Horul horul uyuyarak geçen Ankara - İstanbul yolculuğunun ardından sağ salim vardık Bakırköy'e sabahın 8:30'unda. Tutarsız cüceye sms attım gelsin de kahvaltı yapalım diye ama iletilmedi. Hızlı bir kahvaltı yapıp yol üstündeki simitçide, ilk önümüze gelen internet cafeye girip fotoğraf makinesindeki yazlıktan kalma görüntüleri aktardık external hard diske. Fuar servisine bindik ve 10:30'da vardık fuar yerine. İstanbul o kadar soğuk o kadar soğuktu ki... Hemen girdik fuar binasına ama kapılar 11'de açıldı. İlk daldığımız salon çoğunlukla çocuk kitapları içerse de bizim için çok da bişiy değişmedi; onca kitapla bir arada olabilmek öylesi güzeldi ki!
Çocuk kitapları bölümünde anlayıp da 2. salona geçişimiz biraz vakit aldı. Girmek istediğimiz ilk söyleşi saat 12'de (Ece Temelkuran ve Nawal Saddavi'nin Allah’ın Oğulları ve Yeryüzü’nün Kızları) olduğu için ben öncesinde hızlıca dolaşıp, hangi yayınevinin nerede olduğunu kafamda kabaca yerleştirip, detayları sonraya saklamak niyetindeydim ama üç kişi olunca biraz yavaş ilerliyor süreçler.
Ece her zamanki gibi çok hoştu. Konuşması, duruşu, kelimelerin ağzından çıkışı... Nawal hanım ise hem bir psikiyatrist, hem bir yazar. İmkan olsa oturup saatlerce konuşabileceğim, yanında kendin gibi davranmaktan sakınmayacağın bir insan portresi çizdi bende. Bir de kitabını aldım, Sıfır Noktasındaki Kadın. A bu arada tabii ki yolda Çöplüğün Generali'nin kalan 30 sayfasını da okudum, dün gece de başağrıma rağmen birkaç sayfacık ile başladım Sıfır Noktasındaki Kadın'a...
Söyleşi sonrası Ece kitaplarını imzadı. Ve ben imkansızı gerçekleştirip bu defa onunla konuştum. Ece beni hem Frankfurt Kitap Fuarı'ndan hatırladı hem de yanımda götürdüğüm Frankfurt'ta çekmiş olduğum fotoğrafların çıktılarını çok sevdi, hepsini kendisine aldı, birisini bile imzalayıp bana vermedi :) Evet biliyodum, Ece de beni seviyo! Bana "denizleri aşan kadın" diyo :) Epeyce kilo vermiş ve saçının rengini değiştirmiş...pek sevmedim bu son durumu.
Ece'ye kitapları imzalattıktan sonra koşar adım Oya Baydar söyleşisine gittik, Zerrincim ise Doğan Cüceloğlu'na gitti. Oya Baydar'ın editörü Turhan Günay ve bizlerle konuşmak istediği konu "Romanda Gerçek ve Kurmaca" Çöplüğün Genarali idi. böylesi ünlü ve kuvvetli bir kalemi olan bir yazar olan Oya Baydar'ın, okurlarından gelecek her türlü eleştiriye açık ve meraklı olması gerçekten çok hoştu. Çöplüğün Generali'ne dair en büyük endişesinin yerel değil genel olabilmesi, günümüzde başka zamanlarda ve başka ülkelerde de okunabilir olması ama bunların yanı sıra edebiliğinden de çok fazla ödün vermemesiydi. Kitapla ilgili düşüncelerimi ayrıca yazacağım için şimdi fazla detaya girmek istemiyorum. Bu söyleşinin ardından da Oya Baydar imzalıyordu kitaplarını. Elveda Alyoşa'yı evde unutmamı, daha doğrusu anneannemin okumak üzere alıp da kim bilir nerede bıraktığı için bulamayışımı saymazsak, Erguvan Kapısı'mı bile bulup, tüm kitaplarımı imzallatım, hatta iki tane de yeni yıl hediyesi bile imzalattım Seyfi ve Ercan için :)
İki söyleşi ve iki uzun imza kuyruğunun ardından gerçekten yorulmuştuk. Sırada Nihat Behram'ın şiirle ilgili bir oturumu vardı ama biraz dinlenmeden tek bir adım dahi atacak mecalimiz kalmamıştı. Sonradan Nihat Behram oturumuna gittiğimizde ise 15'lık gecikmede çok da birşey kaybetmediğimizi gördük. Hatta öyle ki sevdiceğin gözler kapandı yorgunluktan :) Nihat Behram'ı daha önce görmemiştim, fotoğrafını da. 98 yazında okuduğum Darağacında Üç Fidan olmasa ilgimi de çekmezdi sanırım. Oturumda fazla kalmadık, Nihat Behram çok ateşli bir şekilde kendi şiirlerini okuyordu ama o sadece yazsa ve biz kendimiz okusak daha iyi olurdu eminim. Çıkışta Zerrincim ve sevdicek oturduğukları sandalyelerden kalkamaz haldelerdi artık. Bense son bir gayretle Nihat Behram'a da kitabını imzalatmak istedim.
Bu aralarda bir yerde bir de Server Tanilli'yi görünce, Seyfi'den aşırıp el koyduğum Uygarlık Tarihi'ni neden yanıma almadım diye bir kez daha hayıflandım ama sonra cüzdanımda Zerrincimin kredi kartının olduğunu hatırlayınca üzüntüyü hesap kesim tarihine erteleme kararı aldım, elime de bir adet yeni basım Uygarlık Tarihi :) Server Tanilli gerçekten çok yaşlanmış. Tekerlekli sandalyesinde oturarak imzaladığı her kitabın sahibiyle en az iki cümle etmeye özen gösterip, kimilerine başka kitaplarından tavsiyelerde bulunup, okuma sırasını bile öneriyor; oldukça ağır hareket ediyordu. Yan masada önü boş duran Zeynep Oral ise kendisine getirilen ıspanaklı çörekleri yemekle meşguldü. Ve bu sahne beni çok ama çok mutlu etti.
Fuar sonundaki olaylar ise tam bir kabus tadındaydı. Yağmurlu ve soğuk İstanbul'da karanlıkta bilmediğimiz yolların ortasında, vızır vızır geçen arabaların arasında kalmak; yanlış üstgeçişlerden inip çıkmak; buz kesen bacaklarım, ağrıyan belim ve nerede ineceğimizden emin olmadığımız toplu taşım araçları ve kibarlık adı altında yavaşaklık eden gerizekalılar...
Sonunda Vildan Ablanın evine ulaştık. Karnımı doyurdum ve bir kez daha karar verdim ki birgün bir evim olduğunda ilk fırsatta alınacaklar arasında mutlaka bir mikrodalga fırın olacak. Ve son gördüğümde gecenin 3'ünde salondan mutfaktaki annesine, olanca ergen sesiyle "annneeeaaaaaaaağğğğ, hamburgeeeeeeeaaarrr" çığlıkları atan kuzenimin 19 yaşı... o şimdi 26'sında olmak istiyor, bense bir an önce 35'ime gelmek. :) Hayat hep ilerisini istemekten ibaret galiba...
Ve harıl harıl çalışan ısıtıcılar sayesinde sıcacık geçen İstanbul-Ankara yolu...
PS: Fotoğraflar en kısa zamanda eklenecek.
Hayatımın fuarıydı!
YanıtlaSilTeşekkürler cadıcım, hayat kargaşasında bir teneffüsü benimle paylaştığın için çok teşekkürler.
Kabus dediğim anları bile gülümseyerek düşünebiliyorum.
T e b e s s ü m ü m s ü n!
Seni ÇOK seviyorum!
İyi ki varsın!
pardon ama tüyap'a 10 dk yürüme mesafesinde tanıdıklarınız yok muydu cadı hanımcım? fuar sonrası yollarda telef olmanız onların ahının tutmasından ileri gelebilir belki! hıh
YanıtlaSilTutarsız cüce dediğin umuyorum ki ben değilimdir? :(
YanıtlaSil