 
aptalca sorular soran bir 
APTAL'ım!

Bilmeyen kalmasın diye bir de burdan yazayım dedim!

10 Şubat 2010 Çarşamba

Tedirgin

Görünmezlik değil görmezlik pelerinim olsun, canımı sıkan her kim olursa unutayım pelerinim sırtımda oldukça...


Ne olur sanki insanlar beni üzecek şeyler yapmasa?
Ya da ben biraz daha akıllansam da her şeye kırılıp üzülmesem, herşeyi huzuruma tehdit olarak algılamasam? Tehdit değilken bile o şekilde algıladığım için canım sıkılıyor saçma sapan şeylere. Çok anlamsız bir rüya görüyorum iki gecedir. Nedenini düşündükçe kafam karışıyor. Düşünme düğmesi olmalı bir yerlerde, daha fazla düşünmemeliyim bunu, dediğimde basabileceğim bir düğme.

Garip bir güvensizlik, bir emin olamama hali var ki dıştan bakınca deliği görünmeyen ama içi kurt dolu, kırmızı kabuklu, beyaz etli, tatlı elma gibi hissediyorum kendimi. Böyle diyince de aklıma zakkum geldi yine. Dışardan bakınca güzelliğine imrenilen ama içi zehir dolu...sevdiğini içine alınca onu zehiryle öldüreceğini bilen ve bununla yaşamak zorunda olan zakkum... Ya da yine Ece'nin geçenlerde dediği gibi, manolya belki de... Kalın, etli, güzel ve sağlam görünüşünün arkasında bir dokunuşla çürüyecek bir incelik, gereksiz bir narinlik... Evet sanırım en doğrusu bu oldu. Son günlerde gereksiz bir narinlik var bende. Hem o kadar gereksiz hem de o kadar yabancı bir narinlik ki, üzerimde çok iğreti duruyor...

Hala yazılmayı bekleyen İsrail'de son 2 gün ve birkaç kitap analizi var. Sonra pişmaniye nasıl yapılır ve süper spesyalim şeftalili tavuk tarifi...

Kayseri'de günler fazla etkileşimli geçiyor, kendimle başbaşa kalıp dingin yazılar yazamayacak kadar kalabalık kafamın içi. O yüzden Bonn'dayken yazdığım ve şimdi okuyup da "vay be ne güzel yazmışım" dediğim türden yazılardan pek uzağım son günlerde.

Hayata rağmen, bugün kendimi çok değerli hissettiğim anlar yaşadım benim için özel olan insanlarla. Dışardan bakana hiç de özel gelmeyen şeyler ama kendimi gerçekten de özel ve önemli hissettirdi. Çok kısa süreli ve belki de çok gereksiz önceliklere maruz kaldığımda, isteklerim zamanlama açısından belki yanlış ve muhtemelen gereksiz olmasına rağmen "hayır" cevabı almamış olmak beni çok etkiliyor. Anlatmayı beceremediğimin farkındayım ya...

Bitirmem gereken bir tercüme var bu gece. Sonrasında belki biraz Angels&Demons belki yarım kalmış bir film, belki biraz şiir... Oruç Aruoba okumayı özlemişim, dün gece farkettim. Ve Ankara'dan gelirken yanımda getirmeyi unutmuşum Tutunamayanlar'ımı.

9 Şubat 2010 Salı

İlk aşktan kalma manolya ve yasemin tütsülerine, eskilerde kalan bir başka sevgiden hediye tınılar eşlik ediyor: Göksel Baktagir'in Doğu Rüzgârı...


Bir fincan papatya çayı, duvardaki kelebekler, huzur...

Ece ......

Bir tane hayatımız var. 
Onu da kahramanca yaşamayacaksak ne işimize yarar?
Korkarak mı yaşayacağız? 
Seçimim, kaybedecek şeyim yokmuş gibi yaşamak. 
Kaybedecek bir şeyim de yok gerçekten. 
Geldim, gideceğim...