israil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
israil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Yükümüz yardım ama rotamız kimin rotası?

Önce Ankara günlüklerini sonra da teknemin altüst oluşunu yazacaktım güya sakince, araya bir de yeni gelen mim'i ve eksik kalan son iki İsrail günlüğünü sıkıştıracaktım. Dayanmak ne mümkün!


İsrail'li arkadaşım: "All the people I met from Turkey were very nice and reasonable, how did Erdoğan get elected???"* diyor. "All people I met from Isreal are very nice and reasonable, what's happenining in Palastine?"** diyorum ama belli ki demek istediğim açık değil, cevabı şu oluyor: "Well apparently the so called "human rights activists" fired on the soldiers when they boarded the boats even though the Israeli navy asked nicely to let them be boarded peacefully. The soldiers then had no option but to fire back in order to save their lives."*** Konuyu başka yere çekip, doğal olarak kendi basınından duyduklarını bana iletiyor ancak asıl vurgulamak istediğim şeyi daha iyi açıkladığımda "That's not the point... What I want to stress is; the politics is not always quite fitting with the people. I personally HATE Erdogan and I'm sure you are not one of the supporters to kill innocent people in Palastine. But these are the realities of the life..."**** o da yola geliyor biraz olsun: "It worries me that extremists throughout the world (unfortunately also in Israel) are gaining power"***** diyerek. Bıraksak "salak Türkler" diye düşünmeye devam edecek, belki de sonrasında Türkiye karşıtlarına bir kişi daha eklenecek.

Yardım meselesi, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın mantığıyla, bizim işimiz değildi demiyorum ama "insani yardım vakfı"nın RTE ve tebasının güdümünde bir oluşum olduğu da bir gerçek. Yardımlara destek verenlerin arasından kimse mi demedi bu şekilde gitmeyin kardeşim öleceksiniz diye? Başka hiçbir yol yok muydu? Uluslararası bir konsensus veya İsrail ile bir şekilde işbirliği? İsrail de kollarını açmış beklemiyor tabii işbirliği için. İlla ki yardım edecek, illa ki dikkatleri buraya çekeceksek o zaman uzun yoldan dolanıp diğer taraftan, ne bileyim helikopterlerle yardım kumanyaları vb. atılamaz mıydı yani? Bilmiyorum tabii ki bunların ne denli gerçekleştirilebilir şeyler olduğunu ama sanki RTE göz göre göre gemilerce insanı kendi yükselişine yem etti gibime geliyor, üstelik de elini hiç kana bulamadan, taşın altına koymadan.

Ha diğer taraftan da adamın biri (ki adam demeye kaç şahit toplasalar bence yetmez); "Arap şeyhleri sikini kaşıyarak 14lük kızları siksin, halkını sömürsün,sen kalk Ankara'dan arapların haklarını savun, savaşa gir. SALAK!" diyor. Dellenmemek mümkün değil! Şaka gibi insanlar... Tepemize bindiklerinde birgün, yardım için "hani insanlık" diye ciyaklarken bunu yazan kimse, o zaman BELKİ anlar mı acaba meselenin sik olmadığını? Zannetmiyorum...

İnsanlığın içinde bulunduğu hal, korkutuyor beni...

Diğer taraftan bir de savaş çıksa da İsrail'e gününü göstersek diyenler var. Gerçekten İsrail'i haklayabilir miyiz bilmiyorum bu ayrı bir mesele ama bunu diyenlerin akademik dünyadan kimseler olması sinirlendiriyor beni. İnsanlar topluma nasıl bir borç içinde olduklarının farkında değiller demek bu. Ailenin, devletinin, ülkenin, kısaca içinde yaşadığın toplumun senin üzerindeki emekleri gidip bir savaşta vurulasın diye değil. Bu, savaşta ölmek hafif bişiy olduğundan değil, senin beyin gücünün bilek gücünden daha üstün olduğundan, bu ülkeye silahlarla savaşmaktan daha fazla şeyi bilim yaparak katabileceğinden. Bilimin gücünü bilimin içindekiler azımsarsa ne gelir elden? Bilimadamı gidip cephede ölmeyi kalıp bilim yapmaktan daha kutsal sayarsa kime ne anlatılabilir ki?

Son dakika notu:
İsrail'li arkadaşıma İsrail'li bir arkadaşı tarafından yapılan yorum: "In your description of what happened on the boat you forgot to mention the fact that the soldiers where armed with flowers instead of guns.."****** benim uzalaşmacı tavrımı korumak adına diyemediklerimi İsrail'li birisinin söylemesi...




Tercümelerde orjinal anlamı koruyamayacağım endişesi ile metinleri oldukları gibi alıntıladım ama yine de bence en uygun çeviriler şu şekilde:
* Türkiye'den tanıştığım insanların hepsi de iyi ve mantıklı insanlardı, nasıl olmuş da Erdoğan'ı seçmişler?
** İsrail'den tanıştığım insanların hepsi de iyi ve mantıklı insanlar, Filistin'de neler oluyor?
*** Görülen o ki "insan hakları eylemcileri", İsrail ordusu barışçıl bir şekilde gemiye binmek için kibarca izin istemesine rağmen, gemiye binen askerlere ateş açmışlar. Böyle olunca askerlerin de kendi hayatlarını korumak için geri ateş açmaktan başka seçenekleri kalmamış.
**** Olay bu değil. Vurgulamak istediğim, politika ile insanların her zaman uyum içinde olmadığı. Ben kişisel olarak Erdoğandan NEFRET ediyorum ve eminim ki sen de Filistin'de masum insanların öldürülmesini destekleyenlerden biri değilsin. Ne var ki bunlar hayatın gerçekleri.
***** Beni endişelendiren tüm dünyada (ne yazık ki İsrail'de de) aşırılık yanlılarının güç kazanmakta olması.
****** Gemide ne olduğunu anlatırken askerlerin silah yerine çiçek kuşanmış olduklarını belirtmeyi unutmuşsun.

13 Ocak 2010 Çarşamba

İsrail Günlüğü - 9. Gün

Sadece sabah kahvaltısına yetişememekle kalmadık, koşa koşa gittiğimiz öğleden önce oturumundan da ilk dersin ardından çıkmak zorunda kaldık. Son 4 gündür her sabah bir şekilde midemi bozuyorum. Bu sabahki sancılar dayanılmaz olunca sınıfta duracak hal bulamadım kendimde, otele doğru yola koyulduk ama hala postaya vermediğimiz kartpostallar gelince aklımıza, istikamet otel değil de postane oldu. Postanede işimiz bittiğinde artık otele gitmek için çok geç olmuştu. Zaten 4-5 dakika içinde de ders bitti, herkes otobüse geldi. Yine rehberimiz Dany eşliğinde yola koyulduk.

Öğle yemeğinin ardından ilk durak Zeytin Dağı oldu. David'in şehrine, Sultan Süleyman'ın yaptırdığı surlara bakan bir gözetleme noktasında biraz bilgilendikten sonra Zeytin Dağı'nda yürüyerek "Basilica of the Agony" e gittik. İsa'nın buradaki hikayesinden sonra duyduğum her şey beni biraz daha etkiledi. Ve sözün doğrusu çok acıdım adama.


Zaman zaman, "sıkı palavra atmış adam, millet de yememiş bunun palavralarını bağlamışlar kazığa" diye aklıma gelmiyor değildi ama dinledikçe, okudukça, gezip gördükçe hem inandım hem de üzüldüm. Son yemeği (meşhur Leonardo tablosunu bilmeyen yoktur sanırım) yediği Zeytindağı'nda İsa, Allah'a dua etmek üzere bazilikaya gidiyor.  Bunun hikayesi Matthew'da şöyle alatılıyor:

26:36 Sonra İsa öğrencileriyle birlikte Getsemani denen yere geldi. Öğrencilerine, ‹‹Ben şuraya gidip dua edeceğim, siz burada oturun›› dedi.
26:37
 Petrus ile Zebedinin iki oğlunu yanına aldı. Kederlenmeye, ağır bir sıkıntı duymaya başlamıştı.
26:38 Onlara, ‹‹Ölesiye kederliyim›› dedi. ‹‹Burada kalın, benimle birlikte uyanık durun.››
26:39 Biraz ilerledi, yüzüstü yere kapanıp dua etmeye başladı. ‹‹Baba›› dedi, ‹‹Mümkünse bu kâse benden uzaklaştırılsın. Yine de benim değil, senin istediğin olsun.››
26:40 Öğrencilerin yanına döndüğünde onları uyumuş buldu. Petrusa, ‹‹Demek ki benimle birlikte bir saat uyanık kalamadınız!›› dedi.
26:41 ‹‹Uyanık durup dua edin ki, ayartılmayasınız. Ruh isteklidir, ama beden güçsüzdür.››
26:42 İsa ikinci kez uzaklaşıp dua etti. ‹‹Baba›› dedi, ‹‹Eğer ben içmeden bu kâsenin uzaklaştırılması mümkün değilse, senin istediğin olsun.››
26:43 Geri geldiğinde öğrencilerini yine uyumuş buldu. Onların göz kapaklarına ağırlık çökmüştü.
26:44 Onları bırakıp tekrar uzaklaştı, yine aynı sözlerle üçüncü kez dua etti.
26:45 Sonra öğrencilerin yanına dönerek, ‹‹Hâlâ uyuyor, dinleniyor musunuz?›› dedi. ‹‹İşte saat yaklaştı, İnsanoğlu günahkârların eline veriliyor.
26:46 Kalkın, gidelim. İşte bana ihanet eden geldi!››


Bundan sonra da İsa çarmıha gerilmek üzere yakalanıyor. Bunları bazilikanın içinde okuyoruz... Tahminimden çok daha fazla etkileniyorum doğrusu. Sonrasında yahudi mezarlıklarının yanından geçerek Meryam Ana'nın doğdu evin önüne gidiyoruz, ordan da eski şehirin içine. Eski şehir zaten tek başına da insanı büyülemeye yetiyor... Tabii ki aklımda tutabileceğimden fazla detay anlatıldı. Benim aklımda kalanların çoğu ise yine İsa ile ilgili şeylerdi. Adamı sırtına tahtalarla Golgotha dedikleri, o zamanlar şehrin dışında bir tepe olan yere yürütmüşler. İsa sırtında çarmıhla ilerlerken toplam 14 yerde duraksamış yorulunca. Buralara ya birer mini kilise ya da minik anıt gibi şeyler dikilmiş. Golgotha'ya vardığında İsa'yı sırtında taşıdığı çarmıha çivilemişler. Rehberin dediğine göre İsa çarmıh üzerinde öldüğünde günlerden Cuma'ymış, yani shabbat. Bu günde ölü gömülemeyeceği için Cumartesi akşamına kadar onu bir taşa yatırmışlar. Fakat hikayenin bu ne kadar doğru bilmiyorum. İsa'nın bedeninin çarmıhtan sökülüp gömülmek üzere üstünde beklediği bu taş günümüzde Hıristiyan hacıları için önemli şeylerden biri. Biz gittiğimizde de birçok kişi, elini, boynundaki hacı, kendisi için önemli bir cismi veya bir peçeteyi bu taşa sürerek bir şekilde kutsuyorlardı. Orada haç satan bir yer bulsam Elena ve Ruxy için birer haç alıp sürecektim ama yoktu, ben de bi tane mendil sürdüm, bakalım gönderdiğimde sevecekler mi...


Neyse İsa hikayesinin detayları çok.. Burdan sonra sıra ağlama duvarına geldi. Bunun da hikayesi en az İsa'nınki kadar var ama kısaca anlatacak olursam; yahudilerin ilk tapınakları buradaymış ama yıkılmış, sonra bi daha yapmış ama o da yıkılmış, sonunda da geriye bu batı duvarı kalmış. Adamlar zaten tarihlerini birinci tapınak dönemi, ikinici tapınak dönemi olarak anlatıyorlar. Şimdi bu ağlamaları da ikinci tapınağaymış. En koyu yahudiler duvarın en sol dibinde yer alıyorlar; kadınlar ve erkekler farklı bölmelerdeler, kadınların bölmesi en sağda. İşin doğrusu ben de duvara gitmeyi istedim ama kadınlar bölmesine girmeye cesaret edemedim. Dileğini minik kağıt parçasına yazıp duvarın taşları arasına sıkıştırabiliyormuşsun, ben de yazıp sevdiceğe verdim, o da oraya bi yere koydu.

Ve... Kudüs'e gidip de göremediğimiz neresi kaldı? Tabii ki Mescid-i Aksa! Tüm grupta sadece 3 kişi müslüman olunca, Mescid-i Aksa'yı gari müslümlere açtıkları zaman da sabah kısıtlı bir vakit olunca ve rehberimiz de yahudiler dışındakilere pek sempati duymayınca El Aksa'ya gidemedik işte. Gezi bitip de tur otobüsü herkesi otele götüreceği zaman bi deneyelim diyip gruptan ayrıldık ama yine de beceremedik oralara gitmeyi.

İsrail Günlüğü - 8. Gün



İlk defa bir Pazar gününü gerçekten Pazartesi olarak yaşadık. Dünden kalma tüm yorgunluğumuza rağmen sabah erkenden kalkıp kahvaltıya indik. Ne var ki ayakkabıları giymek tam anlamıyla bir işkence oldu benim için. Kahvaltıdan sonra odaya çıkar çıkmaz yaptığım ilk iş ayakkabılarımı çıkarıp zavallı parmağım hala yerinde mi diye bakmak olsa da ikinci iş ayakkabıları yeniden giymek oldu çünkü okula geç kalıyorduk. Her sabah yürüdüğümüz o 7 dakikalık yol bitmek bilmedi bu sabah. Ayaklarımı bu kadar acıtan yaranın küçüklüğü ise sinir bozucu gerçekten. Neyse de sevdiceğin de dediği gibi zamanla acıdan uyuştu parmağım...

Bunca günden sonra sonunda posterlerimizi de astık bugün. Biraz geç oldu ama astık ya buna da şükür.

Günün akşamına öğrencileri kaynaştırmak üzere bir toplantı düzeledi İsrail'li arkadaşlarımızdan birisi, topluca oraya gittik yürüyerek. Bu defa da bir Türk bakkal çktı karşımıza. Türk fırıncı gibi eli açık birisi olmasa da en azından bir kaç cümle sohbet ettik kendisiyle.

Partiye renk veren, İsrail'li arkadaşımızın birbirimizi daha iyi tanıyalım diye hazırladığı sorulardı. Gece boyu en hoşuma giden şey Philip ve bu akşam tanıştığım kız arkadaşı Miriam ile sohbet etmemin yanı sıra artık önüme bira menüsü geldiğinde orada yazan isimlerin bana birşey ifade ediyor oluşuydu. :) Almanya'da geçen iki senem pek de asosyal geçmemiş sanırım :)) Aynı şeyin bir gün şaraplar için de geçerli olacağını umuyor, o gün geldiğinde hem saçlarımdaki akların hem de hoş hatıraların daha fazla olacağını tahmin edebiliyorum...

Gece devam ederken, dünden kalma yorgunluğumuz ve yarının yoruculuğunu hesaba katarak erkenden kalkıyoruz biz. Geldiğimizden beri bir türlü fırsatını bulup da göremediğimiz şehir merkezinde biraz dolaşıyoruz. Dükkanların çoğu kapalı ama en azından karnımızı doyurabileceğimiz, İsrail'in en az shawarma kadar geleneksel yemeği olan falafel'i tadabileceğimiz bir yer buluyoruz, üstelik fiyatlar da çok makul! Karnımızı doyurduktan sonra uyku perilerine daha fazla karşı koyamayarak doooğru otele gidip horul horul uyuyoruz.

İsrail Günlüğü - 7. Gün

Bugün Cumartesi olmasına rağmen Masada-Ein Gedi-Lut Gölü gezisi için sabahın köründe kalktık. Bizim için Cumartesi ama İsrailli'ler için Pazar gibi.



Erkenden ve hızlıca yaptığımız kahvaltının ardından otobüse doluştuk 45 kişi. Rehberimiz Dany'nin anlattığı şeyleri elimizden geldiğince fotoğraflamaya ve fırsat buldukça da fotoğrafların üzerine ses kaydı olarak kaydetmeye çalıştık. Gezdiğimiz yerlerin detaylarını anlatabileceğimi pek sanmıyorum ama aklımda kaldığı kadar özetlemeye çalışayım.


- Masada  ibranice kale anlamına geliyormuş.
- Herod adında bir kral yaşamış Masada'da, ve bu kaleyi yaptırmış. Mimarlara göre, çok mükemmel olan bu kaleyi yaptırdığı için çok iyi bir mimar ama psikologlara göre ise tam bir paranoyak. Niye mi? Çünkü kalenin düşmanlara dönük yanı tam üç sıra sur ile çevrili. Kralın aklında "ya bu suru aşarlarsa?" sorusu her daim diri olduğundan, "bari bunu aşamasınlar" diye diye iki sur daha yaptırmış adam.
- Kalenin en büyük sorunu suyun getirilmesi meselesini, Kudüs civarında görece daha fazla yağış alan bölgelerden Masada'ya doğru akan kanallar yaptırarak çözmüş. Bu fikir günümüzde de büyük hayranlık uyandırıyor. (Ne var ki ben o kadar da etkilenmedim bu düşünceden. Pek de öyle "kırk yıl düşünsem aklıma gelmez" dediğim bir fikir değil. Benim de böyle bir derdim olsa, biraz düşünüp bulabileceğim bir düşünce.)
- Ne var ki kralın tüm tedbirine rağmen sonunda Romalılar kalenin kapısına dayanmış. Önce demir topuzlarla saldırmışlar fakat yahudiler bunu farkeder etmez kapılara ekledikleri tahtalarla esneklik verince ucu ateşli oklar kullanmış Romalılar. Kapıları yıkıp içeri girmeleri an meselesiyken Romalılar geri çekilmiş ve ertesi sabah geleceklerini bildirmişler bir şekilde.
- Romalıların tavrı garip ama bu duruma yahudilerin verdiği tepki daha da garip. "Romalılar gelip de kalemizi ele geçirince bizi ya öldürecekler ya da çocuklarımızla birlikte köle yapacaklar, karılarımızın ırzına geçecekler. Romalılara boyun eğerek, namusumuza leke sürdürerek yaşayacağımıza özgürlüğümüzle ölürüz daha iyi" demişler ve topluca ölüme karar vermişler. Tabii intihar dinlerinde yasak olduğu için buna da şöyle bir çözüm bulmuşlar: Her erkek kendi karısı ve çocuklarını öldürecek. Seçilen 10 erkek diğer erkekleri öldürecek. Seçilen son bir kişi de diğer erkekleri öldürdükten sonra kendini öldürecek. Böylece 960 kişi içinden sadece 1 kişi intihar etmiş olacak. Tabii rehberimiz Dany öykü böyle anlatmadı, çok daha güzel ve Yahudi Savaşı'nı yazmış olan Josephus'un da satırlarından alıntılarla anlattı. Şimdilerde Josephus'un Yahudi Savaşı'nı anlattığı kitabını arıyorum. Güzel bir baskı bulabileceğimden şüpheliyim ama en azından bir pdf kitap buldum şimdilik. Bi de anlamadığım bir nokta var; intihar suç da adam öldürmek suç değil mi, bu kısımda aklım biraz karıştı doğrusu.
- Ertesi sabah kaleye dalan Romalılar yerlerde cesetlerle karşılaşınca işin heycanı kaçtı diye mi nedendir bilinmez, aman istemeyiz biz bu kaleyi diyip çekip gitmişler. Kale de sonraları bilmemne kraliçesi bilmemkim tarafından keşfedilmiş.

Masada gezisinden hemen sonra Ein Gedi civarında dolaştık bir süre, ordan da Lut Gölü'ne gittik. Lut Gölü bir zamanlar denizlerle birleşikmiş ama sonradan ilişkisi kesilmiş. Rakımı deniz seviyesinden 422 metre aşağıda olan bu göl günümüzde de her yıl 1 metre yükseklikte su kaybedecek derecede buharlaşmaya maruz kalıyormuş. Buharlaşma nedeniyle Dünya'da ikinci en yoğun sıvıya (su demeye bin şahit gerek, jel gibi bişiy) sahip olan Lut Gölü, Tuz Gölü olarak da biliniyor. En büyük atraksiyonlarından birisi de içinde yüzmek yerine rahatlıkla gazete okumanıza olanak tanıması. Gözünüze sıçrayacak bir damla suyun hayatınızın 2-3 dakikasını cehenneme çevirmesi ise bu keyfin bedeli olsa gerek.

Biz akıllıları önceden haber verilmesine ve teyzemin tüm uyarılarına rağmen mayolarımızı Türkiye'de bıraktığımız/unuttuğumuz için Lut Gölü'ne gidince ve havanın güzelliğini de görünce tutuştuk tabii. Neyse ki bizim gibi gerzekleri yolmayı akıl edecek tüccarlar oraya güzel(!) bir dükkan açmışlar da mayo vs. satıyorlarmış. Olabilecek en hızlı şekilde mayolarımızı ve 400 şekeli geçsin de ülkeye dönerken Tax Fund alabilelim diye seçtiğimiz birkaç hatıra eşyasını satın alıp denize doğru yollandık. Denizin 1985'deki kıyısından şimdiki kıyısına yürümek yaklaşık 20 dk. sürdü; tahmin edin artık buharlaşma ne denli önemli. Kollarımız ayaklarımız havada pozlarımız verdikten, biraz yüzmeye çabalayıp başarısız olduktan ve biraz da suyun içinde oynadıktan sonra çıktık, duş aldık ve kalkmak üzere olan otobüsü yakalamak için hızlı hızlı yol aldık. Ne var ki Lut Gölü'nün tek özelliği aşırı tuzlu ve deniz seviyesinin altında olması değil aynı zamanda dibinin ve civarının aşırı keskin ve sert tuz kayalarıyla kaplı olması. Çıktığımda ayaklarım o kadar yara bere içindeydi ki otele gidene kadarki süre için bile ayakkabılarımı giyemedim. Neyse ki otobüs tam otelin kapısında bıraktı bizleri de fazla sorun olmadı ayakkabısızlık.

9 Ocak 2010 Cumartesi

İsrail Günlüğü - 6. Gün - Yeni yılın ilk günü

.

Bugün Cuma yani Shabbat. Öğlenden itibaren cumartesi akşamına kadar çoğu dükkan kapalı olacakmış. Akşam yemeklerini peynir ekmek ve salatalıkla geçirdiğimizden ve nevalemiz de epeyi azaldığından, dükkanların kapanması bizim için önemli bir sorun olabilir diye düşünüp öğleden önce alışverişe çıktık. Daha önce otobüs park yeri olduğuna kanaat getirdiğim yer meğer hem otobüs terminali hem de alışveriş merkezi imiş. Tembelliğimizden kaçırdığımız sabah kalvaltısından kalma açlığımıza koşer (bir tür helal) hamburger nasıl olur merakı eklenince karşımıza çıkan Mavi Express Mc Donalds'a uğramamak mümkün değildi. Tabii ki bir Happy Meal aldım ve böylece oyuncağım da olmuş oldu

Avrupa'daki "Euro Shop" Türkiye deki "milyoncu" dükkanlar benzeri bir dükkan da burda bulduk. Türkiye'dekilerden çok da farklı değil ama ürünlerin kalitesi pek de iyi olmadığından fazla bir şey alamadık.

Sonrasında da tüm tembelliğimizle kendimizi otel odasının uyuşukluğuna bıraktık.

6 Ocak 2010 Çarşamba

İsrail Günlüğü - 4. Gün



Aynı masayı paylaştığımız öğle yemeğinde Sunyaev sonunda beni hatırladı! Foça'daki kongredeki "registration desk girl" olarak :)

Akşam otel lobisinde toplaşıp otobüsle şehir merkezine gitmeye niyetlendik. Ne var ki tüm yapabildiğimiz otobüs duraklarına kadar yürüyüp, durağa vardığımızda yağmurdan sırıl sıklam olduğumuz için durakta otobüs bekleyemeyecek hale gelip taksilere binişmek oldu. Ara ara yağan yağmura aldırmadan eski şehrin içinde ilerledik. Kalbolduğumuza karar verip yol sorduğumuz dükkanlardan biri Türk çıkınca işte o zaman eğlence başladı. Fırıncı amcanın babasının babasının babası Türk'müş. Buradaki ilk Türk dükkan orasıymış. Kasanın üzerinde asılı Türk bayrağını göstererek bazı hikayeler anlattı bize fondaki "mavi mavi masmavi" eşliğinde. Hepimize minik kurabiyelerinden ikram etti, ama yetmemiş olacak ki bir de kahve ısmarlamak istedi. Az da değildik hani, 13 kişi. Kahve için vaktimiz olmadığını söylediğimizde her birimiz için kocaman susamlı kurabiyemsi şeylerden paket yaptı. Hepimizin yüzünde tatlı bir tebessüm ve bilmeyenlerde de Türk misafirperverliğinin şaşkınlığı vardı oradan ayrılırken.

Biz yürümeye devam ederken yollar artık ıssızlaşmıştı. İsa'nın sırtında çarmıhla gezindiğini bildiğimiz o yollarda, karanlık ve yağmurda yürümek... Ürkütücü olabiliyordu zaman zaman ama hem kalabalıktık hem de neşeli bir gruptuk.

Hava bir ara öyle soğudu ki sormadan edemedim:
WOS: Is it snowing?
Tüm sevimliliği ve tipik Hint aksanı ile bir arkadaş: No, it is just water. But it is cold!
Bundan sonra da ha bire "just water but it is cold" diyip durduk. Hint aksanı, sevimli bir karakter ile birleştiğinde gerçekten çok eğlenceli oluyor.

Eski şehire girdiğimizde artık hepimiz acıkmıştık. İlk karşımıza çıkan yiyecek dükkanında hepimiz de birer shawarma yedik. Shawarma dedikleri, bizim döneri hindi etinden yapıp yanına da türlü türlü sos koyup lafa(dürüm lavaş) veya pita(pide) ile servis edileni.

Eski şehire inip de Ağlama Duvarı'na uğramamak olmaz tabii ki. Her ne kadar pazartesi günü buraya biz gezi düzenlenecek olsa da bu mini keşiften de kendimizi alı koyamadık doğrusu.

Eski şehirin duvarları arasında yürürken akşamın başlangıcında bize katılmamış olan Fransız bir arkadaşa rastladık. Biraz zorlamayla da olsa onu da aldık aramıza ve öyle devam ettik ama yol boyu o kadar yalnız başına ve mutsuz yürüdü ki sonunda dayanamadım ve yolunu kestim. "Nedir?" dedim, "Nooluyoruz?" Miyersem kız arkadaşından ayrılmış. "Ayol" dedim "dert ettiğin şeye bak. Ex gitmişse demek ki sana next bulma vakti. Hem bak işte biz de bara gidiyoruz, yeni insanlar, yeni kaynaşmalar falan. Hem bak işte gayet uluslararası bir ortamdasın, tamam kız sayısı az olabilir ama yeni ufuklara yelken açmak lazım cicim!" Biraz garip baktıysa da önceleri, sonradan onun da yüzü güldü yavaş yavaş. Biz de bu sırada hedefe ulaşabildik sonunda. Mamilla Otel'in Mirror Bar'ında birer içki, az biraz dans ve gerisin geri otel yolları...

5 Ocak 2010 Salı

İsrail Günlüğü - 3. Gün


Saatin onikiyi geçmesi ile sevdicek doğumgünü hediyesini açtı. Taa ne zaman hazırladığım, bir süre Kayseri'de Noel Baba'nın ayakları altında duran ve sonra da tee buralara kadar gelen minik bir hediye...

Gündüz ise ilk dersten sonra yaka kartımı ve onunla birlikte yemek fişlerimi de otelde unuttuğumu farketmemin ardından otele döndük, güya yemek fişini alıp hemen dönecektik ama henüz tam geçmemiş grip ve tembelliğimiz birleşince yapabildiğimiz tek şey uyumak oldu.

Gündüz uyuyunca akşamında gözlerimiz açıldı fal taşı gibi mübarek ama bu defa da ne yapsak nereye gitsek bilemedik. En iyisi dedik, otelin lobisinde dolaşalım azıcık, gruptan birilerini görürsek de onlara takılırız. Ne var ki kimseyi göremedik ortalarda. Otelin barında birer martini içtik. Uzun zamandır tadına bakmak istediğimden mi yoksa yanımda sevdiceğimin oluşundan mı bilmem, ben sevdim epeyce. Bardaklar da martini bardağı olsa daha iyi olacaktı ama neyse :)

İsrail Günlüğü - 2. Gün



28.Aralık.2009 - İsrail'de 2. Gün
Kış okulunun ilk günü.

Dersler daha çok sunumlar şeklinde ilerliyor. Kış okulundan çok bir workshop tadında. Katılımcıların ne kadarı bizim gibi öğrenci, ne kadarı hoca tam anlamadık henüz. Zaten herkes soru sormak için fazlaca çekingen. Avi ve Reem olabildiğince cesaretlendirmeye çalışıyorlar soru sorulması için.

İlk kahve molasından itibaren Sunyaev ile çok sevimli bir arkadaşlığımız oldu. Türkiye ve özellikle de Kayseri ile çok ilgili. İlk aklına gelen isimler Sabancı'dakiler tabii ki.

Öğle yemeğini Belçika Evi anlamına gelen Beit Belgia'da yiyoruz, okulun yemekhanesi mi yoksa sadece misafirlere özel bir yer mi bilmiyorum.

Şehrin genelindeki eli silahlı adamlar üniversitenin içinde de var.

Kampüsün içi kocaman bir orman gibi. Aslında gibi'si fazla, bir tarafta kocaman bir orman var ama bunun haricinde de birçok farklı ağaç var ve altlarında açıklamalar.

Akşam bir resepsiyon hazırlanmış. Sushi yiyeceğim diye heycanlanırken Sunyaev bunların gerçek sushi olmadıklarını söyleyince biraz yıkıldımsa da biraz da işime geldi doğrusu.   Resepsiyonda da en çok sohbet ettiğimiz kişi Sunyaev oldu. Sanırım o da ilk aşamada önceden tanışmış olduğu birileri ile sohbet etmeyi tercih ediyor. Etrafında onunda konuşmak isteyen ama cesaret edemeyen/cümle toparlamaya çalışan birçok kişi var, benim Foça'daki halime benziyorlar :)

Resepsiyon sonrası otele dönmek farklı bir ülkedeki ilk günler için çok pasif bir davranış olduğundan olsa gerek, Ege'deki hoca da biz de otele dönmeye pek meraklı değiliz. Hocanın Yunanistanlı bir tanıdığının öğrencileri olan iki Yunanlı ile tanışıyoruz, Philip ve Maria. Philip cep telefonu için şarj aleti almak istiyor, bu nedenle alışveriş merkezi derdinde. Biz de otel civarında bulduğumuz BİM kılıklı marketten başka bir yer görmediğimizden, hemen atlıyoruz bu fikre. Taksi ile gidilebilecek bir alışveriş merkezi... Yerin adını biliyor Philip. 5 kişi, 2 taksiye bölünüp yola koyuluyoruz. İsrail'e gelmeden önce okuduklarıma dayanarak taksi şoförünün taksimetreyi açmak istemeyeceğini tahmin edebiliyorum ve özellikle açmasını söylüyorum. Adam biraz inat etse de açıyor. İndiğimiz zaman Philip ve Maria'yla konuştuğumuza göre bizden yaklaşık 10 şekel fazla ödemişler.  Şarj aletini aldıktan sonra yürüyerek şehir merkezine gitmek istiyor Yunanlı arkadaşlarımız. Bizlerse tipik Türkler olarak alışveriş merkezinden gayet memnunuz. Dükkanları geziyoruz, kampanyalı Golan şarapları buluyoruz :) ve bir de Nivea Şampuan!

Otele geldiğimizde ilk gün için fazlaca yorgunuz...



31 Aralık 2009 Perşembe

Mission seems possible Vol I



Sonunda otele varabildik. Yol boyu gördüğümüz eli silahlı adamlar ve amiş amcalardan başka pek de ilginç bir şey yoktu. Tabii bunun nedeni hala uyukluyor olmamız da olabilir.

Otele gider gitmez valizleri yerleştirdik demek isterdim ne var ki valizimin olmadığı gerçeğini  en iyi kavradığım an oldu odamıza yerleşme vakti. Yerleştirecek pek bişey olmayınca, üstümü bile değiştiremeyince ve grip hala tüm vücudumu ele geçirmişken yapılacak en iyi şey biraz uyumaktı.

Uyandığımızda ikimiz de acıkmıştık. Hem civarı keşfetmek hem fiyatlar hakkında fikir edinmek hem de karnımızı doyurmak için en iyi şey tabii ki öncelikle dışarı çıkmak, bir market veya alışveriş merkezi bulmaktı.

Epeyi zorlansak da orta halli bir süpermarket bulabildik sonunda. Biraz kaşar, ekmek, kek, su, gazoz ve  ıslak mendil alışverişimizin ardından yorgun argın otele döndük. Azıcık yemek yedik derken resepsiyondan gelen telefon üzerine koşa koşa indim aşağı, valizim gelmişti! Gariptir ki pek şaşırdığımı söyleyemeyeceğim. Sanki bu kadar hızlı ve zarar almadan geleceğini bilirmişcesine sakindim başından beri.

Tabii bunca zaman boyunca bir de "biz sağ salim vardık, merak etmeyin." demek için vs. telefon etmek istedik Türkiye'ye ama o da ayrı bir sıkıntı oldu. Yola çıkmadan önce telefon etmişti sevdicek Turkcell'e, ve arama/aranma ücretlerini sormuştu: arandığınız taktirde sizden kontor düşmeyecek demişlerdi. Halbuki havaalanında telefonları açtığımızda gelen ilk mesaj İsrail'deki Türk Büyükelçiliğinin telefonu, ikinci mesaj ise Turkcell ücretlendirmeleri oldu. Şöyle ki:
"Değerli müşterimiz, bulunduğunuz ülkeden, numaranın başına 00 koyarak arama yapınız. Örn:009053XXXXXXXX. Turkcell Dunya tarifesi ile İsrail'de arama 70 kontor(dk) aranma 24 kontor(dk) SMS gonderimi 10kontor ve 50KB GPRS kullanımı 6 kontordur (KDV ve  OIV dahildir). Yurtiçi paketiniz yurtdışında geçerli değildir."
Aman ne güzel, ne güzel!

Hal böyle olunca yapılabilecek en mantıklı şey maile sarılmak oldu tabii ki. Ne var ki maillerin etkin olabilmesi için maili gönderdiğiniz kişinin de buna uyum gösterebilmesi gerekir ki pek de öyle olmadı. Sonuç? Kalan kontor miktarı şimdilik -13.

30 Aralık 2009 Çarşamba

Mission Impossible - Vol IV

İstanbul-Atatürk Havaalanı'ndan yola çıkıp Tel Aviv-Ben Gurion Havaalanı'na gelmek hoş bir tesadüftü bence. Çünkü Atatürk bizim için ne ise, Ben Gurion'da İsrail için o. Tel Aviv uçağına giderken havaalanı içinde bindiğimiz minik araçta ve sonrasında da birkaç kere gözgöze geldiğim kişinin Ege'deki hoca olduğu, valizlerin geldiği yerde beklerken yanımıza gelip bizimle konuşması sonunda kesinleşti. Sevdiceğin valizi gelmişti ama benim valiz muamması sürüyordu. Epeyce bekledikten sonra valizlerin başında beklemeye devam eden azmimize rağmen daha fazla valiz gelmiyordu. Sonunda acı gerçeği kabullendim ve kayıp bankosuna gittim, formu doldurdum. Neyse ki ordaki kız da "İstanbul'dan gün içinde bir çok sefer var, eğer valiziniz orada kalmışsa gün içinde gelecektir. Bize adresinizi yazın, biz otelinize göndeririz." gibi iyimser bir yaklaşım sergiledi de ben de fazla gerilmedim. Sonuçta içinde çoook kıymetli şeyler yoktu ama en sevdiğim takılarımı almıştım yanıma ve onları kaybedersem gerçekten çok üzülürdüm. İsrail'de kıyafetsiz kalma kısmı beni çok da üzmemişti, farklı bir ülkeden yeni kıyafetler almak için bundan daha güzel bahane mi olur? :)

Valizimin gelip beni bulacağına inanarak taksi durağının bulunduğunu tahmin ettiğimz yöne doğru ilerlerken bana çok garip gelen bir şey gördüm. Buket çiçek makinesi! Kola makinesi gibi, içinde buket buket çiçekler var, sevdiğiniz istediğiniz çiçeğin numarasını tuşluyorsunuz, karşılığı parayı hazneye atıyorsunuz ve çiçek önünüze düşüyor! Tabii ki fotoğrafını çekmek istedim hemen ama kızın biri gelip tam da önünde durdu. Söylene söylene makinayı daha rahat görebileceğim başka bir açı bulmaya çalışırken adamın biri geldi:
Adamın Biri: Ne yapıyorsun
WOS: Fotoğraf çekiyorum.
AB: Neyin fotoğrafını çekiyorsun?
WOS: Makinenin
AB: Makinenin mi arkadaşının mı?
WOS: Makinenin
AB: Neden?
WOS: Çünkü daha önce böyle bir şey görmemiştim de ondan.
AB: Makinenin fotoğrafını çekemezsin. Arkadaşının fotoğrafını çekebilirsin.
WOS: Makinenin fotoğrafını çekemez miyim? Neden?
AB: Bölgenin fotoğrafını çekemezsin. Neden geldin sen buraya?
WOS: Nasıl yani?
AB: Neden burdasın?
WOS: Uçağım az önce buraya iniş yaptı da o yüzden.
AB: Valizin nerde?
WOS: Kayboldu.
AB: Valizin kayboldu ve sen böyle gidiyorsun yani, öyle mi?
WOS: O_o ?! (Tepinerek ağlasam sakladıkları yerden çıkarıp vereceklerini bilsem hiç vakit kaybetmezdim! Manyağa bak!)
Sevdicek geldi bu sırada, ben de az önce doldurmuş olduğum kayıp formunu çıkarmak üzere çantama davrandım. Adam bir de pasaport istedi bu sırada. Gösterim ikisini de.
AB: Teşekkür ederim ama bu bölgede fotoğraf çekemezsiniz.
WOS: Ne demek bu bölge? Nedir yani sınırı? Bu ülkede fotoğraf çekemez miyim yani? (Ya salak ayağına yatıp adamı deli ederek kendimi sakinleştirecektim ya da manyak mısın be herif diyip dönüp gidecektim ki ben ilkini seçtim :) )
AB: Hayır hayır sadece buranın içinde çekemezsin.
WOS: İyi tamam.

Dışarı çıktık, taksilerin olduğu yere. Taksi sandığımız şeyin aslında dolmuş olduğunu anladık, neyse ki gideceğimiz yerin kapısına bırakan bir dolmuş! :) (Merak edenler için: Havaalanındaki Dolar-Şekel kuru 3.53 ancak ülke içinde farklı kurlarla karşılaşacağız tabii ki.)

Dolmuşun dolmasını beklerken yine elim birçok defa fotoğraf makineme gitti ama burası da yasak bölgeye dahil mi değil mi, ikinci hatamda çekip vururlar mı emin olamadım. Yola çıkmadan önce okuduklarımıza ve Zerrincim'in de deneyimlerine dayanarak havaalanında çok sıkı aramalarla canımızın sıkılacağını tahmin ediyor ve olabildiğince kendimizi buna hazırlıyorduk ancak hiç böyle bir şey olmadı. Hatta havaalanı çıkışında çantalar taramadan bile geçmedi. Hal böyle olunca mutlaka başka gariplikler olacaktı, mesela elinde kalaşnikof, M3 benzeri aletlerle gezen genç insanlar gibi! Az önce çiçek makinesinin fotoğrafını çektiğin için azarı işit, önünden makineli insanlar gelip geçsin, sen de dolmuş dolsun diye beklerken tavana yapışmış Sünger Bob balonunun fotoğrafını çekmeye kalkış! Yok valla bu defa cesaret edemedim.

Mission Impossible Vol II

UÇAK 1
Cumartesi gecesi 04:35'deki uçağa binmek üzere 01:45de evden çıktık. Zerrincim ve Ü bıraktı bizi havalimanına ama yollar o kadar sisliydi ki acaba İstanbul uçağı rötar yapar mı diye düşünüp ya Tel-Aviv uçağına yetişemezsek diye de dertlendik. Ne var ki hem 2 gündür grip olmanın verdiği aşırı yorgunluk hem vize stresi hem de ömrümden ömür götüren poster hazırlama telaşı nedeniyle uykuya yenik düştüm yolda. Ü ve Zerrincim, planları uçağımız kalkana kadar bizimle beklemek olmasına rağmen dönüş yolundan tedirgin olup gittiler, biz de biraz etrafta dolanıp, erkenden check-in yapıp uçağa biniş kapımıza gittik ve uykumuza orda devam ettik. Uçağa binmemize az kala telefon geldi Zerrincimden, meğer dönüş yolunda o yoğun sisin üzerine bir de sokak lambaları sönmesin mi?! Neyse ki uzun sürmeden düzelmiş ve sağ salim gitmişler eve.

UÇAK 2
İstanbul uçağına bindiğimizde hayatımın bir ilkini yaşadım: ilk defa uçakta adım anons edildi "Sayın Cadaloz, lütfen uçağın ön kısmına geliniz, sayın Cadaloz lütfen uçağın ön kısmına geliniz." Önce kendim olduğuma pek ihtimal vermedim ama sonra baktım ki giden gelen yok,  amanın! Pasaportumu elime alıp gittim hemen. Uçağa binilen yerde bir görevli, yerde duran bir valizi göstererek "Sayın Cadaloz, bu valiz sizin mi?" diye sordu. Seksen bin defa uyuyup uyanmanın verdiği sersemlikle uzun uzun baktım valize, sonra benim olmadığını söyleyip neden sorduklarını sordum.
"Valizinizin üzerindeki etiket düşmüş de o yüzden sorduk."
... ?!? ...
"E bu değil tamam ama benim valizim nerde peki?"
"İndiğiniz zaman valizinizin gelip gelmediğini öğrenebilirsiniz, şimdi yapabileceğimiz birşey yok."
Hım.. E peki madem, naapalım...
Salak Witchie! Ne demek peki? Ne demek?!!! Sanki İstanbul'a gidiyorsun da orada kalacakmışsın gibi, "peki". İner inmez hemen havaalanı görevlilerine anlattım durumu. Ne deseler beğenirsiniz? "Aktarmalı uçuş olduğu için şimdi göremeyiz bunu, ancak Tel Aviv'e indiğiniz zaman belli olur. Eğer valiziniz çıkmazsa kaıp formu doldurabilirsiniz" Of Allah'ım of!

28 Aralık 2009 Pazartesi

Mission Impossible Vol I

Ayrıntılarını anlatma işini bir kez daha sevdiceğe bırakarak kısaca pasaport uzatma sürecini bir şekilde hallettiğimizi belirterek bir an önce bu hikayeyi yazmalıyım artık. Yoksa asla yazamayacağım gibi, gündelik gelişmeleri de atlayacağım.

ELÇİLİK 1-Çarşamba
Her telefon ettiğimde telefonun açılması pek de alışıldık bir durum değildi Alman büyükelçiliği ile olan deneyimleri düşündüğümde. Hele ki her seferinde tatlı bir ses ve tüm sorularıma sabırla cevap veren birisi... Aradık, önceden randevu almamız gerekmediğini öğrendik, Çarşamba sabahı düştük yola. Elçiliğin 10:30 açılacağını bildiğimizden biraz erkenden orda olalım da sıra kapalım dedik. İlahi biz! İsrail'e gitmek isteyen kaç kişi olur ki bi de sıra kapmamız gereksin? Elçiliğin olduğu sokağın başında kulağında telsizi olan bi adam kesti yolumuzu. Derdimizi anlattık hızlıca, yolun kenarına çekti bizi, bir yandan fısır fısır telsize laf anlattı bir yandan da evraklarımıza baktı. Bina zaten neredeyse kurşun geçirmez durumda parmaklıklarla çevrili, gayet ürkütücü bir görünüşe sahip, bir de sokakta böyle muamele görmek iyice gerdi bizi. Paltomuzu, çantamızı, cep telefonumuzu ve hatta cüzdanımızı bile kapı önündeki minik bekçi kulubesine bırakıp "teker teker" girdik içeri. Üst baş araması hadi tamam da, elimizdeki pasaportun her bir sayfasının minik minik incelenmesi biraz aşırı geldi ama "savaşta olan bi ülke ne de olsa" diyerek, ve telefondaki sevecenliklerini kendimize hatırlatarak çok da önemsemedik. İlk ben girdim içeri, ardımdan sevdicek geldi. Bekleme salonunda 45 dk'ya yakın bekledikten sonra görevli kadın bankoya geldi, gerekli evrakları koyduk, aldı, hepsini tek tek okudu! Görevlinin kendisine verilen evrakları tek tek okuması kadar doğal ama bir bu kadar da nadir bir şey daha yok sanırım. Üstelik güleryüzlülüğünden de hiç ödün vermedi bu sırada. Sonra sevdicek verdi evraklarını, yine aynı şekilde. Ertesi gün (Perşembe) günü 15:30 16:30 arası telefonla bilgi alabileceğimizi söylediler. Uçağın cumartesi günü olduğunu söylediğimizde, "garanti veremeyiz ama yetiştirmek için elimizden geleni yaparız" bile dediler, hatta bekleme masasına koydukları İsrail'i tanıcıtı dergilerden almamıza da izin verdiler. Ortamın garipliğine rağmen öyle keyifli ayrıldık ki ordan...

ELÇİLİK 2 - Perşembe
Posterlerimizi yetiştirme derdiyle Milli Kütüphane'de geçirdiğimiz günün öğleden sonrasında vakit geçmek bilmedi bir an önce 15:30 olsa da güzel haberi alsak diye. 15:30 olur olmaz telefona sarıldık, aradık ama kurul toplantıdaymış, biriken pasaportları inceliyorlarmış, saat 4'te tekrar arayalımmış. 4'te aradık ama bu defa bant kaydı elçiliğin kapandığını, acil durumda şu numarayı aramızı söyledi. Şu numarayı aradığımızda karşımıza çıkan kişinin elçilik sokağı başında bizimle görüşen güvenlik görevlisi olduğunu tahmin ettik, bizi başka birisine yönlendirdi, başka birisi de 16:30'da aramamızı söyledi. 16:30'da doğrudan o başka birisini aradık, ama kurulun hala toplantıda olduğunu, kendisinin de az sonra ordan çıkacağını, en iyisi yarın (Cuma) sabah 10:30'da aramamız olduğunu söyledi. Yüzümüzden düşen bin parçaya rağmen, "elimizden geleni yaparız" cümlelerini aklımıza getirip içimizi serin tuttuk.

ELÇİLİK 3 - Cuma
Sabah 10:30'da aradım tabii ki. Şimdiye kadar tatlılığından yenmeyen kadına nooldu bilmem ama cırlak bişiy çıktı bu defa telefona.
Wos: Pasaportlar çıktı mı diye sormak için aramıştım.
Cırlak: Evet çıkmış, Pazartesi sabah 10:30'da gelip alabilirsiniz.
Wos: Ama bizim uçağımız yarın akşam
Cırlak: Neden iki gün önce başvurdunuz o zaman? Böyle işlere en geç 1 hafta önce başvurulur.
Wos: Daha erken alamaz mıyız peki?
Cırlak: Hayır! Daha erken alamazsınız!
Wos: Peki sevdicek?
Cırlak: O da daha erken alamaz!
Wos: Ona da çıktı mı yani vize?
Cırlak: Evet, çıktı ama daha erken alamazsınız.
Wos: İyi peki!
ELÇİLİK 4-Cuma
Saat 11:30, sevdiceğin telefonu çalar, arayan İsrail Elçiliği!!!
Sözün özü: pasaportlarınız hazır, gelin alın!
Apar topar gittik tabii ki elçiliğe.

ELÇİLİK 5-Hala Cuma
Yine bir sokak başı sorgusunun ardından bu defa pasaportları dışarı getirdiler ve birkaç defa üst üste "iyice kontrol edin herşey doğru mu?" sorusunun ardından hataları bulduk. Çok da önemli hatalar değilmiş aslında, mesela adım yanlış yazılmış, sevdiceğin de doğum tarihi!!! Yine bıraktık çantaları, üst baş taramasının ardından yine aynı yere geçtim, bu defa gelen kadın tam da telefondaki cırlak kadındı! "Aslında çok bi sorun olmaz ama çok istiyosanız değiştireyim." "E bi zahmet!" Adım yanlış yazılmış ama sorun olmaz di mi? O zaman neden herkese üzerinde Abdülcambaz yazan pasaportlardan vermiyorlar acaba? Aynı laflar sevdiceğin yanlış yazılmış doğum tarihi için de sarfedildikten sonra yine bir miktar bekleyiş ve sonunda doğru vizelere kavuşma! Kendimizi çok kötü hissedebilirdik aslında geç gittiğimizi düşünerek ama tüm haftanın pasaportlarını perşembe akşamı değerlendiriliyorsa pazartesi gitmiş olsak ne farkederdi ki?