bonn etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bonn etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2010 Cumartesi

effelsberg


Üçüncü gün akşam orda burda gezip alışveriş yapmaktan o kadar yorgun düştük ki toplantı yemeğine gidecek halimiz kalmadı ikimizin de. Zaten ertesi gün 100metre çapındaki Effelsberg radyo teleskobuna gezi yapılacaktı ve yine çok yorulacaktık.

Effelsberg'e ben daha önce gitmiştim ama OnurCUM'la birlikte oralarda olmak tabii ki başkaydı. Çoğu zaman etrafımdakiler benim enerjimden nasiplense de ben o heycanla tepindiğim güzellikleri genellikle sevgilimle paylaşmadan rahata eremiyorum. Bu yüzden OnurCUM'un Effelsberg'i yakından görmesi, o koca teleskobun üzerinde yürümesi şarttı.

Yaz okulu - ii


Derslere girip çıkıyoruz sürekli. Aralarda çay, kahve, meyvesuyu, kurabiye, meyve, meyveliyoğurt depoluyoruz. Öğle yemekleri devasa yemek tepsilerinde geliyor, öğle arasında bile öğrencilerin dışarı çıkmasına gerek kalmayacak şekilde tasarlanmış herşey ama unuttukları birşey var. Dersler bitip de dışarı çıktığımızda tüm dükkanlar kapanmış oluyor. E o zaman ben ne zaman gideceğim enstitünün çaprazındaki ucuzcu dükkana? Ne zaman merkezdeki ucuzcu kırtasiyede dolaşacağım aylak aylak? Nasıl alışverişe gidip Türkiye'den getiremediğim aklımda kalan kazaklarımdan alacağım C&A'den, Nivea şampuan depolayacağım ya K.İrlanda'da yoksa diye, sevdiğim ajandadan bulacağım 2011 için, kendime doğumgünü hediyesi olarak aldığım Kayseri'de kırılan kupanın aynısını arayacağım..ha nasıl? Tabii ki öğle yemeklerinden fedakarlık edip yemek öncesi ve sonrası dersleri asarak! Dersler zaten az çok bildiğim şeyler yahu, diyerek ilk iki gün biraz aylaklık ettim, kabul. Ama üçüncü gün olan şeyin üzerine artık aylaklık hakkım kalmadı.

Böylesi yaz okulu, kış okulu vb. etkinliklere öğrenci olarak başvurduğun zaman genellikle katılım ücreti ödememe ve yol masraflarının karşılanması veya konaklamanın halledilmesi gibi kıyaklar yaparlar öğrencilere. Bunda da olsun diye çok debelendik ama başvuruyu geç yaptığımız için çoktaan başka öğrenciler kapmıştı bunu. Katılım için ikimiz de 150€ verdik, bunun dışında zaten konaklamamız bedava, bir tek yol masrafı vardı ki o da zaten K.İrlanda'ya gitmemiz için ara duraklardan biri olacaktı. Katılım ücreti için verilen parayı da uzun zamandan beri zaten almanya'ya gidebilmek için saklamakta olduğumdan fazla dert etmedim ben.

Okulun üçüncü günü bir bayan geldi yanıma, sekreter seni görmek istiyor dedi. Gittim sekreterin yanına, bir zarf var üstünde adım yazan. ??? Meğer toplantı desteği alan öğrencilerden birisi habersizce toplantıya gelmekten vazgeçmiş. Üçüncü günün sonunda bunu kabullenen toplantı ekibi, parayı sıradaki öğrenciye, yani bana vermeye karar vermiş. Al sana 300€! Hehee! Bir de önceki yazıda anlatmayı unuttuğum bir 20€ vardı yerde bulduğum; Bonn beni gerçekten çok özlemiş sanırım!

Yaz okulu




Pazartesi, yaz okulunun ilk günü. Daha geçen yıl öğrenci olarak kahrını çektiğim, çok sevdiğim halde lanetler okumama neden olan mal kafalı insanlar yüzünden depresyonlara girdiğim biricik yere gidiyoruz, Max-Planck Institut für Radioastronomie! Heycanlıyım. O bina, oraya giderken bindiğim otobüs hattı, otobüsteki mekanik kadın sesinin durakları söylemesi, durak adlarını sırasıyla ezbere bilmem...hepsi buğulu hatıralar..aptal ilaçların bıraktığı sis perdesinin ardından hayal meyal hatırladığım garip günler..belki de Ankara'da her an anneannemin sıcacık kucağına koşabileceğimi bilmenin verdiği cesaretle, hayata karşı efelenmelerimin, o sıcaklıktan uzaktayken hakkını verebilecek hale gelmek..hayatın stajından aslına terfi etmek... bol acılı adana yemek gibi; acı, harbici acı, hem şimdi hem de sonrasında acı ama yiyorsun işte, seviyorsun, yine olsa yine yersin...

Kapıya yaklaştıkça kalbim çarpıyor. Geldik işte, sekreter açtı kapıyı bize, o bina, o koku.. ilk sunum çoktan başlamış, iki yıl Almanya'da yaşamış olan ben tam anlamıyla olmasa da biraz öğrenmişim dakik olmayı ama OnurCUM için aynısını söylemek güç. Girdik içeri, yerimizi aldık. Gözlerim tanıdık var mı diye aranıyor bir yandan, bir yandan da neler kaçırmışız diye bakınıyorum. Kayboluyoruz dersler arasında...

Phantasialand - Bonn

Goffredo ve Isadora'nın evlerine vardığımızda saat 3 civarıydı. Neyse ki evden çıkarken bana yedek anahtarı vermişlerdi de onları uyandırmak zorunda kalmadık. Akşam vakti evde olmama rağmen farketmemiş olduğum birşeyler gördüm bizim için hazırladıkları odaya girdiğimizde. Onlar yeni evliydi ama biz daha da yeni evliydik ve bizim için minik birşeyler koymuşlardı odaya... Bir şarap, çikolata, taze çiçekler ve Isadora'nın bizim için yapmış olduğu inanılmaz güzellikte bir kart...

Geceyi baygın geçirdik, Pazar sabahı Goffredo erkenden kalkıp kahvaltı hazırlamıştı hepimiz için ama biz yeterince erken kalkamadığımızdan apar topar çıkmak zorunda kaldık. Hemen mi? Hemen! Azıcık bile dinlenmeden mi? Azıcık bile dinlenmeden. Peki nereye böyle? Tabii ki aylardır hayalini kurduğumuz Phantasialand'a!!!

OnurCUM ilk geldiği zaman onu bu rollar-coaster parka götürmeyi çok istemiştim ama bi türlü becerememiştik. Bu defa da çok fazla boş günümüz yoktu, aslında hiç yoktu, ve işte bu yüzden bu ilk pazar günümüzü tüm yorgunluğumuza rağmen Phantasialand'a ayırmaktan daha iyi bir şey söz konusu olamazdı tabii ki.

Şehir merkezine gittik, ordan trenle yaklaşık 20 dakika yolculuk ettikten sonra Phantasialand'ın servis noktasına geçtik, biraz oyalandık, servis geldi ve heyecan başladı. yaklaşık 10 dakikalık yolculuğun ardından, varmıştık!

Günlük biletlerimizi aldık ve daldık! İlk durağımız Talocan. Her ne kadar kendisi bir roller coster olmasa da.. buyrun izleyin efenim:


Sıradaki oyuncağımız Black Mamba.. Bu arkadaşları anlatmaktansa youtube'daki güzel örnekleri sizinle paylaşmayı tercih ediyorum. Ne yazık ki kendi deneyimlerimi kaydetme fırsatım olmadı ama zaten olsaydı da benimkiler bu izlediklerinizin solunda sıfır kalırdı. Buyrun izleyin:


Gitmemiş ve gidemeyecek olanları daha fazla kıskandırmadan, kısaca mevcut hemen her oyuncağın tadına baktık diyeyim...

Eve döndüğümüzde benim anlatamadıklarımı en nihayetinde yaşamış, ve neden mutlaka birlikte gitmeliyiz diye o kadar ısrar ettiğimi anlamış bir OnurCUM vardı artık yanımda. Evde bekleyenler Phantasialand'a daha önce gitmemiş birileri olsaydı da OnurCUM'un o heycanlı anlatışını izleyebilseydim keşke.

Vuslat - Bonn

Belfast City Airport'tan uçup Londra Heatrow Airport'a konuyorum. Bir süre orda oyalandıktan sonra pek sevgili Bonn'uma gitmek üzere uçağa biniyorum ve göz açıp kapayana kadar hızlı geçip gidiyor yollar altımda.

Köln-Bonn Havaalanı'na vardığımda eve dönmüş kadar mutluyum. Bonn'a giden otobüslerin yeri değişmiş bir süreliğine, geçici durakları buluyorum, biraz bekliyorum, otobüs geliyor, biniyorum.. İçim çığlık çığlık. Otobüs şehre vardığında ise..anlatmama imkan yok. Sevinçten ağzım kulaklarımda, kelimenin tam anlamıyla! Bizi misafir edecek arkadaşlarım Goffredo ve Isadora ile mesajlaşıyoruz. Eve gidip dinlenmemi teklif ediyorlar ama ben şehri öylesine özlemişim ki, binalara sarılmak falan geliyor içimden. Merkezdeki kilitli dolaplardan birine bırakıyorum eşyalarımı ve suratımda koca bir gülümseme, içimde inanılmaz bir heycanla koşarak dolaşıyorum Bonn sokaklarında. OnurCUM'u arıyorum, Zerrincim'i arıyorum, telefondaki sesimi bastıramıyorum, heycandan çığlık gibi çıkıyor konuşmalarım, inanılmaz mutluyum. Sanki..sanki yıllardır hasret kaldığım birine kavuşmuş gibi. Sanki en son gördüğümde hasta birini sağlığına kavuşmuş görmüş gibi.. öyle işte! kocamaaan bir mutluluk var içimde!

 

(Bu fotoğraflara aşina olan var mı? Daha önce nerde gördünüz bunları bilin bakiim)

Akşama doğru otobüse binip varıyorum arkadaşlarımın evine. Görmeyeli evlendiler ve bir de bebekleri oldu! Ufaklığın fotoğrafını görmüştüm ama canlı canlı, 2,5 aylık bir minik prenses! Babasına sorarsanız kendini İngiltere kraliçesi zannediyor =) Biraz dinlenip OnurCUM'u karşılamak üzere gerisin geri şehir merkezine gidiyorum. Ne var ki havaalanına giden otobüsü kaçırıyorum!! alternatif yok değil, trenle gidiyorum havaalanına ama görece soğuk ve haliyle de yorucu oluyor. 

Yeterince erken varıyorum havaalanına ama süpriz! Uçak dediğin ya rötar yapar ya da nadiren vaktinde iner di mi? Bizimki erken geliyor! varış pistine gelen uçaklar listesinde bizimkinin uçağı var, varması beklenen vakit ve varış vakti arasında 20dk! Neyse ki erken gelmişim, hemen yaklaşıyorum gelen yolcuların çıkacağı kapıya ama bizimki bir türlü görünmüyor. Bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum...bu arada çocuğu feci bir kavgaya karışmış bir adamcağız dert anlatıyor arkadaşına..hikayenin garipliği tüylerimi ürpertiyor, detaylar aklımda değil ama hissettirdikleri aklımda. O arada canavarımı görüyorum, tam karşımda ama gelmiyor bu tarafa, birilerine birşeyler soruyor ve geri gidiyor. Belli ki birşeyler ters gidiyor..orda olduğumu görse de lazım olursam beni çağırtsa keşke diye düşünüyorum, sonra boş yere evhamlanıyorum, valizlerden başka bir sorun çıkmış olamaz nasıl olsa diyorum. Bir süre daha geçiyor, ve geliyor... Onunla ilk buluşmamızın olduğu yerdeyiz. Yine ben gitmişim onu karşılamaya, ama bu defa gitarı yok yanında, yine herşeyin en başındayız, bu defa kocam...

19 Haziran 2009 Cuma

hızlı ve uzun ama kısa belki çabuk

Neler yazsam diye düşününce bile yoruldum ama olanları atlayıp da devam etmek istemedim.

Bonn'a giderken öncesinde 2 gün İstanbul'da konaklamayı düşünüyorduk. Hele benim en heycan verici hayalim seramik boyaması idi sevgili Neş'e ile ama sevdiceğin ödevleri yetişmeyince İstanbul hayalimizi ertelemek zorunda kaldık. Orda burda şurda yaptık biraz ödevi, bindik Kamilkoç'un rahat hattına, üstelik Zerrin'cim de süprüz yapıp bizi yolcu etmeye geldi, ama ne var ki rahat hat sevdicek için rahat olmadı. Neymiş? Süha'nın Travego'ları daha rahatmış. Yok yok travego değil de öteki. Hah, neoplanları. Aman neyse işte. Vardık İstanbul'a, Kadıköy'e geçip ordan Sabiha Gökçen otobüsüne bindik, tıngır mıngır gittik havaalanına. Bonn'da lazım olursa diye yanımıza aldığımız boş kolileri iyice katlayıp boş valizlere tıktık, boş valizlerimizden check-in'de kurtulduk ve kazınmakta olan karıncıklarımızı havaalanında kazıklanmak suretiyle doyurduk. Ha derseniz ki Kadıköy'e inince neden yemediniz iki lokma bişiy? Demeyin öyle bişiy, sakın demeyin, çünkü cevabı biz de bilmiyoruz. Karnımızı doyurduktan sonra 10 numerolu kapıdan geçtik ki Duty Free bize kollarını açmıştı her zamanki gibi. Aslonda bu Duty free'lerin hiç de duty free olmadığını düşünsem de yine de girip ne var ne yok diye bi bakalım dedik, iyi ki de demişiz; gelen geçenlere ikramlık lokumları görünce yüzümüze koca bir gülümseme hakim oldu. Ama hemen üsütne "3 tane Smirnoff alana 4.cüsü bedava ve üstelik sadece 33€" olduğunu görünce hissettiklerimiz tarif edilemez. Genel olarak ucuz olmasa da duty free'de iyi kampanyalar olduğunu kabul etmek gerekti tabii. Lokumlarla vedalaşıp uçağa bindik, bol uyuklamalı bir şekilde Köln-bonn havaalanına indik. Bonn'a giden otobüslerin kalkış durağını değiştirdiklerini farkedip yeni durağı bulmakla uğraştık, bulamayacağımızı anlayıp abidik bir internet makinesinde vakit harcadık (internet çok elzem olduğundan falan değil, sırf o makineyi kullanmış olmak için) ve bu sayede 1:40'daki treni de kaçırdık, kaldık 3:15'deki trene. Biraz üşüyüp, bol bol kahkaha atıp beklerken, sevdicekten mini bir şaplak yiyerek elimizin üzerine, trenle buluştuk sonunda. Bindik, Köln'de indik. Hızlı hızlı birkaç lokla atıştırıp hemen Bonn treninin geleceği perona gittik, 3:56'yı bekledik; 4:00 oldu, 4:10 oldu, 4:15 oldu... tren yok! Tourist information'a gidip treni sordum; sonraki tren 4:56'da dediler!!! Geri çıkıp beklemeye devam ettik, 4:56'daki trene binip Bonn'a vardık sağ salim. Gel gör ki ayağımızın bereketiyle vardık heralde ki resmen "it's raining cats and dogs" durumuyla karşılaştık şakır şakır. Normalde elimizdeki hafifcene valizlere aldırış etmeden yurda doğru yürürdük ama o yağmurda bir de otobüs bekledik. Türkiye'deki sımsıcak havalardan sonra sabahın5:30'unda ve yağmur altında bi güzel titredik. Otobüsümüz geldi, yurdumuza vardık... Gece 2 gibi gelirsek seni uyandırabiliriz haberin olsun demiştim Mark'a, odamın anahtarları ondaydı; sabahın 6'ında çaldık kapısını, hemencecik gelip açtı kapımızı ama "sabah 5'e kadar bekledim" dedi; çok zayıflamış.. Koşar adım odaya gittik. O yorgunlukla neyin nerde olduğunu bilmediğimz koliler içinde nevresim bulmak en büykü kabusum olacaktı ama elimi attığım ilk kutudan çıktı nevresimler, hemen uykuya daldık horul horul.


Ertesi gün Erik'ten notebook'unu rica ettik, sevdiceğin ödevinin bitmesi gerekiyordu hala!!! Odada toparlanması gereken şeyleri toparlayıp Köln'e, geçen defa Türkiye'ye gelirken artan bir valiz nedeniyle ağlamaklı halime acıyıp valizimi evlerine götüren aileye gittik. Valizimi aldık, çaylarından tattık, bol bol sohbet ettik, gavur ellerinde Türk misafirperverliğinden gururlanıp duygulanıp evimize döndük valizimizle birlikte. Saat 1'i geçiyordu; yorgun argın yatağa attık kendimizi, horul horul uyuduk bi güzel.

İkinci gün, kalan eşyaları da toparlayıp Mehmet Abi'yi aradık, büyükçe bir araçla gelip kitaplıkları, ve diğer ıvır zıvırları aldı, beni kocaman bir eziyetten kurtardı. Ama ben salağı, ona vereceğim kitap dolu eşşek ölüsü kadar ağır valizlerden birisini unuttum ve başıma belayı sardım! Yaz tatili için Tr'ye kendi arabasıyla gelecek olan Orhan Bey Amca'yı aradım, DHL ile göndersem kitaplarımı da arabasına koyar mı acaba diye sormak için, ki aslında önceden sormuştuk kendisine ve tamam demişti ama bu defa ne hikmetse fazla eşya taşıyamayacağını, olabildiğince küçük bir şey göndermemi söyledi. Morun her tonuna büründüm sanırım o telefon konuşması sırasında ve sonrasında... Sadece çok acil olan kitaplarımı bir valize koydum...bordo valize..

Üçüncü gün, bordo valizi göndermek üzere gittik postaneye. Ne olabilir? Mesela bizim valizimiz 30.5 kg olduğu için postaneden değil de internetten ödeme yapmak zorunda olabiliriz di mi? Tamam dedik, gittik en yakındaki internet cafeye, girdik DeutschePost sayfasına, iş ödeme yapmaya gelince ne lazım oldu? Banka işlemleri için gerekli olan TAN numarası! Almanya'da başka birçok alanda olduğu gibi banka işlemleri için de üzerinde TAN numaraları yazılı olan bir kağıt sözkonusu. Bunu banka veriyor size ve internetten yaptığınız işlemlerde size güvenliğiniz için her defasında rasgele bir TAN soruyor, "29. TAN'ı giriniz:........" gibi. E tabii yanımda TAN listem olmadığı için boş yere internete para ödeyip eve doğru yola koyulacaktık ama dükkanlar kapanıyordu ve ertesi gün pazar'dı ve ben hala hiçbiyerde bulamadığım parfümümden almamıştım.. üstelik postane çoktan kapanmıştı bile. Sevdiceği kolilerle birlikte postane önünde bekletip koşar adım gidip parfümümü aldım, bir de Ziza'nın istediği birkaç şey için Euro Shop'a gittim ama dükkan kapanmıştı çoktan... Postaneye geri döndüm, sevdicekle birlikte yola koyulduk gerisin geri. yurda gidip eşyaları bıraktık, merkeze geri gittik yemek yemeye, hem daha geç kapanacak olan bir kaç dükkana daha girecektik, Ziza'ya, sevdiceğe ve kendime birkaç kalem alıp kendimizi pizza hut'la ödüllendirdik. Yorucu gün, Elena ve Ruxy ile buluşmamızla biraz neşelendi doğrusu. Birer dondurma alıp nehir kenarında uzun bir yürüyüşe çıktık. "Hava kararıyor artık eve dönsek mi acaba" dediğimizde saate baktık ki 22:50 idi!!! Gözlerimiz fal taşı gibi açıldı tabii, hızlı adımlarla eve gittik; Mehmet Abi'ye vermeyi unuttuğumuz valizi de kolilere aktardık, biralarımızı açıp birer film izleyelim dedik ki ben biralardan birisini düşürüp kolileri biraladım! Aman akşam akşam ne süper olay di mi?! Argghhh! Hemen temizledik ortalığı koliler fazla ıslanmadan ve "Aşk Tutulması" adlı Türk filmimize başladık. Her ikimiz de filmin çok lüzumsuz olduğuna kanaat getirsek de başlanan film yarım bırakılmaz diye sonuna kadar izledik. Ha lüzumsuzdu ama arada gülmedik desek yalan olur.

Son gün kolileri yüklenip internet cafeye gittik, adamların salak yazıcısı paketlerin üzerine yapıştıracağımız barkodlardan birisini eksik çıkarttı. A bi dakka yaa, bu olay Ctesi. olmuştu. Off sıralama karıştı... neyse işte eksik kalınca barkod, sadece iki koliyi gönderebildik, biri elimizde kaldı. Yurda döndük, Erik olaya el attı, yazdıramadığımız barkod sistemde yazdırılmış göründüğü için ulaşamadık. Sonra Erik bi kaç telefon etti, birkaç mail attı, biz de artan koliyi postaneye en yakın locker'a kitledik anahtarını Erik'e verdik Ptesi günü ordan alıp kargoya versin diye çünkü barkodlara erişimimiz encak Ptesi günü yeniden açılacaktı. Uff buralarda olayların sırası biraz farklı olabilir ama şimdi tam hatırlamıyorum. Böyle karman çorman bişiyler oldu işte. Neyse sonra kütüphaneye gittik çünkü Jennifer'ın kuantum notlarından fotokopi çektirip notları kıza geri vermem gerekiyordu. Fotokopi makineleri ve fotokopi kartlarıyla bir süre cebelleştikten sonra görevi başarıyla tamamladık; Ruxy ve Elena ile buluşup kütüphanenin bahçesindeki kiraz ağaçlarına dadandık! :) Sanırım Bonn'daki en keyifli anılarım arasında ilk sırayı alacak bir gündü. Sevdiceği ağaca tırmandırıp eline bir poşet tutuşturduk, poşeti doldurup aşağı attı, sonra kendisi dalda kaldı. Sevdicek daldan, biz yerde torbadan; patlayana kadar kiraz yedik keyifle. ve.... Ruxy daha güzel bir fikir attı ortaya; alt sokaktaki dut ağacı! Hızlı adımlarla dut ağacına gittik, bu defa Elena ve ben dadandık ağaca, ellerimiz ve ayakkabılarımızı kırmızı kırmızı olsada biz keyifle devam ettik dutları toplamaya. Ve sonra da dooooğru çocuk parkına! Bonn'da kaldığım onca zaman boyunca hiçbir parkta salıncak görmemiştim. Elena bizi salıncağı olan bir parka götürdü, tahterevalliye bindik, bişiylere tırmandık, sallandık, çim savaşı yaptık derken, gitme vakti geldi... kızlar bizi otobüs durağına götürdü; bindik otobüse merkeze gittik; fazla aç değildik ama Bonn'a giderken yaptığımız salaklığı tekrar etmemek için, er-geç acıkacağımızı kendimize hatırlatarak Subway'e girip güzel birer sandwich aldık kendimize, havaalanında yemek üzere.

Odamıza gittik, son toparlamaları yaptık, camları sildik, kapladığımız raflardaki kağıtları çıkarttık, duvarda kalmış bantları ayıkladık...Erik, Anna ve Ziyad'la vedalaştık derken...cadınızın sümükleri ile göz yaşları birbirine girdi bir süreliğine. Koşar adım odasına kaçtı, ağladı, odasının penceresinden son defa dışarı baktı, nehir kenarındaki yol ile vedalaştı uzaktan... Neyse işte hemencecik toparladım, gittim Raquel ile vedalaştım, Mark'ın kapısını çaldım ama ya açmadı ya da yoktu odasında... Anahtlarlarımı Erik'e verip çıktık TLH'den, otobüs durağına doğru yola koyulduk, ve yine başladı damlalar akmaya... bi dolu şey geldi aklıma;
- Otobüslerin, yaşlıların inip binişini kolaylaştırmak için yana yatışını farkettiğimdeki şaşkınlığım,
- Chirstmas zamanı sokak ortasında bayılıp acile kaldırılışım, hayatımda ilk defa hastaneye yatışım ve yalnız geçirdiğim o gece,
- TLH'deki ilk gecem,
- Kuantum grubundaki arkadaşlarımla her hafta birimizin evinde yediğimiz yöresel yemekler,
- ilk haftalardak zorlu gecelerim,
- kullandığım 1 metrelik teleskop,
- karnaval anılarım,
- Elena ile yaptığımız sabah koşuları,
- alt kattaki partiden gelen gürültünün kimi zaman keyfi kimi zaman kızgınlığı,
- ilk defa tek başıma yaptığım uçak yolculuğu,
- sevgilinin yolunu gözleyişim,
- kendi ellerimle yaptığım kitaplıklarım,
- minik balığım,
- gözlediğim kütle çekimsel mercekler,
- yaptığım analizler,
- başarıyla çıktığım sözlü sınavlar,
- salakçasına defalarca kaldığım dersler,
ve hayattan öğrendiğim sayısız şey...bir çok şey...
Mutlusu da oldu, katlanılmazı da. Duyguların her türlüsünü yaşadım sanırım geçen 2 senede. Şimdi bakınca geriye, o şartlar altında yapabileceğimin en iyisini yaptım diyebiliyorum yine. İyilerin yanında kötüler de oldu ama yaşanması gerekiyormuş, bi dolu şey öğrendim, diyebiliyorum. Geçmişimden pişman olmamanın gururunu hissettim yine kendi kendime. "Afferim kız sana" dedim yine... çok daha güzel olabilirdi birçok şey ama o şartlar altında yine de elimden gelenin en iyisini yaptım işte.

"As long as you do your best, whatever the result would be for the best"

Sonra da bindik uçağımıza, geldik işte. Sabahın köründe İst'a vardık, gece 23'deki trene binene kadar gezip arkadaşlarla buluşalım diye düşünürken elimizdeki valizleri locker'lara koyalım dedik ama valizler sığmayınca, onlarla hareket etmek de mümkün olmayınca planları yine ertelemek zorunda kaldık, 11'deki hızlı tren için değiştirdik biletlerimizi. Vapura bindik, börek yedik,vapura bindik, trenimize geçtik, Eskişehir'de hızlı trene aktarma yaptık, zaman zaman 254km/s hızla ilerleyip saat 4 sularında Ankara'ya vardık. Ertesi gün de dayanamadım ben, 13 otobüsüne atlayıp geliverdik sevgili Erciyes'imize.

Gelirgelmez getirdiğim kırtasiye malzemelerimi, dosyalarımı vs.yi yerleştirip makalelerime daldım hemen. Sevdicek de Cuma günü teslim etmesi gereken ödevine daldı kaldığı yerden...

Şimdi mi? Mutfaktan sebzeli hamsi kokuları geliyor ve ben uçarak mutfağa gidiyorum. Parmaklarım yoruldu...

Sonradan gelen notlar
1- Kapımdaki yıldızları sökmek çok hüzünlüydü bi de penceremdekileri
2- 3 kutu lokum götürmüştük ama sadece birisini verebildik, diğerlerine sevdicek dadandı ama bitiremeyince mutfağa bıraktık

22 Mart 2009 Pazar

4. günün özeti


Öğleden sonra başlayan gün Ruxy'in de bize katılma kararıyla biraz hız kazandı, hep birlikte Köln'e gittik. Daha önce gidip de kapalı saatlerine denk geldiğim Çikolata Müzesi'nde bi kez daha şansımızı deneyelim dedik, keza açık olup olmadığını bilmeden düştük yollara. Şanslı günümüzdeymişiz ki açıktı. Çikolatanın tarihçesi, kakao ağacının nasıl yetiştirildiği, kakao çekirdeklerinin nasıl işlendiği vb. çok güzel resimlerle anlatılmıştı müzede; çocuklar için de birçok oyunlar vardı. Hatta botanik bahçesine girip nemden ve ısıdan fenalık geçirme tehlikesi bile yaşadım; bizimkilere pek çaktırmamaya çalışsam da ortamda 3-4dk.'dan fazla duramayıp koşar adım çıkıp gidişim durumu gizlememe pek de yardımcı olmadı sanırım, ama neyse ki bayılmadan atlattım. Müzenin 2. katında çikolata makinesi vardı; mini çikolata fabrikası desek daha doğru olur sanırım. Kocaman kaplarda karıştırılan sıvı çikolatalar makinede minik kaplara dökülüyor, soğumaya bırakılıyor, kaplardan çıkartılıp sıraya sokuluyor ve sonra ambalajlanıp kutulara düşüyor. Bunu yalanarak izlerken ve bir yandan da kocaman makinelerin arasından geçerken yolun sonunda kocaman bir çikolata havuzu ile karşılaşıyorsunuz, ve tontiş sayılabilecek iki teyze huri misali, biküviler daldırıp o ılık çikolataya, size ikram ediyor...
Üçüncü kata çıktığımızda pek fazla vaktimiz kalmamıştı çünkü müzenin kapanmasına yarım saat vardı. Çoğunlukla çocuklara hitap eden oyuncaklarla dolu bir kat olması bizim için pek de sıkıcı olmadı, tabii ki biz de oynadık zıpladık; başta Ruxy biraz utangaçlık etse de bizden feyz alarak o da normale döndü :))
Müze çıkışında teknelerin artık nehir gezilerine başladığını gördük. Upuzun bir sıra vardı önümüzde tekne turu için, Ruxy de ne zamandır öyle bişiye katılmak istiyordu; hemen gitti sordu soruşturdu, ama bizim pek içimizden gelmedi o anda öyle bişiy, çünkü aslında biz o tekne turunu gündüz yapmayı planlıyorduk (karşı kıyıya geçmekten ibaret olan 3.dk'lık yolculuğumuz aklıma geliyor da :)) ).
Şansımızı Dom Kilisesi'nden yana kullanalım dedim, iyi ki de öyle demişim, "Night Fever" dedikleri bir törene denk geldik. Kilise o karanlığın içinde kasvetli değil de öyle büyülü bir haldeydi ki... Önce sadece bir kayıt sandığımız o ilahi sesin sahibini gördük, kız canlı canlı ilahi okuyordu, arkasında da bi adam piyano çalıyordu... Müziğin de canlı olması, işin büyüsünü bi kat daha arttırdı tabii ki. Sonra orda geçen rahibelerden birisi elimize bir kağıt ve mum verdi; kağıda dileğimizi yazıp dilek kutusuna atacak, mumu da yakıp oraya koyacaktık, böylece rahibeler bizim dileğimizi okuyup tanrıya bizim için dua edeceklerdi. Ne yazacağım konusunda epeyi kararsız kaldım başta ama sonradan her zamanki gibi, güzel günler gelene kadar başımdaki sıkıntılarla başedebilecek güçten başka isteyecek birşey bulamadım. Bir de içimde bir yerlerde saklı duran huzur ve mutluluğu bulup çıkarmam için yardım istedim. Yeni birşey yok yani...
Kilisede huzurumuzu da bulduktan sonra artık iyice acıkmıştık. Malum akşam 7 oldu mu tüm dükkanlar kapanıyor bu gavur memleketinde; adam gibi yemek yiyecek yer de yok, e nereye gittik? Tabii ki dönerciye :) Bonn'daki gibi değildi ama yine de açlığımızı doyurduk işte. Sonrasında zaten o kadar yorgunduk ki, istikamet dooooru tren garı! Treni beklerken gardaki dükkanlara bir göz atalım dedik ki... şansıma ingilizce kitaplarda ucuzluk vardı, 2-3 tane kitap alabildim yine yanlışlıkla. Artık neyime alıyorum hala kitap vs. bilmiyorum. Zaten dönüşte getiremeyeceğim kadar çok kitabım var burda, allah ıslah etsin beni ne diyim artık... Tren yolculuğu sırasında OnurCUM'la kafa kafaya verip uyuduğumuzu söylememe gerek yok sanırım; arada gözümü açıp bakıyodum da Ruxy de bize bakıp bakıp gülüyodu :) ama çok yorgunduk yahu...
Eve geldik, yine acıkmıştık ama o saatte yemek sağlıklı değildir diye kendimizi uykuya verdik. Verdik de neye yarar? Ben uyudum amma velakin gecenin 3'ünde bi mutfak faresi gelip odada ki tüm hamurişi şeyleri mideye götürmiş, bak seeen! (bkz. 3.günün özetine gönderilen son yorumun zamanı)

Güzel bir gündü, süper bir gündü, kısa ama hızlı bir gündü.

21 Mart 2009 Cumartesi

3.günün özeti


Sabah kahvaltısı ve cuma namazı faslımızı anlatmıştık zaten. Sonrasında sevgili St.Ziza'nın süper önerisi olan iki süper film izledik (üç gündür hemen herşeyin önüne "süper" sıfatı geliyo, hadi hayırlısı). Film önerisi için St.Ziza'ya kocaman teşekkür öpücüklerimi gönderiyorum şahsen. Filmlerimiz Before Sunset ve Before Sunrise idi. Sonrasında da akşamki partiye gittik. Çok eğlenmesek de en azından burda parti dediğimde ne menem bişiyden bahsettiğimi biliyor artık OnurCUM, a bi de 4 langırt maçımızın 3'ünü kaybettik ama yine de mutluyuz, huzurluyuz! :) A bi de bi de, ani bir hareketle elimi eline alan sevgili(!) portekizli arkadaşımızla gerçekleştirdiğimiz ölümcül konuşmayı da şöyle aktarıyım size;
Port: I heard that you're planning to go back to Tr?
Witchie: Yes, but I'm not so sure about the timing.
Port: You can still sleep with me!
Witchie: I beg your pardon?
Port: You can still sleep with me, I mean, I still have the chance!
Witchie: You thnink so!?!
Port: Yes yes, I still have the chance
Witchie: What will your girlfirend say about this idea?
Port: She knows, she accepts it.
Witchie: She knows?
Port: Yes I told her, and she said it is ok but only with Witchie.
Witchie: Ok, but I'm not so sure that my boyfriend will be agree with you.
Port: Your boy friend?
Witchie: Yes!
Port: That tall, long hair guy?
Witchie: Yes!
Port: Oh.... is he your boyfriend?
Witchie: Yes!
Port: Is he Turkish or German?
Witchie: Quite Turkish!
Port: Hmm... But he is not as big as he seems. He is just an optical illusion!
Artık elimi bırakmıştır, ve bu sırada OnurCUM gelir.
Port: Hey!
OnurCUM: Hey!
Port: Tell me which one of us is bigger, you or I?
OnurCUM: ..You..? :)
Port: You see, he is not so big, he is just an optical illusion!
Ben dahil OnurCUM hariç konuşmayı dinlemekte olan herkes hepbirlikte yerlere yuvarlanrak öldü burda tabii, gülmekten!!! OnurCUM'da gülüyodu tabii ama o farklı bi bakış açısıyla gülüyodu sanırım konuşmanın öncesini bilse yine öyle mi gülerdi bilemiyorum =) Neyse, işte bu da öyle bi anımız oldu...

Eve döndüğümüzde saat 4 sularıydı ve açtık, dolaptaki sigara böreklerine saldırmakta biraz üşensek de sonunda açlığımız tembelliğimizi yendi; biz de afiyetle böreklerimizi yedik.

Gecenin 5'inde uyuyup sabah 9,5'da uyanan OnurCUM'a hiç oralı olmadan uyumaya devam ettim, etmeseydim sersem gibi olacaktım ama şimdi de gün bitti, aceleyle bir kahvaltı(!!!), ardından da bekle bizi Köln!

PS: Cuma namazı fotoğrafı olmaz tabii :) Partiye giderken de fotoğraf makinamızın pili bitti :( o yüzden fotoğraf yok bugün :/

20 Mart 2009 Cuma

Arada kısa kısa

- OnurCUM'un çok güzel bi menemen yaptı, uzun zamandan sonra yeniden afiyetle bi kahvaltı yaptım.

- "Alaman Camisinde Cuma Namazı" deneyi için OnurCUM'un Cuma namazına gitmesini fırsat bilerek, dün yazıp da yayınlayamadığım 2. günün özetini yayınladım. (Asıl sorun yazmakta değil fotoğraf seçiminde oldu çünkü yine bir kolaj yapmak istedim ama hiç istediğim gibi olmadığı ve kolajla çok vakit kaybettiğimi farkettiğim için bu sefer tek resim olsun dedim.)

- Sabah kahvaltı yapınca daha sonra gün içinde de karnım acıkıyo benim, yine acıktım =/

- Bugün kütüphaneye gidip kitapları teslim edip işin biraz bilimsel tarafına bakalım demiştik ama bunu yarına veya pazartesine mi ertelesek diye düşünüyorum. Hem üşengeçliğim üzerimde hem de okulla ilgli hiçbişiy görmek duymak yapmak istemiyorum bi süre. Bu aslında çok kronik bir durumda şu an çünkü geçen cuma günü için randevulaştığım profesöre gitmeyi unuttuğum gibi, sonradan bir özür maili bile yazmadım. Rezillik diz boyu. Bi an önce ülkeme dönmek istiyorum. Her durumda birilerinin akademik hayvanlıklarıyla uğraşacaksam bari insanlarım olsun diyorum bazen; bazen de saçmalama, insanları boşver ve işine bak diyorum. Ama nedense içimdeki mantıklı olanı değil aptalca olanı yapıyorum =/ hayırlısı olur inşallah..

- Akşam parti var, ona gider miyiz acaba diye düşünüyorum

- Pazar günü için mini golf etkinliği başlattık TLH(bizim sevgili yurdumuz) çapında, bakalım kaç kişi listeye adını yazacak; hava yağmurlu olmazsa çok keyifli olabilir.

- Aylin Aslım'dan değil ama dünyadaki tüm Mac'lerden nefret etme noktasındayım!!!

- Tr'ye dönünce odamı çok özleyeceğimi biliyorum..
- Dünü yarını boşver yahu, sevgilim yanımda daha noolsun!

19 Mart 2009 Perşembe

2. günün özeti


- Memo'nun süper tarifi ile süper bir ballı yumurta yaptım kahvaltıda; bence yumurtadan tatlı şeyler olmaz o yüzden aslında hiç de süper değildi ama çok süper görünüyodu o yüzden süperdi!
- Sea Life! Bilimum deniz mahlukatını görebildiğimiz süper ötesi bir mekan... Günün büyük kısmını orda geçirdik zaten.
- Yaklaşık 3dk süren bir tekne gezisi; keza yanlış teneye binmişiz, ancak nehrin karşı kıyısına geçebildik =)))
- Kaybolma macerası ve tren ile Bonn-merkeze dönüş
- Çiğ sayılabilecek derece az pişmiş makarna, gordon blue ve patates salatasından oluşan süper menü: süperliği tadında değil, porsiyonların büyüklüğünde. Tadı güzel olmasa da fazlasıyla doymuş kalktık masadan.
- Şimdi? Film belki? Belki de uyku? Ben çok yoruldum yahu, kaybolmak çok keyifli ama bir o kadar da yorucuymuş.

* Sealife'da çektiğimiz mükemmel fotoğraflar en kısa zamanda deviantArt'a yüklenecektir, size de haber verilecektir efenim.

Yorgun da olsak, öpüldünüz...

1. günün özeti



- Sabahın körüne kadar süren eve varma çalışmaları saat 6 sularında başarıyla tamamlandı
-Uyunuldu uyanıldı
- Şehir gezildi
- Beethoven'ın doğduğu ev/müzeye gidildi
- Alman usülü Türk dönerinin tadına bakıldı
- Akşam oldu artık; pizza & patates & movie time...

Şimdilik böyle ;)

Öptük sizi!

19 Şubat 2009 Perşembe

ALAAF!




Wenn nicht jetzt, wann dann?
Wenn nicht hier, sag mir wo und wann?
Wenn nicht du, wer sonst?
Es wird Zeit, nimm dein Glück selbst in die Hand.





Efenüm zebahın köründe sınavım olduğu içündür kü bugün başlayan süper karnavala yetişemedim. En sevdüğüm karnaval şarkılarını ahanda tepeye koydum, umarım siz de seversünüz. Bu gördüklerünüz ise geçen seneden kalma fotoğraflar olmakla berabeeeer, umuyorum ki en kısa zamandaaaa, misal bu geceeee, partilere akalıııım, diyerekten süslenüp süslenüüüüp, zıppır zıppır oynayıııııp, bol bol da fotoğraf çekeceğizdir!

Cadınız karnavalın tüüüm detaylarını Bonn'dan ve bir ihtimal de Köln'den bildirecek efenüm, bizden ayrılmayınız!

29 Ocak 2009 Perşembe

Mantık? Ordu? Otobüs?

Bir allahın kulu varsa bana şu durumu açıklayacak, lütfen yapsın bi an önce!

Şekilde gördüğünüz yer şehir merkezindeki otobüs durakları.Enstitüden bindiğim otobüs uyuz uyuz ilerleyip sarı noktada duruyor. Ben hızlıca iniyorum ve kırmızı noktadaki otobüse doğru koşmaya başlıyorum. Mesafenin koşmayı gerektirmeyecek kadar kısa olduğu zaten haritadan da görülüyordur sanırım. Ama şöyle oluyor; ben koşmaya başlıyorum, kırmızı otobüs şöförü otobüsün kapılarını kapatıyor. Daha hızlı koşuyorum, ve elimle 1dk diye işaret ediyorum bi yandan ama otobüsün yanına varmam ancak 2 saniye sürüyor. Ve fakat otobüs şöförü amca kapıyı kapatmış olduğu için, bana anaokulunda öğretmenin donunu paçasından aşağı indirmiş çocuklara bakar gibi bir bakış atarak başını iki yana sallıyor. Ben kırmızı noktaya varıyorum, otobüs hareket ediyor.


Hava buz gibi! Artık sadece ben değil şehirdeki herkes donuyor! Herkesin kırmızı bir burnu var! Ne kadar kalın giyinirsen giyin, nehrin dibinde olmanın verdiği o rutubet ve biraz daha kuzeyde olmanın getirdiği rezil sert rüzgar içine işliyor insanın. Ben astronot olmaya karar veriyorum. Ancak o kıyafet üşümemi engeller diye düşünüyorum çünkü. Çünkü anlıyorum ki ne türbana girsem ne kar tulumuyla gezsem yetmeyecek, hep açıkta kalan ve donma tehlikesiyle karşı karşıya kalan bi yanım olacak. Ve bu hayvanoğlu hayvan herif, sadece hayvanlığından, SADECE HAYVANLIĞINDAN, beni bir sonraki otobüse kadar o dondurucu soğukta bekletmak istiyor.

Efendim? Yanlış mı anladım? Tabi, tabi! Görevini yapıyor! Sç$@&$$@@!?€ß**!#dsdsadsa!!!!

Nefret ediyorum bu şehirden, bu ülkeden, bu ülkenin bu insanlıkları bi taraflarına kaçmış canlılarından! NEFRET EDİYORUM!

Ha inadım ama ben de! Koşarak 4 sonraki durağa gidiyorum. Aklımsıra otobüsten önce gidip yakalıycam otobüsü o durakta ve o hayvan herifin gözünün içine baka baka binicem o otobüse. Noolucaksa sanki!? Beceremiyorum tabii. Ama o soğukta koştuğum için biraz ısınıyorum en azından. 10 dk bekliyorum bir sonraki otobüsü. Üşüyorum yine. Kaşkolum ve şapkamın arasından sadece gözlerim görünüyor ama gözlerimin kenarları üşüyor işte! O soğuk ordan girip tüm yüzüme, boynuma, tüm bedenime dağılıyor! Donuyorum ulaaan!

Sonunda eve geliyorum. Her zamanki gibi ilk işim olarak, evet tam bir internet bağımlısı olarak, paltomu çantamı bile çıkarmadan zaten beni hep açık hazır ve nazır olarak bekleyen Asuman'ın başına geçip maillerimi kontrol ediyorum...ve ancak o zaman içim ısınıyor... :)

25 Ocak 2009 Pazar

dört

Yaptığım 4 iş:

1. Okumak: Şimdilerde depresif hareketlerim ve sınavlarım nedeniyle normale inmiş olsa da zaman zaman elime geçen herşeyi okuyorum. Bugünlerde dozunda yaptığım bir iş bu. En çok ders notları, bloglar, kitaplar, eskiden kalma notlarım, gazete ve sevdiklerimden gelen mektuplar, kartlar... Bunların her birini haftada en az bir kere okuyorum.

2. Durmak: Durmak bir iş midir demeyin çünkü benim durmaya çok ihtiyacım oluyor. Her gün mutlaka, hep aynı zamanda olmasa da, biraz durmam gerekiyor. Belki kızılderililerin yaptığı gibi ruhum bedenimi yakalsın diye, belki hissetmeye daha fazla vakit ayırabileyim diye, belki kalbim içime kaçmasın ki sonra bulup çıkarması zor olur diye, belki aklım uçup gitmesin ki sonra yakalayamam diye...

3. Şarkı söylemek: Mırıldanmaktan öte, iki-üç günde bir herhangi bir şarkıyı ciddiye alarak, öncesinde biraz hazırlanarak, sözlerini okuyarak, moduna bürünerek, sesimi açarak, şarkıyı kendime katarak...Söylemezsem üstü çizilmiş plak, sayfası katlanmış kitap gibi hissederim.

4. Sevmek: Sevmek nefes almaktan daha önemli bir iş benim için. Sevmediğim, sevgimi etrafımdakilere hissettiremediğim sürece boğuluyorum ben. Sevgiyi sürekli hissetmeliyim etrafımda. Kimi durumlar vardır ki karşımdakinin beni sevmediğini bilsem de onu sevdiğimi ona hissettiririm. Kimi zamanlar vardır ki penceremin önünden uçan papağan sürülerini severim; vardır ki kimi zamanlar, kitaplarımı severim, açıp kitabı kokusunu derince içime çekerim, o da anlar sevildiğini. Kimi zamanlar vardır ki o sevgi çıkmalıdır bir şekilde içimden, sarı tenteli bir dükkana gidip bıraktığım minik kartlarla dünyaya dağıtırım sevgimi: Ankara'ya, İstanbul'a, İzmir'e, Kayseri'ye, İtalya'ya, Hollanda'ya, Polonya'ya, Finlandiya'ya... Senin işin nedir deseler, "sevmektir" diyecek kadar çok severim. Hayatı sevmem, ayrı mesele; sevecek bir insanım varsa katlanılabilirdir hayat, o zaman daha kolay katlanırım, ama ben en çok insanları severim: hayatımdaki erkeği, kitaplarımı, şarkıları, kedileri, kalemleri, renkleri severim mesela, gökkuşağını da severim, dondurmayı ve salıncakları çok severim, ama en çok annemi severim; CAN olduğu için, direndiği için, umutları için, o güzel aklı için, o gerçek kalbi için, nadiren de olsa elimi tuttuğunda hissettiğim o eşsiz sıcaklık için, öpüş öpüş olduğumuz için...


Defalarca izleyebileceğim 4 film:

1. Dogville: Bir Lars von Trier filmi. Sinemanın sadece zaman kaybı olduğuna ve hiç de öyle ciddiye alınacak bir sanat dalı olmadığına inandığım yıllarda, tamamen uykusuz geçen soğuk bir gözlem gecesinin ardından, hiç tanımadığım birisinin evinde, çok sevdiğim bir dostumun kucağında uyuklayarak izlemiştim ilk defa. O zaman karar verdim sinemanın bir sanat olabileceğine. Şimdi defalarca izlemek beni çok yorar her defasında; gerçekleri görmek sinirlerini yıpratır insanın. Hayatın içinde olduğu, hep gözümüze batan ama görmezden gelmeye çalıştığımız şeyler sahnede bu kadar kusursuz bir sanatla anlatılınca, acıtsa da yorsa da izlerim ama kimseye tavsiye edemem, korkarım.. İzlemesini istediğim, yanında ben varken izlemesini istediğim birkaç kişi dışında tavsiye edemem, sıkılırsınız..

2. The Island: Farklı bir tür olsa da Dogville ile benzer duygular uyandırır bende. İzleyip de sevmeyen olmadı sanırım şimdiye kadar.

2, 5. Beynelmilel: Gecenin üçünde Mutluluk izlerken Özgü Namal'ı görüp, ulen ben nasıl olur da Beynelmilel'i unuturumi paniğiyle filmi durdurup yazılan edittir, o nedenle 2,5 numara olmuştur, kusura bakmayınız. Beynelmilel'i izleyiniz, mutlaka ve mutlaka izleyiniz.


3. Madagaskar: Animasyon meraklısı olduğum söylenemez ama defalarca izledim, defalarca da izlerim. Çok seviyorum yahu! I like to move it, move it!

4. Truva: İzlerim...



Yaşadığım 4 yer:

1- Annemin kalbi: O olmasa yaşayamam biliyorum, yaşamam hatta.
2- Ankara: Anneannem, dedem, annem... Şişkolar ailesi, kuzenler, anaokul, ilkokul, ortaokul, lise, üniversite...
3- Kayseri: Yüksek lisans... Yaşadım denir mi bilmiyorum, 1 sene boyunca her hafta en az 2 günümü geçirdim. Pek fazla güzel anım olmasa da şimdiye kadar orda, hayatımın dibinde vurduğum günleri orada geçirdim; Kayseri-Ankara arasındaki yolda aldım belki de en önemli kararlarımı. Artık bunlara güzelleri ekleme zamanı :)
4- Bonn: Bi yüksek lisans daha... Beterin beteri gerçekten varmış gördüm; tek başıma ayağa kalkmayı öğrendim; Uzaktan sevmeyi öğrendim, uzaktan sarılmayı...

İzlediğim 4 TV Programı:

1- Türkiye'nin Nabzı: Buraya geldiğimden beri izlediğim tek TV programı. Ece'nin sunuculuğunu yaptığı, haftada bir Habertürk'te yayınlanan bir program. Karşıt görüşteki insanları yanyana görebilmek ve zıt kutuplardan iki insanın yönettiği bir tartışmayı izlemek zevk veriyor bana. Uzakta olunca insan daha bi sahip çıkmak istiyor, daha bi korkuyor ülkesini örümcek kafalılara kaptırmaktan; bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz diye, iyisini de kötüsünü de, sevdiğimi de sevmediğimi de bilmeye, dinlemeye, anlamaya çalışıyorum elimden geldiğince,internet izin verdiğince.

2- Heroes: Zerrin'cimle gecede 2şer 3er tane izlerdik, artık tek başıma izlemeyi sevmiyorum.

3- The Big Bang Theory: Tek başıma izlemeyi sevdiğim bişiy bu sanırım, çünkü şimdiye kadar birlikte izlediğim kimse ile aynı tadı alamadım. Keşke birlikte izleyebileceğim birisi olsa, süper olurdu.

4- Komedi Dükkanı: Bi ara youtube'dan sürekli izliyordum ama son zamanlarda hem vakit darlığından hem de aşırı dozda alındığında biraz ara vermek gerektiğinden pek izlemiyorum; en kısa zamanda yeniden!

Tatil için gittiğim 4 yer:

1- Antalya-Saklıkent: Son yıllarda işleri tatillerle birleştirdiğim için, ve işimi diğer insanların hobilerini sevdiği gibi çok sevdiğim için, özellikle gözlem şenlikleri benim en büyük tatillerim sanırım. Pırıl pırıl bir gökyüzü, yeni insanlar, yeni dostluklar...

2- Anamur: Şişkocumların yazlığına giderdim eskiden, artık o eski kalabalık aile tatillerine dayanamıyorum o yüzden pek gitmiyorum.

3- İstanbul: Geçen yaz nasıl oldu da olduysa İstanbul'u sevdim sonunda. E tabii altında hem araba hem şöför olunca seviyor insan. Hele ki nazının geçtiği bi dolu güzel insan da varsa =) Haftasonu tatil mekanım oldu İstanbul son 2-3 yıldır.

4- İzmir-Balıklıova: İlkgençlik yıllarımın en güzel, en eşsiz tatillerini geçirdiğim mekan... Umarım yakın zamanda yeniden gidebilirim...


Sevdiğim 4 yemek;

1- Hamsi: Kızartması da olur, buğlaması da, hamsili pilav olursa pek bi daha güzel olur, ama reçeli olsa yemem heralde =)
2- Muhlama: En son OnurCUK yapmıştı, tadı hala damağımda!!
3- Karnıyarık: Mitko süper yapar bunu. Aslında menemen'i de çok güzel yapar ama karnıyarık daha bi süper sanırım.
4- Mercimek köftesi: Her defasında nasıl yapıldığını bilmediğini iddia edip sonra benim kendimden geçene kadar yiyeceğim kadar güzel yapar canım anneannem..yapsa da yesem.. bu gidişimde yine istedim ama bu defa yapmadı, aslında yapmasına fırsat verecek kadar evde durmadım da ondan oldu sanırım =)

Hemen şimdi olmak isteyeceğim 4 yer:

1- Şimdi olduğum yerde ama yanımda Zerrincim'le birlikte olmak isterdim
2- Balıklıova'daki iskelenin üstünde, ben, rakı, balık, şarkı, aşk...
3- Foça'da bir iskelede, elimde dondurmamla :)
4- Gözlemevindeki kubbede, "Muku tamaaaam" diyecek neşede

Bir yağmur damlası olsaydım düşmek isteyeceğim 4 yer:

1- An itibariyle çok sinirlenmiş ya da üzülmüş, ağlamak üzere olan, ama erkekler ağlamaz diye kendini kasan bir erkeğin yanağına düşmek isterdim. Karşısındaki beni göz yaşı sansın, o erkek telaşlansın, açıklamaya çalışsın, açıklayamasın, koyversin kendini ağlasın, ağlamanın insani bir şey olduğunu anlasın ve bir daha asla utanmasın duygularından diye.

2- Ağlamak isteyip de ağlayamayan bir kızın yanağına düşmek isterdim; ben ne zaman ağlayamasam yağmur yağar, "bulutlar benim yerime ağlıyor" derim ben, o kız da öyle desin diye...

3- Susuzluktan kuruyup ölmek üzere olan papatyanın dibine düşmek isterdim, kurumasın, canlansın, her gece kendisine göz kırpan arkadaşı Ay dedeyi hiç ama hiç yalnız bırakmasın diye...

4- Sevdiğimin bardağındaki suyun içine düşmek isterdim, kana kana içsin beni, bir damla da olsam hep içinde biryerlerde ben olayım diye...



Şimdi siz anlatın bakalım: Angie, Zehr-i Aysun-i, Oğuz Marangoz ve Pencere Çiçeği

6 Ocak 2009 Salı

Yine bana hasret...

Üzüntüsüyle mutluluğuyla, geçti bi tatil daha. Şimdi artık işe dönme vakti. Hayati önemde sınavlar bekliyor beni. Beceremezsem bunlardan geçmeyi pılımı pırtımı toplayıp, kuyruğumu bacalarım arasına kıstırıp doooru Kayseri'ye gidicem sanırım.

Neyse işte, Bonn'a dün geldim, ilk defa kimse karşılamadı beni, biraz garip oldu ama dik durdum kendime geldim, iyi de oldu bi bakıma. Odam çok soğuktu geldiğimde, kaloriferi da açık bırakmıştım halbuki ama yine de soğuktu. Mini ısıtıcımı da açtım ama yine de ısınmadı oda, yorganın altına girip biraz uyumak istedim, öyle çok titredim ki akşam 4'deki derse gitmeye cesaret edemedim, çok soğuktu. Zaten yola çıkmadan önce anneannemin yaptığı hamsilerden nerdeyse 1 kilo yiyince arada da tereyağlı bişiyler falan götürünce mideye..cırcır olmamak çok zordu. Bir de dışarı çıkıp iyice üşütme riskini göze alamadım. Akşam Erik, Mark ve Elena ile hasret giderdik. Elena'nın 7'sinde dönmesini bekliyordum burda görünce çok sevindim. O olmayınca gerçekten yalnız hissediyorum kendimi. Gelirken bana gümüş bir bileklik getirmiş ucunda da minik bir kelebek var. Çok güzel bir hediye olmasının yanı sıra özel bir anlamı da var: Ben elimden geldiğince her gittiğim şehirde 3-5 liralık ince gümüş bilekliklerden alırım kendime, Ankara, Foça, Bonn ve Çanakkale bilekliklerim var hepi topu. Elena da kelebekli şeyleri çok sevdiğimi bildiğinden, ucuna bir minik kelebek kondurmuş bu bilekliğe, verirken "gittiklerinin yanı sıra bir de gitmen gereken bir şehir var artık" dedi, kendi kolundan çıkarıp taktı, Romanya'ya davet etti yani ama hayatımın en zarif davetiydi bu. O kadar mutlu oldum ki! Üstelik bir hafta boyunca da kendisi takmış. Çok hoşuma gitti.