hayata dair etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hayata dair etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Şubat 2015 Pazar

Bir uzak ülke...

“Herkesin istediği gibi yaşadığı uzak bir ülkenin özlemini duyuyorum.”

Oğuz Atay

Hedefim hep işe yarar olmaktı. Çocukken de işe yarar olmak için uğraştım, büyüyünce de. Bir işe yaradığımı hissettikçe tattım mutluluğu. En işe yarar şey de sana verilmiş emekleri boşa çıkarmamak, öğrendiklerini başkalarına öğretmek, sevgiyi, bilgiyi ve ekmeği bölüşmek oldu benim için. Astronomi okumaya başladığım zaman; lisans boyunca çift yıldızların optik bölge çalışmalarını öğreniyorum madem, yüksek lisansta da radyo özelliklerini öğreneyim, doktoramı yüksek enerjide yaparsam, yetkin bir araştırmacı olduğum zaman tüm spektrumu birleştirip tüm öğrendiklerimi harmanlayabilirim diye düşünüyordum. Öyle olmadı, hayat pek izin vermedi böyle olmasına. İnsanlar, ön yargıları, güvensizlikleri ve egoları izin vermedi, biraz da benim şaşkınlığım ve toyluğum. Bir diğer düşüncem de büyüyüp usta bir astronom olduğum zaman doğuya gitmek idi. Herkes ister Ankara, İstanbul, İzmir'de akademisyen olmayı. Ama biliyorum ki herkes bu şehirlere gidemez okumak için. Doğudaki üniversitelerden birinde bir astronomi bölümü olsa ve ben de ordaki öğrencilere anlatsam yıldızların bilimini diye umut ederdim. Kim bilir belki ben de Van Üniversitesi'nin Ethem hocası olurdum bir gün, kim bilir? Belki bir yerlerde öğrenciler WOS hocadan astrofizik dersi almak için Van Üniversitesi'ni seçerdi? Van değilse bile doğuda bir yerlerde akademisyen olma hayalim gerçekleşebileceğinin sinyallerini vermeye başladı geçtiğimiz Ekim ayından itibaren. 

Peki ben hala aynı şeyleri istiyor muyum? İnsanlarla uğraşmaktansa yıldızlarla uğraşayım derken boyundan büyük koltukları dolduran insanların kocaman egoları arasında sıkıştığımı fark ettim, hangi ülkeye gidersem gideyim. Fazla açık sözlü olunca insanların kafasını karıştırdığımı ve anlamadıkları için benden korktuklarını gördüm. Basit sandığım şeylerin o kadar da basit olmadıklarını, işin içine çıkarlar ve ego girince aslında hiçbir şeyin basit olamayacağını anladım. 

Her şey bir yana, bir de adaletsiz ve mutsuz insanlarla dolu olduğu görüyorum artık ülkemin. Eskisi gibi çiçek yok mesela evlerde. Neden? 2 hafta yazlığa gidince "iki günde bir, tabağından su veriverirsin, he mi?" diyebileceğimiz, evimizin anahtarını teslim edebileceğimiz komşularımız olmadığından olabilir mi? Eskisi gibi sokakta oynamanın tek sorunu çok terleyip üşütmek değil de, kaçırılıp organlarının çalınması veya tecavüze uğramak da var artık günümüzde. Sürekli televizyona bakarsan aptal olursun değil de, psikopat olursun diye tedirgin oluyor ebeveynler artık. Öğrenci dersten kalınca tembelliğinden değil de öğretmenin haksızlığından olabiliyor bu, işin kötüsü, bu gerçekten de bu nedenle olabiliyor. Dün gece itibariyle sokakta bere ve kaşkolla bir yerden bir yere gidiyorken sen, aynı sokakta eylem yapılıyorsa, polis de senin tipinden huylanmışsa, başına gelmedik şey kalmayabiliyor mesela artık. 1970'lerin Türkiye'sinde sendika mensupları aydın, bilge ve saygın kişilerken artık sendika üyesi olanlar sürgüne gönderiliyor mesela. Meselalar çok... ve ben korkuyorum. Bunca haktan, adaletten, sevgiden ve huzurdan mahrum olacağımı bile bile, hatta bu mahrumiyet neredeyse artık yasal olarak garantilenmişken, gerçekten istiyor muyum yeniden Türkiye'de yaşamayı?

Herkese her fırsatta dediğim gibi: haksızlıklar sadece Türkiye'de yok. Seri katiller, tecavüzcüler, esrarkeşler, hırsızlar sadece Türkiye'nin derdi değil, her ülkede var; en medeni denilen Avrupa ülkesinden, özgürlükler diyarı ABD'ye kadar her yerde var bu sorunlar; insanoğlunun olduğu her yerde. Ama aynı miktarda değil ve aynı tepkilerle karşılanmıyorlar. 

Ben, 31 yaşımı bitirmeme haftalar kalmışken, hala 13 yaşımın umudu ve idealizmiyle, hala istiyor muyum bir doğu üniversitesinin hocası olmayı? Ramazanda oruç tutmadığım için evimi basarlar mı acaba? Notunu kırdığım çocuk belinde silahla kapıma dayanır mı? Kırkıncı yaş günümü kutlamak için güzel bir şarap alabileceğim ve o şarabı gazete kağıdına sararak saklamadan eve götürebileceğim bir yer var mı acaba orda? Olur da Türk olmaktan bahsedersem, her ne kadar kendimi hiçbir milliyete yakın veya ait hissetmesem de alınır mı acaba birileri? Korkular, sorular, endişeler, ön yargılar ve cesaret!

Bir şeyi yapabilme şansınız olduğu zaman o şeyi gerçekten yapmak isteyip istemediğinizi asıl sorguladığınız zamandır sanırım. Bu sabah tutup da, Erdoğan'ın rejiminden kaçan bir sığınmacı olarak bir Avrupa ülkesine yerleşme başvurusunda bulunmayı ciddi ciddi düşünmüşsem...

Hayallerimden ve ideallerimden vaz geçmek istemiyorum. Hele ki bir baskı ve korku rejimi, ve bunun yarattığı insanlar nedeniyle vaz geçmeyi hiç ama hiç istemiyorum. Fakat şu da var ki Allah'ın bize en büyük emaneti olan bu beden ve ruh ise, ona layığıyla bakmak Türkiye'de pek de kolay değil ne yazık ki. 

Allah yardımcımız olsun.

16 Eylül 2009 Çarşamba

Bi dolu

Düşündükçe not edilmesi gerektiğini düşündüğüm başka şeyler de geliyor aklıma. Mesela, hatalarımla da barışmış olduğumu farkettim az önce. Bonn'da yaptığım, gitmeden önce ve geldikten sonra yaptığım hatalarım. Hepsiyle kocaman bir barış imzalamışım, yeni fark ettim. Ve farkettim ki son zamanlarda sadece basit kararlar için söyleme cesaretini gösterebildiğim "yapmadığın şeyin pişmanlığı yaptığın için duyduğun pişmanlıktan daha beterdir; çünkü yaptığını geri almak için bir şans bulabilsen de zamanı geri götürüp yapmadığını yapabilmen neredeyse imkansızdır" düşüncesini şimdi yeniden körükörüne savunabilecek durumdayım. Bakınca şöyle bir, bu cadıyla yakından uzaktan hiç alakası olmayan şeyler de yapmışım yakın geçmişte, bakıp bakıp pişman olup üzülüyordum kendi çapımda. Şimdi mi? İyi ki yapmışım yahu, iyi ki almışım o kararları. Hep aklımda kalacağına denemişim, görmüşüm, beni üzen insanlara bir şans vermişim mutlu etmeleri için ama onlar bunu üzmek için kullanmış, göstermişler gerçek yüzlerini, becerilerini, içlerini; ne güzel işte, tecrübe etmişim, öğrenmişim, her hatamda biraz daha büyümüşüm, bir adım daha atmışım. Şimdi bakınca neyim var ki geri döndüremeyeceğim? Tabii ki kolay değil hiçbirşey, ama biz demiyo muyduk, zoru hemen başarırırz, imkansız zaman alır diye?

Ha bi de yazıyı iki yana yaslayınca okumak bana çok zor geliyo ama görsel olarak daha iyi olduğuna inandığım için yine de iki yana yaslıyorum. Bu konuda fikir beyan eden olursa çok sevineceğim.

Haa bak aklıma geldi şimdi (ne garip eski beni hatırlıyorum madde madde); ben eskiden gerçekten sevdiğim insanlar dışında kimseyle de öpüşmezdim yöle her yolda gördüğümde falan. Ne kadar güzel bir davranışımdı. Çoğu kimse soğuk nevale derdi biliyorum ama ne o öyle her gördüğüne şapır şupur? Bi de bi de, rüyamda James'i gördüm, o kadar sıkı sarılıyoduk ki...sarılıp ağlıyoduk..çok özlemiştik... gerçekten de çok özledim James'i. Bi de Ziza'yı özledim çok. Karakuş'u da özledim ama az, onunlda daha sık görüştük diye heralde.

Bi de yazlığın balkonuna gelen kedileri kovalayıp duruyo teyzem, hatunun cadalozluğundan tırstığım için gidip kucağıma bile alamadım hayvancıkları. Bi de çamaşır nasıl yıkanır dersleri alıyoruz dünden beri ki bu da apayrı bi konu. Yazlıktan giderken tüm çamaşır deterjanlarını döküp yerine puda şekeri ve hindistan cevizi karışımı koymak geçiyo içimden! Grrrr!

Yazdıklarımı imla hatalarını ve cümle bozukluklarını bulmak üzere bile bir kez daha okumaya üşeniyorum. Siz anlarsınız beni her durumda di mi? Zaten bi dolu kimse terk eylemiş blogumu takip etmeyi ama bi o kadar kimse de yeni başlamış takibe sanırım ki sonuçtaki sayı yine aynı :) Bi de şöyle bi ihtimal var ki kimse terk edip yeni gelmemiştir ama profil resimleri değişmiştir belki. Çünkü yorum yazmayan takipçilerin isimlerini aklımda tutamıyorum :(

Bi de karşı yazlıktaki deniz can adındaki bebeye gıcık oldum. Olur da balkondan düşerse, denizde boğulursa veya elektrik çarparsa hiç şaşırmıycam. Yaşasın kötülük!

özünde

Aslında sabah düşündüm de gdün gece yazdıklarımı; acaba böyle olunca kötü birisi mi oluyorum diye.. yok aslında değil öyle. Sadece bi şekilde kabuğumu kaldırmıştım insanlara, içimdeki yumuşakçaya erişmeleri ve mutfak tezgahı üzerinde açıkta duran bir ciğer parçasına bıçak derbesi atar gibi üzerimi çizmeleri çok kolaydı. Şimdi ise kalkanlarım kalktı yeniden, yeniden dik durabilecek, istemediğim şeylere ve layık olmadığım muamelelere karşı çıkabilecek gücüm var, hepsi bu. Evet evet, sanki böyle yazınca daha kabul edilebilir oldu. Dünküler fazla savaşçıydı. :)

15 Eylül 2009 Salı

Switch on!

Bu dünyanın etme bulma dünyası olduğuna fazlaca inanıyorum. En azından benim için. Yoksa Tayyip Erdoğan için değil tabii ki. Aşk meşk meseleleri dışında çok şükür ki kimseye bi kazığım olmadığı için ancak bu konuda sırayla bi üzüyorum bi üzülüyorum. İşin komiği sırayı da biliyo olmam :)) Neyse asıl olay bu değil, şu: Yıkılmadım ayaktayım! Geçenlerde yazdım ya hani çalışma enerjim yerine geldi diye. Yalnız başına gelmedi efenim, hayata dik duruşum, inadım, hastirin lan ordan'larım, benim yoğurt yiyişim böyle'lerim, işine gelirse cicim'lerim ve hatta yürrüüü anca gidersin'lerim bile geri geldi. Bu öyle güzel bişiy ki anlatamam. Çok güzel anlatış şekilleri vardır bunu ama özetle şöyle diycem; hani bazı ağaçlar vardır ya, eğilemez bi türlü ama yavaş yavaş çatırdar, sonra da kırılır gider. İşte tıpkı o şekilde çatırdayarak kırıldığımı ve artık asla eskisi gibi olamayacağımı zannediyodum, ve belki de acıyordum kendime, hatta durumu kendime daha yumuşak bi şekilde göstermek adına "topluma uyum sağlıyorum" diyordum. Ne olduysa oldu ve eskiye döndüm, kendi normalime! Mesela tepemi çok attıran olursa onu bensizlikle cezalandırabilecek kadar özüme döndüm yeniden. Ukalalık mı bu? Kendini bi halt sanmak mı? Böyle olduğunu zannetmiyorum, sadece kimse senin kıymetini bilmezken kendi kendinin kıymetini bilmek bu bence. Hiçbir zaman, asla ama asla iyi kalpli, sevgi dolu, masum birisini üzmek için bir davranışta bulunmadım, iyi niyetli kimseye kötülük planları kurmadım. Ha kötü niyetli kimseler için de hainlikler planmadım tabii ki ama gün gelip de ektiklerini biçtikleri oldu, ne yalan diyeyim; ama o zamanlarda bile üzüldüm o insanlar için. Sonra işte bi şekilde öyle bir düştüm ki... Elini uzatan her kim olursa olsun beni kaldırmaya gücü yetmedi. Sandım ki o acılar, sıkıntılar, başarısızlıklar, ve beceriksizlikler ebediyyen benimle olacak. Nasıl oldu da o hale geldim bilmiyorum. Mutlaka ki üzerinde düşünsem bulabilirim ama buna değer görmüyorum doğrusu. "Şimdi benim bu kadar çok üzülmeme neden olan şey 3 ay sonra benim için o kadar önemsiz olacak ki, buna üzülmek çok saçma" diye avuturdum hem kendimi hem de etrafımdakileri, taa ortaokul yıllarımdan beri. Sonra gördüm ki kendime söylediğim bu 3 aylar, 6 aylar yıllara dönüşmüş ve hiçbir şey iyiye gitmemiş bir türlü. Galiba bu noktada yitirdim umudumu. Halbuki ne güzel demiş şair "direnmek umuttandır"diye... Umut kalmayınca direnememişim meğersem.

Şimdi bir sihirli değnek dokundu bana, bilmiyorum ne zaman oldu, nasıl oldu... Yine eski dik, sert, sivri, asi ve belki de kırıcı halime geri döndüm. Yok artık öyle topluma uyuyorum ayaklarıyla eğilip bükülüp kendime yabancılaşmak. Yok artık öyle herkesle iyi geçineyim derdine düşüp kendimden utanır hale gelmek. Ben derdim hep "herkesin sevdiği adamdan korkacaksın" diye, ama sonra ben öyle olmaya çalışır hale geldim yeniden kendim gibi olabilme umudumu bi şekilde kestiğimde. Oh be, umurumda değil artık dünya. Artık yeniden, sadece beni olduğum gibi kabullenebilen gerçek dostları istiyorum ertafımda, diğerlerine de sonuna kadar açık bırakıyorum kapımı, güle güle gitsinler.
Uçlardaki mutluluklarım, uçlardaki heycanlarım, yüksek sesli kahkahalarım, sadece özel insanların belki görebildiği göz yaşlarım, haketmeyene bile sırf kendimi mutlu etmek adına yaptığım süprizlerim, bir tatlı tebessüm görebilmek adına dağıttığım iltifatlarım, hatalarımdan bile memnuniyetim, tek kalemde silip atışlarımdaki eminlik ve cesaret, bir bakışın-gülüşün-duruşun peşine takılıp gidişlerimdeki sınırsızlık, sinirlenişlerimdeki delilik, aşkımdaki coşkunluk, cezalarımdaki acımasızlık... Herşeyin en ucu geri geldi bana yeniden.

Yeniden doğmuş gibi hissediyorum kendimi, sanki bundan 8 sene önceki halime, belki daha da eskiye, en deneyimsiz halime dönmüş gibi. Sanki daha önce hiç aşık olmamışım, hiç terk edilmemişim, hiç terk etmemişim gibi cesur; hiç gökkuşağı, kar tanesi, çiğ damlası görmemişim gibi heycanlı, hiç su içmemiş gibi susuz hissediyorum kendimi.

Yeniden okumam gereken zilyar tane kitap var diye heycan duyabiliyorum! Değil İmge Kitabevi'ndeki rafları, aynanın karşısında duran tek bir kitabı görünce bile acilen okumalıyım diye panikleyebiliyorum. Dünyanın tüm kitaplarını yığsalar, nefes almadan okuyup bitirecek kadar enerji biriktirmişim. Tıpkı ilkokuldaki gibi "Ekmek çalsam hapse atarlar mı beni acaba? Orada yapacak bi işim olmadığı için istediğim kadar vaktim olur kitap okumaya" diye düşünebiliyorum yeniden! Ne kadar naif ve ne kadar güzel!

Yeniden tehlikeli hayaller kurabiliyorum, yeniden bungee jumping yapmak istiyorum, yeniden motorsiklet ehliyeti alabilmek istiyorum, yeniden kulaklarımı deldirmek istiyorum, yeniden yeniden yeniden bi dolu şey işte!

Dahası, normal insanların bunlara basit/saçma diyeceklerini bile bile bunları dünyanın sonuymuşcasına önemseyebilmek en güzeli!

Düşünmesi kadar yazması da komik belki, belki çok anlamlı ama ilkokul sıralarında anlamlarını bilmeden ezberlediğimiz bi dolu cümleyle birlikte işlendiği için hafızamıza komik geliyordur şimdi: damarlarımda hissedebiliyorum bu gücü! Muhtaç olduğum kudret, damarlarımdaki asil kanda mevcut! Kan asil mi değil mi, kanın asil olmayanı nasıl olur vb. konulara girmek bile istedim şimdi ama yazı daha fazla uzamasın en iyisi. Keyfime diyecek yok şu anda.


Sezen benim yerime söylemiş sanki;

Acılarım oldu herkes gibi elbet,
Herkese kısmet olmayan sevinçlerim...
Unutulmayı da göze aldım evet,
Hayat sana teşekkür ederim...

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Alıntılar...

HAYATI ISKALAMA LÜKSÜN YOK SENİN

Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun.
Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.
Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır.
Hani ağzınla kuş tutsan,
"Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin..
İki ucu keskin bıçaktır bu işin.
Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman.
Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur.
İyi halin cezanda indirim sağlamaz.
Sen, "Ama senin için şunu yaptım" derken o,
"şunu yapmadın" diye cevap verecektir.
Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır.
Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın.
Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın.
"Peki o ne yaptı" deme.
Herkes kendinden sorumludur aşkta.
Sen aşkını doya doya yaşarken,
O, kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu.
Bir insan eksik yaşıyorsa ve bu eksikliği bildiği halde
tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için?
Hayatı ıskalama lüksün yok senin.
Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın.
Her zamanki gibi yaşayacaksın sen.
"Acılara tutunarak" yaşamayı öğreneli çok oldu.
Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil.
Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki....
Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor.
Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu?
Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip,
yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana.
Yine içeceksin rakını balığın yanında.
Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası....
Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun aslolan yürektir.
Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini,
unutma; yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte.
Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu.
Elbet bitecek güneşe hasret günler.
Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil,
güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini...







* İnetnetteki kimi yerde yazarının Nazım Hikmet olduğu yazıyor ama ben pek emin olamadım.
** bknz: serisi ile birlikte bir de alıntılar geliyor sanırım bu günlerde. Blog diyarından habersiz MSN space sayfamda vakt-i zamanında paylaşmış olduğum yazılardan birisi bu. Space'imde ne varmış diye bakarken bulup pek bi yakın gördüm kendime, sanırım uyuyor bugünlerime; ve hatırlatmam gerek kendime "hayatı ıskalama lüksü"mün olup olmadığını...

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Zuroyinelve!

Hayat çocuk oyuncağı değil! Mi acaba? Son zamanlarda hayatı da, sorunları da gereğinden fazla ciddiye aldığımızı düşünüyorum. Aman hata yapmayalım diye diye sakındıklarımız bir yana, o korkuların içimizde biriktirdiği tortular öyle fena ki... Tee minicik bebeyken, düşüp dizimizi kanattığımızda yırtılan pantolonun hesabını evdekilere nasıl vercem diye; sonra biraz daha büyüyünce kötü gelen karneyi eve nasıl götürücem diye; sonraları arabayı kullanmak için nasıl izin alsam acaba diye; okul bir dönem uzayınca evdekilere nasıl söyliycem diye; işyerindeki durumlar canımıza tak edip de istifayı verip eve dönerken; ve şimdi de işsiz güçsüz evlenmek istiyoruz ama bunu evdekilere nasıl anlatcaz diye.... içimizi kemiriyor pis lağım fareleri... halbuki gerek yok ki bu kadar gerilmeye...

Ne garip ki insanlar sevdikleri üzülmesin diye onları uyarırken, sözkonusu üzülme potansiyelinden defalarca daha fazla üzüyorlar birbirlerini... bazen bazı olaylara yol vermek gerek, suya ket vurmayıp salıvermek gerek akıp yolunu bulsun diye... bu "bazen"leri iyi bilmek gerek işte... "büyük" olmak da uyarılarda ne kadar direnip hangi noktadan sonra "tamam" denileceğini iyi bilmeyi gerektiriyor... halbuki ne zor... hepimiz de hayatta daha önce üstlenmediğimiz rolleri oynuyoruz ama "büyük"ler nasıl "büyük" olunacağını bilmek zorunda, anneler nasıl anne olunacağını; babalar, ablalar, abiler nasıl olunacağını iyi bilmek zorunda ki hayat daha da zorlaşmasın... taa bi ara demiştim ya hani aslında kolay değil diye... gerçekten de kolay değil ilk defa oynadığımız rollerin altından işin erbabıymışcasına kalkabilmek.

Yazamıyorum bir süredir; önce heyecandan sonra vakitsizlikten sonra da ne yazacağını bilememekten. Ama üstünden zaman geçince en çok okunası olanlar aslında tam da şimdi bu yazamadıklarım olacak biliyorum, o yüzden hızlıca özet geçmeye çalışıyorum şimdi. Şöyle oldu efenim:
23 Nisan'da burada oldukça şifreli bir dille çıtlatır gibi olduğum durumu önce evdekilere anlattık; evdekiler dediğim St.Ziza, Karakuş ve birkaç arkadaşımız daha; aynı gün ben dayanamadım Sincap'a sms attım. Yaklaşık bir hafta sonra, danışmanımıza ve Sevil Hala'ya söyledik, geçen cuma NFA'nın evini taşırken ben NFA'ya söyledim ve en son bu haftasonu ben Ankara'ya gidip Zerrincim'e ve teyzeme söyledim, Ethem'cim'e söyledim...bugün OnurCUM'un ailesine de söyledikten sonra artık sıra ancak size geldi sanırım.... tahmin eden var mı acaba? :))))

Ehm... Şey.. Kem... Küm...

Biz pek bi ciddi ciddi niyetlendik de bu sülaleri ikna etmesi pek bi zahmetli olacak; zaten Laz damarı olan iki aileden kolay kolay "tamam" lafını duymayacağımızı biliyoruz, gardımızı ona göre pek bi sıkı tutuyoruz; ölmek var dönmek yok; ya benimsin ya toprağın; istanbul-ankara 4 saat, sana sevgim 24 saat; aşk bir vişne, ye de kişne; ateşle barut yanyana durmaz...derkeeeennn...

Zuroyinelve!


1 Mart 2009 Pazar

+18 başarısız tecavüz


Hani geçenlerde dedim ya "salaksın be kızım kabullen artık" diye, sanırım yavaş yavaş kabulleniyorum ama bu yine de canımı yakmıyor değil. Neyse şimdi anlatacağım şey bugünlerdeki salaklıklarım değil, Aralık 2006'da Kayseri'de yaşadığım bir tecavüzememe öyküsü.

Hiç öyle uslu uslu okulunu bitirip, münasip bir iş ve eş bulup, hayatını kurup da kendi düzeninde yaşayan birisininki gibi bir hayatım olmadı benim. Üniversiteye girişimden, bitirişime, bitince olan hadiselerden yüksek lisans öykülerime ve Kayseri maceralarıma kadar herşey, olabilecek en ilginç şekilde oldu. Çoğunlukla "şaka gibi" idi, "kamera nerde? tamam yeter bu kadar hadi el sallıyım ben" dedim, ama bunca zaman geçti hala çıkmadı o gizli kamera ortaya. Maşallah çok iyi saklamışlar.

Efenim, olayın geçtiği bu zamanlarda, Erciyes Üniversitesi'nde yüksek lisans yapıyorum ama aile başka şehirde; ben de, ev tutmak meselesi olmaz, akraba yanında kalmam, falan fıstık sensin fıstık derken, fakülteye çok yakın olan ve aslında öğrencilerin kalmasına izin verilmeyen misafirhaneyi, allem ettim kallem ettim, kendime ev belledim. 2006'nın Aralık ayındayız, üstelik de ramazandayız. Dersimiz bitmiş, saat 5 suları ama hava kararmış tabii malum kış. Haftanın iki günü Kayseri'de, kalan günler evimde yaşadığımdan, 'artık her seferinde pijama vs. götürmek yerine şunları fazladan bir çantaya koyayım da misafirhanedekileri ikna edip orada bir yerde bırakayım bari' düşüncesi ile elimde bir mini valiz, ders notlarım ve kitaplarımın olduğu sırt çantam, sol omuzumda Zerrincim'in notebook'u ve elimde de kantinden aldığım akşam yemeğim.. Misafirhaneye giden yol aslında bir çıkmaz sokak olduğu için oradan geçen araba ancak misafirhaneye gidiyordur, o misafirhanede kalacak kimsenin de altında arabası olmaz zaten kolay kolay. Yol biraz ıssız, sağ taraf çorak bir alan, yapılanması hala tamamlanmamış olan üniversitenin boş arazilerinden bir kısım ve büyük bir stad/amfi öyle bişiy var işte. Yolun solunda ise tarla var. Tabii ki ekili biçili tarla değil ama o taraf da çorak bir arazi, tek farkla, aydınlatma yok ve çeşitli göçebe/çingene vs. çadırları var. Yolun solunu görebilmek imkansız, yolun sağındaki kaldırımımsı şeyde yürürken de işte ancak 10ar metre ara ile görebiliyorsun önünü ama 'noolucak ki, sonuçta üniversite sınırları dahilindesin, hem saat daha 5, hem daha hava ancak kararıyor ve hem de böylesi mutaassıp bir şehir olan Kayseri'de ramazan vakti ne olacak ki yani'.. Tabiiki o zamnda Kayseri'de hava da çok soğuk! Belki de çok soğuk değil ama gözlem zamanları haricindeki her zamanki gibi ben çok üşüyorum, LCWden aldığım unisex lacivert yağmurluğum var üzerimde, kapşonum kafamda, üstelik rüzgar sızmasın diye de kapşonun lastiklerini sıkıca çekmişim. Telefonda konuşuyorum Zerrincim'le, yol ıssız ya hani, "köpek falan gelirse korkma, indir kafasına notebooku boşver gitsin" gibi laflar edip güldürüyor beni ama ben birden bi huzursuz oluyorum. "Şimdi kapatalım, misafirhaneye varınca sana haber veririm" diyorum. Telefonu kapatıyoruz ve ben nedensiz yere huzursuzlanıyorum. Aslında çok da nedensiz değil, o ıssız yola minibüs kılıklı bir aracın girdiğini fark ediyorum. Telefonu kapattım, elimdeki sırtımdaki omzumdaki çantaları yeniden bi üstüme tepiştirdim derken fark etmiyorum aracın naaptığını, bi süre sonra görüyorum ki ileride, yaklaşık 100m ileride duruyor araba, dışarıda da iki kişi. Adamlardan birisi araca bakıyor, diğeri bana. Aklıma ilk gelen şey arabada bir arıza olduğu ve yolu tıkamamak için aracı oraya çektikleri oluyor ama kaput falan açık değil, lastiklere göz atıyorum hemen, inik/patlak da değiller, plakayı tam göremiyorum ama dikkatlice odaklanınca okuyabiliyorum; bu sırada yaklaşıyorum tabii adamlara, o zaman daha iyi fark ediyorum ki bunlardan biri ciddi ciddi beni inceliyor. Bu ıssız yolda kimdir bu gelen diye merak etti heralde diyorum ama içimden bi ses sürekli "unutma adamın kasıklarına tekme atcaksın" diyor, gülüyorum kendime. Sonra biniyorlar arabaya, arabayı çalıştırıyorlar, demek ki bir bozukluk yok, biraz daha ileri gidip duraklıyorlar. Ben yürümeye devam ediyorum ama biraz korkmaya başlıyorum bu gidip durma faslından. Araba çok yavaş hareket ediyor, ben de korkudan bi an önce misafirhaneye varabilmek için olabildiğince hızlanıyorum. Benimle aynı hizaya geliyor araç, hatta ben önlerine bile geçiyorum bir süreliğine ama artık aklımdaki senaryo iyice netleşiyor: bunlar benim kafama bişiy indirip bayıltacaklar, arabanın arkasına atıp kaçıracaklar, sonra böbreklerimi çalacaklar ve uyandığımda kendimi buz dolu bir küvetin içinde bulucam. Bundan o kadar eminim ki, hemen mesajı yazıyorum, "38 AT 083 mavi mazda" bir aksilik olduğu anda yes tuşuna basıp Zerrincim'e göndericem. Araç bir süre benimle yanyana gidiyor, sonra hızlanıyor, biraz ilerde duruyor, sağ kapı açılıyor, içinden inen adam arkadaşına sesleniyor "fazla sürmez benim işim yirmi dakkaya kadar gel al" diyor. Ben duraksıyorum, sanki adam sağdaki çayıra işemeye falan gidecek de yol veriyorum güya ama olay öyle olmuyor, tam türk filmlerindeki gibi "gel bakalım güzelim eğlenelim seninle biraz" diyor, tam bu sırada ben defalarca yes'e basıyorum cebimin içinde sıkı sıkı kavradığım telefonda. Bir eli yüzüme bir eli bacaklarımın arasına gidiyor. Çenemi tutup öpmeye niyetleniyor sanırım ki, ben mesajı gönderdim nasıl olsa diye elimi cebimden çıkarıp yüzünü avuçluyorum adamın, diğer elini tutup sırtıma alır gibi bi hareketler yapıyorum. Neden, nasıl, niçin bilmiyorum ama çok seri bir şekilde yapıyorum bunları. O sırada bir "bııııp" sesi geliyor cebimden, hani şebekeye ulaşılamayınca öter ya telefon, ya da mesaj gönderilemeyince, ha işte o ses. O sesi duymamla aklım başıma geliyor, bağırıp çağırmadığımı, sessizce boğuştuğumu ama yardım istemediğimi fark ediyorum ve avaz avaz bağırmaya başlıyorum. Çığlık atıyorum, adama küfrediyorum, bu arada elimi yeniden cebime atıyorum, telefonu çıkarıp aynı mesajı yeniden göndersin diye sürekli yes'e basıyorum bi elimle, yüzyüze geliyoruz adamla, yine yüzünü avuçlayıp itiyorum kendimden. Sonunda artık 'mesaj gittiyse gitmiştir, gitmediyse bile ikinci elime ihtiyacım var' diyip telefonumu cebime geri koyuyorum, tekmelerle girişiyorum adama. Adam "korkma tamam sakin ol bağırma" diyor uslu uslu. Öyle bir an geliyor ki kontrolü ele geçiriyor, omuzlarımdan kavrayıp araziye doğru yatırmaya çalışıyor beni ama sırtımdaki yük o kadar fazla ve ben öyle sağlam basmışım ki yere, yapamıyor, ve ben de bi yandan suratını tırmalıyorum adamın. Sonunda bi şekilde vazgeçiyor, "tamam tamam" diyor, gidiyor geri. Daha 2 adım atmadan bir başka adam geliyor üstüme bu defa, şöför koltuğundaki kişi, "nasıl konuşursun sen benim arkadaşımla böyle" diyor ve güya beni dövmeye geliyor, tabii arkadaşına konuştuklarımın seksen bin katı güzel küfürlerle cevap veriyorum kendisine. Gelip beni itiyor, ben onu itiyorum, hatta hızımı alamayıp yumruk falan atıyorum ama neresine geliyor bilmiyorum artık. Sonra arkadaşı sesleniyor buna "gel gel tamam" diyor, ve bu bi anda beni bırakıp arkasını dönüp gidiyor. Ve ben...yürümeye devam ediyorum misafirhaneye doğru... Arkama dönüp bakamıyorum, arabadan levye alıp kafama indirmeye veya beni bir çuvala sokmaya geliyor olabilirler ama ben dönüp bakamıyorum. Koşmaya cesaret edemiyorum çünkü yüküm çok fazla, düşersem bu yenilmek demek olur, düşmemeliyim diye koşamıyorum da...hızlı adımlarla yürümeye devam ediyorum. Bu boğuşma içinde yolun üçte biri bitmiş oluyor neredeyse, çok uzakta hareket eden bişiy görüyorum veya gördüğümü zannediyorum, en kuvvetlisinden bir ıslık çalıyorum. Boş arazide yankılanıyor ıslığım, yolun karanlık sol tarafından bir ses geliyor "hey kimse var mı orda" diye. Avaz avaz plakayı bağırıyorum, tam o sırada hızla bir U çekiyor araç ve gidiyorlar...

Hikayenin devamında benim şok halindeki trajikomik hareketlerim, bi süre gündüz bile tek başıma sokağa çıkmak istemeyişlerim, gerçekten çalıştığına ilk defa o gece inandığım Polis İmdat hattı, 2,5 saat içinde yakalanan suçlular, 4,5 saat sonra kollarında olduğum annem, sonrasında suçluların yakınlarından gelen sürekli telefonlar, adliye koridorları, ifadeler, karakollar, adli tıp önünde geçirilen sinir dolu dakikalar...yıllara yayılıyor tüm bunlar... Davanın son durumu ne bilmiyorum, ülkeme giriş çıkışlarımda bana sorun yaratmadığı sürece bilmek de istemiyorum artık zaten.

Peki bunu neden anlattım? Daha sonra hassisyet gösterdiğim bazı konularda daha iyi anlaşılabilmek için sanırım...